ABD ile yaşanan krizin ardından gerilen diplomatik ilişkiler Türkiye ile karşılıklı olarak vize prosedürlerinin askıya alınması sonucunu doğurdu. Vizenin her ne kadar 50-60 yıllık bir tarihi olsa da, ülkelerarası serbest dolaşıma dair belgeler Ortaçağ’dan beri varlığını sürdürmekte. Seyahat olanaklarının artması “prestijli” ülkelerin pasaportlarına sahip kişilerin avantajınayken, vize prosedürleriyle uğraşmak zorunda kalan “şanssız” ülke vatandaşları çile çekiyor.
Türk vatandaşlarının çok iyi bildiği gibi, yabancı ülkelere ayak basabilmek için sadece geziyi planlamak, seyahat bütçesi yapmak ya da uçak bileti almak yeterli olmuyor. Önce 1950 tarihli Pasaport Kanunu uyarınca geçerli bir Türkiye Cumhuriyeti pasaportu edinmek, ardından Schengen bölgesi ya da Britanya, Kanada, ABD, Rusya, Çin gibi ülkelere gitmek için konsolosluklarda vize kovalamak gerekiyor. Hatta konsolosluklar bireyleri doğrudan muhatap almak istemedikleri için yaklaşık on yıldır aracı firmaların kapısını aşındırmak şart. Ne de olsa, 193 ülke içinde Türk vatandaşlarının vizesiz girebildiklerinin sayısı 70’i geçmiyor.
Türkiye ile ABD arasında 2017’nin Ekim ayında patlak veren krizde görüldüğü gibi, vize verip vermemek şöyle dursun, vize başvurusunu bile kabul etmeme hali Türk vatandaşları için daha önce örneğine rastlanmamış istisnaî bir durum. Fakat Türkiye’nin yakın ekonomik, siyasi ve insani bağlarının bulunduğu ülkelere Türk pasaportu taşıyanların vizesiz gidemiyor oluşu her zaman birtakım krizlere sebep olmuş, bu ülkelerle ilişkileri zedelemiştir.
Uluslararası seyahatlerin pasaport ve vize politikaları aracılığıyla denetlenme ihtiyacı elbette sadece Türk vatandaşlarının maruz kaldığı bir durum değil. Tarihî süreç içinde seyahat olanaklarının artmasıyla bunların denetlenmesi ve kısıtlanması için geliştirilen uygulamaların yoğunlaşması neredeyse atbaşı gitmiş.
Aslında Ortaçağ’a dek insanların nereden nereye hangi amaçla gittiğini sistematik olarak sorgulama ihtiyacı ortaya çıkmamıştı. Serfliğin geçerli olduğu bir ekonomik yapıda insanları yerlerinde tutmak ve salgın hastalıkları engellemek kaygısıyla kişilerin kim olduklarını ve neden seyahat ettiklerini açıklayan belgeler bulundurmaları giderek bir zorunluluğa dönüştü.
Limanlara girmek büyük ölçüde serbest olsa da, liman şehrinin kara tarafındaki kapılarından çıkarak ülkenin iç kısımlarına geçmenin bir belge ibrazına bağlanması 15. yüzyıldan itibaren kural haline geldi. Bu belgenin “liman (kimi uzmanlara göre kapı) geçiş belgesi” anlamında “pasaport” diye adlandırılması buradan geliyor.
Pasaport kullanımının yurtiçi seyahatlerde zorunlu kılındığı durumlar da tarihte az değil. Örneğin Osmanlılar’ın mürur tezkereleri ya da yol emirleri ülkeden çıkmak isteyenlerden ziyade, Osmanlı ülkesi içindeki hareketliliği denetlemek için düzenleniyordu. Benzer şekilde Çarlık Rusyası’nın uyguladığı “iç pasaport” zorunluluğu Sovyetler Birliği döneminde bile uzun süre devam etti.
Vergi ve asker toplayabilmek için vatandaşların seyahatlerini takip etme ihtiyacı ulus-devletleşme sürecinde giderek arttı. Her ne kadar 1789 Fransız Devrimi’nden hemen sonra “seyahat özgürlüğünü kısıtladığı için” pasaport zorunluluğu kaldırılmış olsa da, ülkeden kaçan monarşi yanlılarının geri dönmelerini, asker kaçaklarının ise yurtdışına gitmelerini engellemek amacıyla sınırda pasaport ibraz etme mecburiyeti kısa bir süre sonra yeniden getirildi.
19. yüzyılda demiryolu ulaşımının gelişmesi ve seyahatlerin sıklaşması ile pasaport, laissez-passer, pasavan ve benzeri seyahat belgelerinin kullanımı giderek yaygınlaştı; gümrük memurlarının işini kolaylaştırmak için bu belgelerin standartlara bağlanması ihtiyacı da ortaya çıktı. Bu dönemde pasaportlar genellikle dilekçe formatında tek sayfa olarak kaleme alınmış belgelerdi. Bugün kullandıklarımıza benzer defter şeklinde ve fotoğraflı pasaportlarla ilk kez 20. yüzyıl başlarında Britanya vatandaşları tanıştı.
2. Dünya Savaşı ertesinde sivil havacılığın gelişmesinin de etkisiyle, uluslararası seyahatlerde pasaport olmazsa olmaz bir belge haline geldi. Ancak pasaport sahibi olmanın bir hak değil, devletin vatandaşlarına sağladığı bir ayrıcalık gibi görüldüğünü de hatırlatmak lazım. Nitekim ülkeden çıkması değişik sebeplerle sakıncalı görülenlere pasaport verilmemesi gibi uygulamalara hemen her ülke başvurmuştur. Derken ülkeden çıkmaya yeten pasaport, başka ülkelere girmek için tek başına yeterli olmamaya başladı. Çünkü son 50-60 yıldır devletler sınır kapılarından ya da konsolosluklardan “vize” adı verilen ek bir izin belgesi alma zorunluluğu getirerek, bireylerin seyahat amaçlarını ve ülkelerine geri döneceklerini ispatlamalarını talep etmeye başladılar. Pasaportta bulunan vize ve mühürlerin umulmadık yan etkileri de bu dönemde ortaya çıktı. Üzerinde İsrail vizesi olan pasaport sahiplerinin bir dizi ülkeye girmelerinin engellenmesi bunun iyi bir örneği.
Aralarındaki ilişkilerin gelişmesini teşvik etmek isteyen ülkelerin birbirine vize muafiyeti uyguladığı, hatta pasaport ibraz zorunluluğunu ortadan kaldırdıkları da olmuyor değil. Örneğin 1957’de Avrupa Konseyi kendi bünyesinde imzalanan bir vize muafiyeti anlaşması uyarınca Türkiye dahil üye ülkeler arasında vize zorunluluğunu kaldırmıştı. Ancak 12 Eylül 1980 askerî darbesinin ardından Almanya ve Fransa başta olmak üzere Avrupa ülkeleri “sığınmacı akını endişesini” dile getirip bu anlaşmayı Türk vatandaşları bakımından askıya aldılar ve yeniden vize zorunluluğu getirdiler.
O tarihlerde geçici bir tedbir olduğu dile getirilmiş olsa da, Avrupa ülkelerinin Türklere vize uygulaması kalıcı hale geldiği gibi, vize alma şartları da giderek ağırlaştı. Bu konu Türkiye-AB ilişkilerinde göçmenlerin geri kabulü ya da Suriyeli mültecilerin durumuyla ilgili anlaşmalar vesilesiyle sık sık gündeme geliyor, ancak bugüne dek bir ilerleme sağlanmış da değil. Gerçi bu konuda çok iyimser olmak da mümkün değil, zira kişilerin serbest dolaşımını ilke edinmiş Avrupa Birliği içinde bile sınır kontrollerinin yeniden tesis edilmesi talepleri mülteci krizi ve terör saldırıları nedeniyle giderek artıyor.
ABD 1927’de diplomatik ilişki kurduğu, 1940’ların sonlarından itibaren de müttefik saydığı Türkiye Cumhuriyeti’ni vize muafiyeti veya kolaylığı sağladığı birkaç “yakın dostunun” arasına zaten hiç dahil etmemişti. Bu iki NATO müttefiki arasında kopan son vize krizi ise 70 yıllık ittifak ilişkisinin sorgulanmasına yol açacak kadar derin bir sıkıntıya işaret ediyor. Anlaşılan o ki pasaport ve vize politikalarının etkili bir siyasal ve diplomatik baskı aracına dönüşme durumu yakın gelecekte güçlenerek devam edecek.