1800’lerin sonlarında bireysel anarşist eylemlerle başlayan, 1. Dünya Savaşı sonrasında giderek sistemli bir yapı kazanan şiddet hareketleri, günümüzde dünya çapında “düşük yoğunluklu savaş” ortamı yarattı. 20. yüzyıl boyunca gerek devletler gerekse gayrı nizami örgütler tarafından uygulanan terör eylemleri, artık uluslararası ölçekte, büyük kentlerde ve insanların günlük hayatını altüst eden bir seviyede hüküm sürüyor.
SUNUŞ
Savaş içinde birarada yaşamak
Sekiz milyarlık dünyamızda beş milyar yoksul insan şehir merkezleri ve civarındaki kuşaklarda yaşıyor. Varolan yönetim ve üretim biçimleri, eşitsizliği gidermek bir yana daha da arttırıyor; hoşnutsuzluk, mutsuzluk içindeki geniş kitleler, kimlik, din, mezhep, aidiyet ve diğer farklı ideolojiler kullanılarak, terörün içine çekiliyor. Türkiye’ye de sıçrayan kent savaşları, büyük merkezlerde patlayan bombalar, öldürülen çocuk ve kadınlar, her gün duyduğumuz şehit haberleri, günlük hayatın normal seyrine imkan vermiyor.
Siyasetin çözüm üretmekte zorlandığı, etki-tepki mekanizmasıyla körüklenen terör faaliyetleri, yine günlük “lanetlemeler” veya politikacıların karşılıklı suçlamalarıyla gündemi şekillendiriyor.
Bu sayımızda, terörün ve terörü yöntem olarak benimseyen hareketlerin 19. yüzyıl sonundan 21. yüzyıl başına kadar uzanan uluslararası macerasına ışık tutmaya çalıştık. Özellikle son on yılın değişen dünyasına nereden geldiğimizi anlamak için.
İnsanlık tüm tarih boyunca şiddetle iç içe yaşamıştır. Son yüz yıldır ise, her gün ortalama 4 ila 5 bin insan, hemcinsleri tarafından şiddet kullanılarak hayattan koparılıyor. Savaşlarda bu sayı artmakta, sair zamanlarda düşmektedir ama, bu kadar yaygın olan şiddet içerisinde “terör” kategorisini ayırmak gerçekten kolay değil.
Terör resmi veya gayrıresmî örgütler tarafından uygulanabileceği gibi, bazılarının terör olarak nitelendirdiği şiddet, başkaları tarafından pekala son derece meşru görülebilmekte. Bu nedenle, terörden söz ederken, bunun hangi bağlamda kullanıldığına dikkat etmek gerekir. Ancak, en genel olarak baktığımızda, terörün, devlet otoritesinin zaafa uğradığı veya çöktüğü dönemlerde tırmanışa geçtiğini söylemek mümkündür (Bu durum, devlet terörünü elbette dışlamaz). Örneğin 1905’te Rusya’da, Çarlık dönemindeki Kanlı Pazar katliamında olduğu gibi, devlet otoritesinin en sağlam göründüğü dönemde de terör vardır. Ama bunlar, 1914 Ağustos’unda başlayan siper terörünün ve bunun sonucu olarak 1917’de Çarlık devletinin yıkılmasıyla başlayan uzun iç savaşlarda meydana gelen terörle karşılaştırılamayacak kadar küçük kalır. Yüzler ve binler mertebesinden çıkıp, milyonlar ve on milyonlar mertebesini konuşmaya başlarız. Sembolik olarak, bu dönemin karşılıklı beyaz terörü ile kızıl terörünü sıçrama noktası olarak almak, tarihî gerçekliğe de uygun düşer. Bu tarihte Rusya’da başlayan iç savaşla birlikte, terör dünya çapında olağanüstü yaygınlaşmıştır.
Tarihte kamu otoritesinin çökmesi terörü artıran baş etkenlerden biri olmakla birlikte, kamu otoritesinin yeniden tesis edilmesi de muazzam terörle olmuştur. Çin’de 1911’de imparatorluğun yıkılıp cumhuriyetin kurulmasından, 1960’ların sonlarında “Kültür Devrimi” bitinceye kadar geçen sürede, en muhafazakar tahmine göre elli milyon insan öldürülmüş veya ölümcül koşullarda bırakılarak hayatını yitirmiştir. Bunun bir kısmı beyaz terör, bir kısmı Japon işgali, bir kısmı iç savaş ve nihayet bir kısmı da komünistlerin iktidarında yapılan katliamlardır.
Kabile terörü, devlet terörü, inanç terörü, fetih terörü, kölecilerin terörü, ideolojik terör, engizisyon, anarşist terör, haşhaşinler… Bunlar insanlık tarihinin ayrılmaz parçalarıdır. Örneğin Reformasyon döneminin 30 Yıl Savaşları gibi şiddetin son derece yaygınlaştığı dönemler de vardır. Ama, 30 Yıl Savaşları’nın sonunda kurulan Avrupa uluslar sisteminin getirdiği nisbi barış ve Fransız İhtilal savaşları sonrasında oluşturulan Metternich sisteminin göreceli istikrarı, 1910’larda bir daha asla geri gelmeyecek şekilde bozulmuştur. Dolayısıyla 1910’lu yılları dünyada terörün tırmanışının dönüm noktası olarak görmek oldukça mantıklıdır. O tarihten bugüne kadar 200 milyondan fazla insan terör olaylarında öldürülmüştür. Bu nedenle, Pandora’nın kutusunu açan 1. Birinci Dünya Savaşı, “tüm savaşların anası”dır.
Napoléon’dan bu yana dünya nüfusu sekiz kat arttı. 1800 yılında gezegenimizde 978 milyon kişi yaşıyordu. 1850’de 1.266, 1900’de 1.650, 1950’de 2.521 milyon olduk. 21. yüzyıla girerken 6 milyardık. Dört yıl sonra 8 milyara iyice yaklaşmış olacağız. Ancak çok önemli bir gelişme daha var. Son iki yüzyılda dünya nüfusu sekiz kat artarken, kentlerin nüfusu en az 150 kat artmış olacak. Şu anda dünya nüfusunun % 55’i kentlerde yaşıyor. 2050’de 9.2 milyar olması beklenen nüfusun neredeyse dörtte üçü olan yaklaşık 6.5 milyar insan kentli olacak. Bunların da önemli bir kısmı, nüfusu 10 milyonun üzerinde olan mega kentlerde yaşayacak.
Günümüzde bu dünyaya çoktan adımımızı attık bile. Ama önce 19. yüzyıla kısa bir dönüş yapalım.
Anarşizmin doğuşu ve yükselişi
19. yüzyılın son yıllarında, Batı Avrupa ve ABD’yi titreten bir terör dalgası meydana gelmişti. Kahramanları kişiler değil fikirler, bunları yayan da bizzat eylemlerin kendisi olacaktı. İşte, anarşistler sahneye böyle çıktılar. Bu umutsuz romantiklerin hayalinde her yönetim tiranlıktı. Ama o yıllarda, anarşistlerin iradesini ayakta tutacak korkunç bir yoksulluk, baskı ve vahşi grev kırıcılığı vardı. Onlar da Amerikalı hakimlerin evlerini, polis merkezlerini, İspanya’da opera seyreden orta sınıftan burjuvaları ve nihayet Fransız Meclisi’ni bombaladılar. Avusturyalı ve İtalyan aristokratları öldürdüler.
Anarşistler Paris’te sıradan halkın gittiği kafelere bomba koyup terörü yaygınlaştırmaya çalıştılar ve Başkan Sadi Carnot’yu öldürdüler. Bunu ABD başkanı McKinley’e yaptıkları suikast izledi. Terör bu dönemde gerçekten de Batı’nın kentlerini ciddi bir korku ve endişeye boğmuştu. Polis teşkilatları toplantı üzerine toplantı yapıp bunlarla nasıl başa çıkacaklarını bulmaya çalışıyorlardı. Ama anarşist hareketin sonunu bizzat kendi niteliği getirdi. Birleşmekten aciz, kendi aralarında örgütlenmeyi bile hiyerarşik baskı olarak gören, sistemli politika yapmaktan uzak olan bu insanlar teker teker kıstırılıp öldürüldü. Anarşistler sansasyonel eylemlerle seslerini duyurabileceklerini düşünmüşlerdi. Sesleri duyuldu ama kimse karşılık vermedi.
Bununla birlikte, anarşizmin insanların son bireysel çığlığı, kitleler arasında bireysel özgürlüğün son savunusu olduğu ifade edilmiştir. Bundan sonra devlet, parti ve sendika örgütleri herkesi denetim altına alacak, “terör yapılacaksa, örgütlü terör olacak”tı.
Gecekondu iktidarları
20. yüzyılın kentleşmesi, anarşistleri ortaya çıkartan gettolardan sonra, bir gecekondu patlaması yarattı. Dünyanın küçük bir bölümü zenginleşip kentlerini düzene sokarken, yüzlerce büyük kent gecekondular tarafından kuşatılmaya başlanmıştı bile. Çin’den Brezilya’ya, Türkiye’den Hindistan’a kadar sayısız ülkenin, bu yerleşimi düzenleyecek ne kadrosu, ne de yeterli kaynağı vardı. Böylece kentler gecekondu kuşaklarının içerisindeki adalar halinde kaldılar. Birçok ülkede, gecekondular resmî makamların denetimi dışında bir hayat geliştirdiler.
Bunun sonuçları, kırsal kesimde meydana gelenden farklıydı. Kırda yaşayanlar, ne kadar yoksul olurlarsa olsunlar, çoğunlukla kendi geçimlik üretimleriyle yılı atlatan, suya, elektriğe para vermeyen ailelerdi. Kente gelince bunlar birer altyapı ihtiyacı haline dönüştüğü gibi, çöp toplanması, yol ve haberleşme gibi daha önce olmayan ihtiyaçlar eklendi. Gıda da, çarşı pazardan satın alınan bir şey haline geldi. Eğitim ve sağlık gibi ihtiyaçlar daha ön plana çıktı. Ve gene bunların hepsinin yanına, geleneksel dayanışmadan boşalan yeri doldurmaya aday gayrıresmî örgütler çıktı. Söz konusu boşluk, kent insanlarının zamanla tarikatlar, cemaatler ve suç şebekelerinin eline düşmesiyle sonuçlandı. İnsanlar bu gruplara aidiyet sayesinde dayanışma boşluğunu dolduruyorlar, çocuklarını büyütüyor, iş buluyor, iş kuruyor ve toplumda yer sahibi olmayı başarıyorlardı. Elbette, sahip oldukları yeni güç ve para, zamanla politik güce dönüşüyordu.
Bu durum elbette her ülkede veya bölgede farklı şekillerde tezahür etmiştir. Kimi yerde, gecekondularda serpilme ve büyük paralar kazanma olanağı bulan cemaatlere dayanan siyasi partiler meclislere girmekte, hatta iktidar olmaktaydı. Kaldı ki, kentin oy sahibi yeni insanları da geleneksel olarak kayırmacılığa ve rüşvete dayanan bürokrasi içinde yer almakta, bazen buna hakim olmakta, bazen de bu yönetim mekanizmalarının alternatiflerini yaratmaktaydı.
Narko-kültür ve etkileri
Latin Amerika ülkelerindeki uyuşturucu kartelleri, hem terör, hem de sosyal yardımlaşma yoluyla ikili bir görünüm arz eden ve “narko-kültür” adı verilen alternatif örgütlenmelerin bir örneğidir. Uyuşturucu baronları bir yandan sürekli terör ile binlerce kişiyi öldürürken, diğer yandan da önce köylerde, giderek gecekondu mahallelerinde yaptıkları yardımlarla sosyal bir taban sahibi olmuşlardı. Meksikalı uyuşturucu patronu, “El Chapo” lakaplı Joaquain Guzman yakalandığı zaman, iş ve para sağlamış olduğu kadınlı erkekli binlerce kişi onun için gösteri yapmış, serbest bırakılmasını isteyen pankartlarla yürümüşlerdi.
Karteller, terör + sosyal dayanışma formülünü o kadar iyi oturtmuşlardı ki, ABD’nin hiçbir çabası onları yerlerinden edememektedir. Bu tür uyuşturucu patronları Güney Asya’da, Afganistan’dan Hindiçin’e kadar uzanan bir kuşakta da göze çarpmaktadır. Uzun Vietnam Savaşı sırasında, Batılı istihbarat örgütleri buradan dünyanın dört bir yanına yapılan uyuşturucu trafiğine karışmış, bundan elde edilen parayı destekledikleri güçlere yönlendirmişlerdi. Daha sonra bunun yanına dünyanın dört bir yanına dağılmış destekçilerinden topladıkları büyük fonlar da eklendi. Bunlar sayesinde örneğin Arap ülkelerinde büyük sosyal yardımlaşma ağları kurabiliyorlar ki, bunlar sonu gelmez bir savaşçı kaynağı ouşturuyor.
Alternatif cemaatler
Yeni haberleşme olanakları da bu tür dayanışmacı suç örgütleri tarafından kullanılmaktadır. Latin Amerika kartelleri veya İslâm dünyasındaki cemaatler şimdi sosyal medya üzerinden hem haberleşiyorlar, hem de propaganda yapıyorlar. Cep telefonlarından çok önce de, İranlı radikaller o zaman yaygınlaşmış olan ucuz Japon kasetçalarları kullanarak Humeyni kasetlerini, sonra da videolarını dağıtmışlardı.
İslâm ülkelerinde, geleneksel devlet mekanizmalarının çözülmesi, yıkılması veya etkisiz kalması sonucunda alternatif cemaat yönetimlerinin şiddetle iç içe gelişmesinin çok sayıda örneği bulunmaktadır. Bunlardan biri Gazze’de yönetimi elinde tutan Hamas’tır. 1967 Savaşı’nda İsraillilerin kolayca ele geçirdikleri bu bölge, çok kısa sürede müthiş bir nüfus patlamasına neden olmuştu. Burası, aralarında balıkçı köylerinin de olduğu toplam 350 bin nüfuslu bir bölgeden, bir buçuk milyona yakın insanın yaşadığı bir kent-gecekondu karışımı bölgeye dönüştü. El Fetih ve diğer örgütlerin ardı ardına yenilgilerden sonra etkilerini yitirmesini takiben FKÖ’nün yerine Hamas devreye girdi ve Filistin yönetimi içerisinde oluşan boşluğu çok kısa sürede doldurdu. Formül gene aynıydı. Bir yandan Gazze ve Batı Yakası’nda sosyal yardımlaşma işlerinin yarısını yapar hale gelirken, diğer yandan da askerî kanadıyla etkili eylemler gerçekleştiriyordu.
Sürekli direniş İsrail’ın bu bölgeyi işgalini aşırı zor ve pahalı kılınca, buradaki yerleşimlerini bırakıp çekildiler ama dışarıdan etkili bir abluka geliştirdiler. Böylece Batı yakası ve Gazze, duvarlar ve dikenli tellerle çevrili “kalabalık cehennemler”in oluşturulmasında günümüz için çok kötü birer örnek de teşkil etti. Eskiden duvarlar kentleri korurken, geleceğin dünyasında istenmeyen nüfusları kentsel alanlara hapsetmek için kullanılacakmış gibi daha şimdiden sürekli yenileri inşa ediliyor. 1945-48 yılları arasında Arapları sindirmeye çalışırken, Kudüs’te İngilizlere karşı yoğun bir terör kampanyası ile onları çekilmeye zorlayan Yahudiler, bu kez kendi başa çıkamadıkları bir Arap şiddeti yaratmış oldular.
1996-2000 Grozni
19. yüzyıla kadar, yeni dünyadaki bazı istisnalar dışında, kentler surlarla çevrili olup bunun içerisinde korunurdu. Çoğu kentte, ayaklanma ve sızmalara karşı bir de iç kale bulunurdu. Kentleri kuşatanlar surları bir kez aştıkları zaman, savunmacıların hiçbir şansı kalmaz, kent teslim olmak zorunda kalırdı. 20. yüzyılda ise kentler surlardan çıktı ama betondan birer savaş alanı geldi. Yıkılmış binalar çok daha iyi savunma sağlayan birer mevzi haline dönüştüler. Böylece kent terörünün yanısıra, kent savaşları da hayatın bir parçası oldu. Varşova, Berlin, Budapeşte, Manila, Stalingrad, Hue, Beyrut, Bağdat, Vukovar, Saraybosna, Felluce, Grozni ve Halep, yüzlerce kent savaşı içerisinde öne çıkanlardır. Bunların bazılarında tam teşekküllü ordular birbirleriyle, bazılarında da derme çatma silahları olan gruplarla aylarca ve bazen defalarca savaştılar. Bu durumun bazı temel özelliklerini örnekler üzerinden anlatmaya çalışalım.
1996 ve 2000 yıllarında Grozni’de yapılan savaşlar, kent savaşlarının birçok özelliklerini taşır. Beton yapılar çok iyi birer mevzi olduğu gibi, kanalizasyon şebekesi de görünmeden hareket olanağı sağlamaktaydı. Tanklar ise toplarını binaların üst katlarına ateş edecek şekilde yükseltemiyorlardı. Kaldı ki, dar sokaklar da ateş alanlarını ve gözlem olanaklarını kapatmaktaydı. Ayrıca Çeçenler yakın mesafeden savaşarak Rusların kendi birliklerini vurma korkusuyla ağır silahlar kullanmalarını önlüyordu. Böylece Ruslar kent ortamında sayısal ve silah avantajlarını kullanamadılar. Tüm kent tek bir savaş potası haline geldi. Ne var ki 1996 yazındaki savaşta şiddetin yoğunluğu nüfusun kenti terk etmesine yol açtı. Çeçen savaşçılar yalnız kaldıkça Ruslar onların yerini daha rahat belirlemeye başladı.
2000 yılının başında Ruslar tekrar taarruza geçtiler. İkinci savaşta ağır silahlı birlikleri savaşa girmedi ama kenti sıkı bir şekilde kuşatıp tecrit ettiler. İçeri giren keşif birlikleri uçaklar, topçu ateşi ve -bu kez aynı terimin sadece aktarıcısıyız- tüm bombaların anası diye adlandırılan termobarik bombalarla Çeçen direnişçileri imha ettiler. Atom bombasından sonra en kuvvetli şok ve ısı etkisi yaratan bu bombalar tüm canlıları adeta buharlaştırmaktaydı. Kayıplarını karşılayacak olanaklardan yoksun olan Çeçenlerin savunmasının çökmesi kaçınılmaz hale geldi.
Irak’ta savaş ve terör
Irak, yakın tarihte bir dizi önemli örneğe sahne oldu. Irak ordusunun direnişini kısa sürede kıran Amerikalılar Bağdat’ı işgal ederken, Mukteda El Sadr kentin büyük yoksul mahallelerindeki örgütlenmesini pekiştirmekte, buradaki dinî/sosyal yardım merkezleri onun kontrolüne geçmekteydi. Bu örgütlenme, ABD’nin Irak’a taşıyıp dağıttığı uçaklar ve TIR’lar dolusu paradan çok daha büyük bir etki yapmaktaydı. Kerbela’ya düzenlediği dinî ziyaretler de buna hizmet amacı taşıyordu. Bu şekilde kontrol ettiği mahallelerde, Amerikalıların müdahalesine karşı yıpratıcı ve sürekli bir terör kampanyası başlattı. Amerikalılar bunun üzerine Bağdat’ın Şii yoğunluklu yoksul mahallelerini duvarlarla çevirmeye başladılar. Bu duvarın inşaatı sırasında hazırladıkları ateş alanlarına intihar saldırısı yapan yüzlerce militanı öldürdüler. Ne var ki, onları söküp atamadılar. Formül gene aynı idi: Çürümüş ve suistimallerle güvenini yitirmiş bir rejime alternatif gölge yönetimler kurmak, halkın temel ihtiyaçlarını sağlayıp iş olanakları yaratmak ve nihayet seçici şiddet kullanarak işgalcileri ve/veya yönetimi yıpratmak, alternatif yönetimi sürekli kılmak.
Barış içinde değil “savaş içinde birarada yaşama” tabiri bu nedenle giderek yaygınlaşmaktadır. Ya da en doğru terimi ararsak “düşük yoğunluklu savaş içinde birarada var olmak” diyebiliriz. Burada gayrı-nizami kuvvetler genelde büyük çatışmalara girmeden, büyük hedef teşkil etmeden, uzun bir yıpratma savaşı yürütür ve resmî otoritenin halkı kazanmasını önleyecek, bu tür girişimleri sabote edecek bir hat izler. Bu tür mücadelelerde iki taraf da tayin edici bir dizi muharebe ile zafere ulaşamaz. Milis kuvvetleri yenemeyecekleri düzenli orduya karşı ağırlıkla pusu ve sabotaj eylemleri yaparken, kuvvetli ordu da karşısında yeneceği bir düşman birliği bulamaz. İki taraf da halkın desteğini kazandıkları oranda güçlenirler.
Sekiz milyarlık dünyadaki beş milyar yoksul kentli, denetlenebilir bir güç değildir. Bazı bölgelerde belli örgütler öne çıksa da, genellikle çok sayıda örgütün bir arada barındığı bir yapılaşma görülür. Örneğin Suriye’de o kadar çok örgüt vardır ki, bunların çoğu, ancak içinde yer aldıkları kümeler içinde sayılıp geçilir. Çoğu zaman bunlar etnik veya din veya mezhep temelinde farklılaşır. İdeolojileri bu temeller içerisinde önemsizleşir. Varolmak ve etkinliklerini artırmak için sosyal tabanlarına olanak sağlamak ve belli bir silahlı güç bulundurmak zorundadırlar.
‘KİRLİ SAVAŞ’* ÖNCESİNİN BÜYÜK TERÖR EYLEMLERİ
1. YÜZYIL
Günümüzden yaklaşık 2000 yıl önce, 1. Roma-Yahudi Savaşı’nda Kudüs’e giren Yahudi köktendinci Zealotlar 700’den fazla Roma askerini pelerinlerinin altına sakladıkları hançerlerle öldürdüler.
16 EYLÜL 1920
New York’un finans merkezi Wall Street’te gerçekleştirilen terörist saldırıda bir at arabasına yerleştirilen 47 kilo dinamit patlatıldı. 38 kişi öldü, 400’den fazlası yaralandı. Failler bulunamadı.
22 TEMMUZ 1946
Radikal Siyonist grup Irgun’un İngilizlerin Filistin’de karargah olarak kullandığı King David oteline yerleştirdiği bomba patladı. Bina yıkılırken farklı tabiyetlerden 91 kişi öldü, 46 kişi yaralandı.
19 AĞUSTOS 1978
İran’ın Abadan kentindeki Rex sinemasında çıkan yangın 470 kişinin hayatına mal oldu, cesetlerin çoğunun kimliği tespit edilemedi. Yangını Şah karşıtı bir grubun başlattığı anlaşıldı.
20 KASIM 1979
Kendini “Mehdi” ilan eden Muhammed Adbullah El Kahtani’ye bağlı militanlar hac sırasında Kabe’yi bastı. Kutsal mekanda çıkan çatışmalar sırasında 255 hacı öldü, 500’ü yaralandı.
23 EKİM 1983
Lübnan İç Savaşı’nda, İslami Cihad’ın (Hizbullah) terörist eyleminde, TNT yüklü iki ayrı kamyon uluslararası kuvvetlerin kışlalarında patlatıldı. 241 Amerikalı, 58 Fransız görevli hayatını kaybetti.
21 ARALIK 1988
Londra’dan New York’a uçan Pan American uçağı Libyalı iki ajanın yerleştirdiği bombanın infilak etmesi sonucunda İskoçya’nın Lockerbie kasabasına düştü. Yolcu ve kasaba sakini toplam 270 kişi öldü.
11 EYLÜL 2001
El Kaide militanlarının kaçırdığı uçaklar Manhattan’daki Dünya Ticaret Merkezi gökdelenlerine çarptırılarak infilak ettirildi. Tarihin bu en ölümcül terörist saldırısında yaklaşık 3000 kişi can verdi.
12 EKİM 2002
Endonezya’nın Bali şehrinde radikal İslamcı intihar bombacılarının bir gece kulübüne ve Amerikan konsolosluğuna düzenlediği saldırılarda 38’i yerel halktan, 164’ü turist toplam 202 kişi öldü.
15/20 KASIM 2003
İstanbul’da beş gün arayla Bet İsrail ve Neve Şalom sinagoglarına, İngiltere konsolosluğuna ve HSBC binasına bombalı intihar saldırıları düzenlendi. İki günün acı bilançosu 59 ölü, 750 yaralı oldu.
11 MART 2004
Avrupa’nın o güne kadar tanık olduğu en büyük terör eylemlerinden biri olan saldırıda, Madrid’de, Cercania trenine yerleştirilen bombalar eşzamanlı olarak patlatıldı, yaklaşık 200 kişi can verdi.
14 AĞUSTOS 2007
Musul yakınlarındaki Kahtaniye ve Cezire’deki Ezidileri hedefleyen tarihin en ağır ikinci terör saldırısında, üç bomba yüklü kamyon ve bir benzin tankeri havaya uçuruldu: 500 ölü, 1500 yaralı.