Medya ve sivil toplumun kültür varlıklarının korunması konusunda gösterdiği duyarlılık, bu defa ters tepti. Muhtemelen geçmiş olumsuz tecrübelerden kaynaklanan aşırı hassasiyet, yeterince araştırılmadan yapılan haberlere zemin hazırladı. Geçen ay ayyuka çıkan Topkapı Sarayı’nın bahçesinin imara açıldığı yolundaki iddia ve haberler, bu benzersiz sit alanına fayda yerine zarar getirdi.
Geçenlerde önce bir gazetede, ardından medyanın her türlüsünde bir vaveyla koparıldı: “Topkapı Sarayı İmara Açılıyor!”. Hepimiz sarayın birbirinden sevimli avlularında yükselen “hiç sevmediğimiz”, “asla kullanmadığımız” çok katlı rezidansları, AVM’leri, otelleri görür gibi olduk. Garip hava fotoğrafları, haritalar hazırlandı. Bu tür kültür varlığı koruma rüzgarları için hazır bekleyen birkaç sivil toplum örgütü de kıymetli açıklamalarını esirgemedi. Genelde olduğu gibi bu sefer de bilgi vermek yerine kanaat bildirdiler. Ama bu koparılan fırtınada kimse nerede ne meydana geldiğinden, kimin ne istediğinden, kimlerin neye karşı çıktığından haberdar olamadı.
Topkapı Saray arazisi ve civarında uzun zaman geçiren, 1990’dan beri bölgeyi mümkün oldukça ziyaret eden biriyim. Biliyorum, bu tür açıklamaları çok az kişi okur. Aslında konu günümüzün “yoğun gündemi” içinde çoktan unutulmuş, herkes “başka yerleri kurtarmak için” çalışmaya başlamış bile!
Haberlerin ve tartışmanın başladığı yer Topkapı Sarayı’nın Marmara Denizi’ne bakan yamaçları. Bu bölge 1. Derece Arkeolojik Sit iken Fatih Belediyesi’nin talebi ile Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun değerlendirmeleri sonucunda 3. Derece Arkeolojik Sit olarak öneriliyor. Ancak kurul bu değerlendirmesini, Kültür Bakanlığı’nın ilgili birimlerine gönderip, bunun bir kez daha üst ölçekte incelenmesini istiyor. İşte bu sırada ilgili kurumlarından birinden bir yetkili, medyanın konu ile ilgilenebilecek bir ferdine meseleyi iletiyor. O da benzer haberlerde her zaman yaptığı gibi dikkati çekip okunacak hale getiriyor: “Topkapı Sarayı İmara Açılıyor!”
Topkapı Sarayı 1470’lerde Fatih Sultan Mehmet tarafından yaklaşık 700 bin metrekarelik bir alanda kuruluyor. Etrafı surlarla çevrili geniş bahçeler içinde birçok avlu ve yapıdan oluşan bir saray inşa ediliyor. Öncesinde burada Bizans’ın birçok kilise ve manastırı, görkemli malikaneleri vardı. Bizansın öncesinde ise Bizantion isimli bir antik kentin sütunlu caddeleri, tapınakları, tiyatroları ve akropolü bulunuyordu. Bu Helen kentinden önce ise herhalde Traklar’ın bir kasabası, onlardan önce ise adlarını bilemediğimiz en eski İstanbullular’ın köyleri… Binlerce yıldır yaşanan bu alanın bazı yerlerinde neredeyse on metre yüksekliğinde kültür toprağı oluşmuş. Toprak üzerinde yürürken neredeyse hiçbir şey görülmüyor. Kalıntılar bir gün kendilerini açığa çıkaracak biliminsanlarını bekliyor.
Saray, Sultan Abdülmecid zamanında kısmen terk ediliyor. 1868’de yılında saraya adını veren tam da bugün Sarayburnu dediğimiz yerde bulunan Topkapısı Sahil Sarayı ve çevresindeki köşkler yanıyor. Bundan birkaç yıl sonra 1870’lerde Sultan Abdülaziz dış bahçelerinden Rumeli demiryolu hattının geçmesine izin veriyor. Sarayın inşaından neredeyse 400 yıl sonra saray bahçeleri modernleşmeye feda ediliyor. Devletin zor günleri… Aydınlar biraz itiraz etse de çok fazla tepki göstermiyor.
Artık sultanların pek ilgilenmediği Topkapı Sarayı’nda demiryolu ile saray arasında askerî bir bölge oluşturulup bazı silah depoları inşa ediliyor. Böylece alanın önemli bir bölümü İstanbullularca görülemese de korunuyor. Ama demiryolu ile sahil surları arasında kalan alan kaderine terkediliyor.
Demiryolu adeta bir hendek gibi bazı yerlerde neredeyse üç metre derinliğinde bir açmanın içinden geçiyor. Deniz yönünde sahil surları var. Bizans, Osmanlı her dönemin izlerini taşıyan bu duvarlar yaklaşık on, oniki metre yüksekliğinde. Demiryolu ile surlar arasında bazı yerlerde 100 metreye yakın bir açıklık varken, bazı yerlerde raylar neredeyse surların üzerine oturuyor.
1950’li yıllarda inşa edilen sahil yolu, alanın biraz daha görünür olmasını sağlıyor ama hâlâ surlar yaklaşık 10 metre yüksekliğinde bir engel olarak yükselmeye devam ediyor. Artık alanımız demiryolu ile sahil yolu arasında. Bu iki engelin arasında da kentin tarihî surları var. İki ulaşım hattı hergün binlerce İstanbulluyu bu alanın iki sınırından geçiriyor. İçinden geçilse de çok az İstanbullu alanı tanıyor.
Alanın her yerinde surların arkasına gizlenmiş birçok sarnıç, mahzen, yapı kalıntıları var. Modern kentin evsizleri, düşkünleri, kimsesizleri bu oyuklarda boşluklarda yaşamaya çalışıyor. Zaman zaman suça meyilli bazı gruplar burada öbekleniyor. Bölge kentin hem içinde, hem dışında, hem çok yakın, hem çok uzak. Dünyanın bütün büyük kentlerindeki gibi, aklınıza gelecek her türlü uygunsuzluk için çok elverişli bir bölge. Gözlerden uzak.
1990’larda bir ara “surları restore edelim” deniyor. İki yıl İstanbul Belediyesi uğraşıyor. Projeler hazırlanıyor, biraz kazı yapılıyor, biraz da restorasyon. İş çok büyük; sonunda bırakılıyor. 2000’li yıllarda alan, kaçak define kazıları, vahşi cinayetler, gasp, taciz, tecavüz, evsizlerin işgalleri gibi bazıları çok ilgi çekip konuşulan, bazıları küçücük haberler halinde kalan birçok kötü olayla medyanın her dalında anılıyor. Bizim #tarih dergisi ise, bölgenin önemini, bazıları eşsiz, bazıları çok görkemli yapılarını tanıtmaya çabalıyor. En az ilgi çeken, kimsenin umursamadığı yazılar da tahmin edebileceğiniz gibi bunlar oluyor. İstanbullular’ın çoğu, kentin geçmişini ancak tartışmalara, kavgalara konu olursa ilginç buluyor.
2015’te Büyük Şehir Belediyesi Kültür Varlıkları Projeler Müdürlüğü bütün “Marmara Surlar”ı için bir genel proje hazırlatıyor. Aynı yıl Kültür Bakanlığı bölge surları için mimar Ayşenur Cücenoğlu ve ekibine detaylı bir proje hazırlatıyor. Bu projede sanat tarihi uzmanı da benim. Sur arkasındaki bazı büyük mahzenler de tespit edip değerlendiriyor ve bu çalışmalar bölgeden sorumlu Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu tarafından onaylanıyor. 2017’de aynı bakanlık surlar üzerindeki Sinan Paşa /İncili Köşk’ün projelerinin yapılmasını istiyor. Yine kalabalık bir ekip büyük emek veriyor. Bu projeler maalesef pek haber olamıyor. İlgili kurumlar iyi işler yapabiliyor ama, bunu kent halkıyla paylaşmak konusunda çok ürkekler.
Alanın sıkıntılarını çözmeye çalışan yerel yönetim ve kurullar 1. Derece arkeolojik sit uygulamasının, bu bölgenin korunmasında yeterli olmadığını görüyor. Kentin en önemli arkelojik alanlarından birinde, şüphesiz ancak sadece bilimsel amaçlı kazı yapılabilir. Sadece zaruri altyapı çalışmaları için kurtarma kazıları yapılabilir. Ama kentin bunca arkeoloji ve sanat tarihi bölümünün bunca uzmanı, bölge için bugüne kadar bir kazı başvurusunda bulunmamış. Bu sıkıntı çözlüp biri alanda kazı yapmaya ikna edilse bile, 1. Derece arkelojik sitlerde kazı sonrası sadece arkeolojik park oluşturulabilir. Yeniden fonksiyonlandırma sorunludur. Görüldüğü kadarı ile Fatih Belediyesi ve Kurul, alanın korunması için 3. Derece arkeolojik sit değerlendirmesini gündeme getirmeye çalışmış.
Topkapı Sarayı ve dış bahçeleri’nin Vedat Hakkı Eldem tarafından hazırlanan planı.
Topkapı Sarayı’nı çevreleyen Sur-i Sultani’nin tamamı, 1995’te “1. Derece Arkeolojik Sit Alanı” olarak belirlendi. Esasen sorunun temel kaynağını da bu karardaki eksiklik teşkil etti. Zira bu kararla Topkapı Sarayı’nın altındaki arkeolojik değerler mutlak korumaya alınırken, yaşayan kültürümüzün en önemli eserlerinden olan Topkapı Sarayı’nın kendisi için kapsamlı bir karar alınmadı. Ağaç dikilmesi bile yasak olan 1. Derece Arkeolojik Sit alanına ilişkin ilke kararı; alanı kırsal bir bölgede keşfedilen örenyeri mantığı ile değerlendirmekte ve buna göre düzenlemeler içermekteydi.
“Topkapı Sarayı imara açılıyor” şeklinde koparılan fırtına sırasında artık bu didişmelerden yılan görevliler hemen projeyi geri çektiler. Böylece sorun bitti! Kentin en etkileyici arkelojik alanlarından biri, 1870’lerden beri devam eden terkedilmişliğine geri döndü. Nasıl olsa kültür varlıkları sahip oldukları değerle gündeme gelmeyi başaramaz. Osmanlı arkeolojisinin önünü açmayı hedefleyen Koruma Kurulu kararının yalanlarla ve toplumu provoke edecek biçimde, üstüne üstlük siyasi motifler taşıyacak biçimde servis edilmesi ise acaba kimin işine yaradı?