Cumhuriyet devrinin ilk kuşağı, yeniden yeni bir millet olmanın heyecanıyla ülkeye ve insana sarılmıştı. Ozan Sağdıç’ın babası Ruhi Naci Bey’in Ayvalık-Edremit-Balıkesir-İzmir hattında, 1920’li 30’lu yıllarda, işgalden kurtuluşa yaşadıkları… Ünlü-ünsüz isimler, yazarlar, sanatçılar, yüksek ruhlu insanlar…
Bu yazı hesapta yoktu, en azından şimdilik. Babam Ruhi Naci Sağdıç’tan söz ediyorum. Gerçi 1917 Temmuz sayımızda, onun Kurtuluş Savaşı sırasında üstlendiği rolü anlatmıştım. Ancak babamın savaş yılları dışındaki yaşamı bir yazı konusu olur muydu?
Gençlik günlerimde Hiram Percy Maxim’in Edison’a denk bir mucit olan babası ile maceralarını anlatan Dahi Babam (A Genius in the Family, 1936) isimli kitabını zevkle okumuştum. Ben de bir gün babamın kitabını yazarsam “Hezarfen Babam” adını koyarım diye heveslenmiştim. Gerçekten el attığı ve başarı sağladığı konular pek çoktu.
Adam olacak çocuk demişler ya, babamın çocukluğuna dair bize anlatılan inanılmaz bir öykücüğü aktarayım: O tarihlerde Edremit’te dava vekili olan Naci Efendi’nin oğlu Ruhi henüz 5 ya da 6 yaşında. Bir toprak kumbarası var. Zaman zaman babasının cebinde bozuk para varsa, içine üç-beş kuruş bırakıyor. Çocuk bir gün kumbaradaki bozuk paraları boşaltıyor. Yukarı Çarşı’daki iki-üç salaş yerden biri olan Berber Âdem Efendi’nin dükkanına gidiyor. Âdem Efendi aynı zamanda kasabanın sünnetçisi. Ruhi ona “Amca beni sünnet et,” diyor ve “İşte parası” deyip avucunu uzatıyor.
Âdem Efendi şaşırıyor ama bozuntuya vermiyor. Çocuğa “Sen biraz otur, bekle, ben aletlerimi hazırlayayım” diyerek dükkandan çıkıyor ve Baba Naci Kasım Efendi’ye gidip durumu anlatıyor. Naci Efendi az düşündükten sonra “Madem kendisi böyle istemiştir, yap sünnetini” diyor. Sünnet işlemi yapılıyor ve çocuk eve yollanıyor. Evine ulaşınca, kapıyı açan annesine “Anne ben kesildim” diyor. Kadının “neren kesildi yavrum?” demesi üzerine gizli takipte olan baba da kapı önünde beliriyor ve “Oğlumuz kendisini sünnet ettirdi annesi” diyor. Şaşkınlık içinde alelacele bir sünnet yatağı hazırlanıyor.
Ruhi Naci idadi öğreniminden sonra Köprülüzade Fuat Bey’in öğrencisi olmak hevesiyle İstanbul Darülfünunu’na yazılmışsa da, Çanakkale muharebesine katılmak üzere gönüllü olduğu için öğrenimi noktalanmış. Ancak nasıl ve hangi koşullarla kendisini yetiştirmişse, her konuda konuşma yeteneğine sahip, allame bir insandı. Bulunduğu meclislerde kutup daima o idi.
Aile içinde ise daha ketumdu. Pek kendinden bahsetmezdi. Onun hakkında bildiklerimin çoğunu dostlarından duyup öğrenmişimdir.
Ruhi Naci’nin gençlik yıllarında Edremit’te, Kurşunlu Camii Caddesi’ndeki evinde zamanına göre oldukça geniş bir kütüphanesi var. Ruhi Bey hemen hemen her akşam dokuz-on yaşlarında bir çocuğun fenerin altında durduğunu farkeder. Bir akşam pencereyi açıp ne yaptığını sorar. Çocuk kitap okuduğunu söyler. “Kitabını evinde okusana” sözüne karşılık olarak da “Bizim evde böyle bir ışık yok ki” yanıtını alır.
Ruhi Bey “Bak evlat, bizim evde ışık daha iyi, üstelik ev kitap dolu. İstersen kitabını burada oku” der. Sonra çocuğun adını sorar; adı Sabahattin’dir. Ondan sonra Küçük Sabahattin, bizim evi başlıca uğrak yeri haline getirir. Babam ona özellikle Fuzuli, Baki, Nedim, Şeyh Galip gibi divan şairlerinden başlayarak önemli isimlerden örnekler okutur, aruz öğretir: “Sen bunları öğren. Şiirde en önde tutulması gereken ahenktir. O ruhuna bir işlesin. Sonra ister kullan ister kullanma. Ama ağzından dökülen her söz şiirsel olur”.
Babamın ta Rumeli göçünden beri içtiği su ayrı gitmez bir arkadaşı vardır. Benim çocukken “Kuşlu Amca” diye adlandırdığım Mehmetşah (Semiratedü). O da bu ilk mektep çocuğuna –Fransızca mı, Almanca mı bilmiyorum– yabancı dil dersleri vermeye başlar. Tahmin ettiğiniz gibi o çocuk Sabahattin Ali’dir!
Babamın Kuva-yı Milliye’deki rolünü daha önce anlatmıştık. Cephe çöküp de Edremit Yunan işgaline uğrayınca, yerli Rumların ihbarıyla tutuklanması ihtimaline karşı İzmir’in yolunu tutar. Bu hicreti kendisi “Gavurun bol olduğu yerde gözden kaybolmak” olarak tanımlıyor. İzmir’de ilk bulduğu kişi, çocukluk arkadaşı İzmir Sultanisi edebiyat muallimi İsmail Habip’tir (Sevük). Zamanının çoğunu Mevlevi dergahında geçirir. Rumların ve Yunanlıların kendi hâlinde dervişlerin yeri sandıkları dergah, aslında bir istihbarat merkezi gibidir. Anadolu’daki kurtuluş harekatı ile ilgili tüm gelişmelerin haberleri buraya akar. Ruhi Naci’nin, bu süreçte Sada-yi Hak gazetesinde “Fani Dede” mahlasıyla gazel tarzında birçok şiirinin yayımlandığına tanık oluyoruz. Bu şiirlerde, esaret altındaki millete, tasavvufi görünüşlü, yabancıların anlayamayacağı şekilde umut ve dayanışma sinyalleri verilir…
Babam işgal yılları İzmir’inde iki yıldan fazla bir süre kalır. Arkadaşı Tokadizade Şekip Bey ile birlikte İzmir’in en seçkin iki şairinden biri sayılmaktadır. Onu aralarına kabul etmiş olan İzmir eşrafı da “Ruhi Bey, seni İzmir’den evlendirelim” diye ısrara başlarlar. Uygun gördükleri aday da ilginçtir: “Uşşakizade Muammer Bey’in Avrupa’da tahsil görmüş bir kızı var. Sana onu isteyelim arzu edersen” derler. Ancak babam “Bu kargaşa günlerinde evlenmeyi düşünemem. Zaten uygun geçiş yolu bulursam, Anadolu’daki güçlere katılmayı düşünüyorum” der.
Nitekim bu amaçla trenle Balıkesir’e gider. Halası vefat etttiği ve kendisi para sıkıntısı çektiği için oradaki baba evini satar. Anadolu’ya geçiş yolunu orada da bulamaz. Annesinin özlem duygusu içinde olduğunu bildiği için Edremit’e geçer. Orada geçen birkaç aydan sonra Türk mucizesi gerçekleşir. İzmir ve Edremit aynı gün, 9 Eylül’de kurtuluşa kavuşur.
Mudanya, Lozan, nihayet Cumhuriyet… Ruhi Naci Bey, Balıkesir Vilayet Encümeni’ne Edremit murahhas üyesi olarak seçilir. Mecburen zamanının çoğunu Balıkesir’de geçirecektir. Kaptanzade Oteli’nde bir oda kiralar. Onun oradaki varlığı, otelin kıraathanesini sanata meraklı gençlerin edebi sohbet toplantıları yaptığı “gıpta ile yad edilecek” bir edebiyat ve kültür kulübü haline getirir.
O ilk günlerde Gazi’nin Balıkesir’i ziyareti sırasında Türkocağı’ndaki hoşgeldin konuşmasını yapma görevi babama verilir. Paşa Camii’ndeki ünlü hutbesini dinleyenler arasında yakın arkadaş edindiği Neyzen Tevfik de vardır. Şakayı seven Neyzen babamın kulağına eğilip “Yeni padişahımız belli oldu. Artık ona biat edeceğiz” der.
Kaptanzade Oteli kıraathanesindeki sohbetlere devam eden pek çok genç vardır. Örneğin sonraki yıllarda ilk Sosyalist Parti’yi kuracak olan Esat Adil (Müstecaplıoğlu). 1940’lı yıllarda sosyalist eğilimlerinden dolayı takibata uğrayan, orada evlenen ve af çıkınca yurda dönen Mazhar Tekin. Bu kadar meraklı ve heyecanlı kişi biraraya gelince babam ortaya bir fikir atar. “Haydi bir dergi çıkaralım” der. Dilek matbaasının sahibini ikna ederler. 1923 Mart ayında Dilek dergisinin ilk sayısı en başında çerçeveye alınmış Gazi’nin hutbesi olmak üzere piyasaya çıkar. Bir-iki sayı sonra matbaa sahibi “Çocuklar, ben bu masrafa dayanamayacağım” der ve havlu atar.
Dilek dergisi dolayısıyla duyulan haz akıllarda kalmıştır. Yeni bir dergi çıkaracaklardır. Babam, “Ben bu işe encümenlikten alacağım ödenekleri vakfediyorum; kâğıt temini benden; artarsa baskı işine de katkıda bulunurum” der. Mazhar Tekin’in matbaacılık deneyimi vardır. O da “İşin teknik yanı benden” der. Babam çıkacak derginin adını gençlik coşkusundan esinlenerek Çağlayan olarak saptamıştır.
Yeni derginin doğal sahibi babamdır. Künyesine resmen yazılan idare yeri şöyledir: “Kaptanzade otelinde mahsus oda”. Bu elbette babamın kiralık odası. Tam o sırada Balıkesir’e Kastamonu’dan ilkokul öğretmeni olarak ateşli bir delikanlı atanmış ve oteldeki sohbetlere ortak olmaya başlamıştır. Bu girişken gencin adı Orhan Şaik’tir (Gökyay). Çağlayan’ın Sorumlu Yazıişleri Müdürü de bulunmuştur.
15 günde bir yayımlanacak derginin ilk sayısı 1925 Ekim’inde okuyucularına sunulur. Ruhi Naci, Orhan Şaik, Esat Adil ve Mansur Tekin’den ibaret çekirdek kadronun yazılarından başka Hüseyin Avni, Muharrem Hasbi, Nüzhet Şükrü, İbrahim Cudi, Refik Fikret, Faik Ali, Ali Ekrem, Arif Nihat gibi kimi amatör olarak kalmış, kimi adını ileriki yıllarda başka vadilerde de duyurmuş imzalar yer alacaktır.
Bu arada Sabahattin Ali de Edremit’te unutulmamış, babamın girişimiyle Balıkesir Muallim Mektebi’ne yazılmıştır. Onun 16-17 yaşlarında bir öğrenciyken yazdığı ilk şiirler Çağlayan dergisinde yayımlanır. Bu okul macerasının biraz daha ilerisi var. Sabahattin, bir-iki arkadaşıyla bir metni şapograf adı verilen bir teknikle çoğaltıp dağıtmışlar. Ne tür bir metin ise, bu okul idaresince disiplin suçu sayılmış. Cezası ise okuldan tart. Babam “Çocuğun istikbalini karartmayalım, onu okuldan biz almış olalım” diyor ve öyle yapılıyor. Kısa bir süre sonra da İstanbul’daki Çapa Muallim Mektebi’ne gönderiliyor.
Ruhi Naci Bey, İzmir’den Edremit’e döndüğü sıralarda yetenekli bir başka gencin yetişmesine de yardımcı oluyor. Bu delikanlı Mustafa Seyit. İleriki yıllarda çok iyi bir şair olarak kendini gösterecek ve ünlenen “Sutüven” şiirinin adını soyadı olarak alacaktır. Kafileye o zamanlar çocuk yaşta olan Sıtkı Yırcalı gibi başka örnekleri de katabiliriz.
Anlatılacak İstanbul günlerinde Mehmet Akif’li, Neyzen Tevfik’li, son Mevlevi şeyhi Remzi Dede’li, Mahir İz’li daha pek çok hikaye heybede kaldı. Belli olmaz, onları da heybeden çıkarabiliriz bir gün. Şimdi “Onlar ermiş muradına” deyip burada keselim.