İslâmiyet öncesi Türk arkeolojisine dair yaptığımız yayınlar, Türklerin kökenini Orta Asya’ya dayandıran ve tarihsel olarak Batılılar tarafından empoze edilen teorileri tartışmaya açtı. Türkleri, uygarlığın doğduğu topraklar olan Anadolu, Mezopotamya ve İran’dan uzaklaştırıp “Sarı Irk”a dahil eden bu anlayışın ülkemizdeki takipçileri de, şimdilerde Türk tarihini Üst Paleolitik Dönem’e (MÖ 18.000) kadar geri götürmüş durumda!
Türklerin atayurt sorunu ile ilgili radikal görüşler içeren dosyanın yayını (#tarih Nisan 2018), üzerinden iki ay geçmesine karşın -konu ile ilgili tartışmaların yatışması bir yana- uluslararası bir boyut kazandı. İslâmiyet öncesi Türk arkeolojisine eski Pers kaynakları çerçevesinde bakan, katkı sağlayan ve tarihî görseller üzerinde antropolojik-stil kritik gözlemler içeren çalışmamızın yaptığı etki, bundan böyle Türk tarihinin erken dönemleri ile ilgili hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını göstermektedir.
Akhaimenid (Pers) İmparatorluğu’nun siyasi yönetim merkezi olan Persepolis’in görkemli Apadana Sarayı merdivenlerindeki Saka (Doğu İskit) figürlerinin tarihsel Türk tipi olan çarpıcı benzerliklerini gündeme getirmemiz, dış basında ve özellikle Yunanistan’da büyük bir ilgi ve bir o kadar da reaksiyonla karşılandı. Yunanistan’da çok sayıda web ve blog sitesinde konu edilen ve yoğun olarak tartışılan eski Türkler’in İskitler’le olan benzerlikleri ve Saka-Türk bağlantılarının bilimsel yaklaşımlar yerine arkeopolitik temelde konuşulması, çalışmamızın Erken Türk Tarihi açısından ne kadar doğru ve önemli olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur.
Sakalar
Persepolis Apadana Sarayı’ndaki Kral Büyük Darius’a hediye getirilen elçi heyetleri arasında Saka heyetinin mensubu Saka savaşçısı. MÖ 6. yüzyıldan itibaren Hazar Denizi’nin doğusunda Perslere bağlı iki Saka satraplığı kurulmuştur.
Atayurdumuzun Maveraünnehir-Horasan bölgeleri olabileceği konusunda İslâmiyet öncesi Türk arkeolojisine yapmış olduğum katkıya Yunanistan’daki genel yaklaşım, klasik Batı dünyasının bakışaçısı ile koşut olup, İskitlerin eski Yunan dünyası ile kültürel ilişkilere sahip bir Hint-Avrupalı halk olduğu yönündedir. Oysa ki eski Yunan dünyasının Anadolulu tarihçisi Herodotos, İskitler’in tek bir dil konuşmadıklarını, onlarla ancak yedi tercüman aracılığı ile anlaşılabildiğini yaklaşık 2450 yıl önce tarihe not düşmüştür. Bugüne değin İskit Ülkesi’ne (Skythia) ait Batılı görüşler, Macaristan’dan Moğolistan ve Doğu Türkistan’a kadar uzanan devasa coğrafyada bu göçebelerin tümüyle Hint-Avrupa ailesine mensup, Aryan toplumlar olduğu noktasında birleşmektedir. Üstüne üstlük yazısı olmayan İskitler’in İranî bir dile sahip oldukları bile yazılmıştır.
Arkeolojik ve tarihsel bulgularla uyuşmayan bu tezlerini yıllardır her platformda savunan Batılı eskiçağ uzmanlarına karşı Türkiye’de İskit konusunu çalışan biliminsanları ise, bu göçebeleri Türk ya da Ön-Türk olarak değerlendirmiş; ancak tezlerini kanıtlayacak ve Batılıları ikna edecek arkeolojik bulguları bir türlü sunamamışlardır. Daha da kötüsü bu tezlerini hiçbir zaman Batılı meslektaşları karşısında uluslararası etkinlerde savunamamışlardır.
Yunanistan’da oluşan tartışma ortamının bir benzeri Türkiye’de de yaşanmaktadır. Türkiye’de şahsım dışında İslâmiyet öncesi Türk arkeolojisi çalışan arkeolog bulunmadığı için, doğal olarak bir muhatap da ortaya çıkmamaktadır. Türkler’in atayurdu tezine yanıt verenlerin tarihçi, hititolog ya da sanat tarihçisi olmaları, bu uzmanların arkeolojik değerlendirmeleri algılama konusunda güçlük yaşadıklarını göstermektedir.
Konu ile ilgili söylediklerimiz aslında çok basittir ve özeti şudur: İslâmiyet öncesi Türk tarihi ile ilgilenenlerin bugüne değin farkında olmadıkları Pers yazılı kaynakları ile Persepolis Saka kabartmalarının eski Türk tarihi çalışmalarında kullanılması gerekir ve yazıya MS 8. yüzyıl başlarında geçmiş olan Türkler uzun süreçli bir “Öntarih (Protohistorya)” yaşamışlardır.
Çoğu araştırmacı Ön-Türk, Proto-Türk gibi terimlerin zaten kullanıldığını belirterek, Öntarih kavramının Türk tarihi için bir yenilik olmadığını gündeme getirmişlerdir. Öntarih kavramı karşısındaki bu söylemler bile, eski Türk tarihi çalışanların arkeolojiden ve arkeolojik bilgiden ne denli uzak olduklarının enönemli kanıtıdır. “Türkler’in Öntarihi” kavramı tümüyle arkeolojik bir yaklaşım olup, Ön-Türk, Proto-Türk terimleriyle karıştırılmamalıdır. Sözkonusu terimler Türklüğün oluşum aşamalarına atıf yaparken, öntarih kavramı MS 8. yüzyıla kadar kendilerini öz kaynakları ile anlatamamış Türklerin yazıyı bilen toplumlar tarafından farkedilerek kayıt altına alınmış olduğunu kanıtlamaktadır. Bu nedenle şahsım tarafından eski Türk tarihi ve arkeolojisinde ilk kez kullanılmış olan “Türk Öntarihi” kavramının Ön-Türk ve Proto-Türk terimleriyle bir ilgisi bulunmamaktadır.
Herodotos’un İskit Ülkesi’nde konuşulan dillerin sayısı hakkında verdiği bilgi hem çok değerli hem de İskit toplumlarının arkeoetnisitesinin anlaşılması noktasında hayatidir. Bugünkü Bulgaristan, Romanya, Moldova, Gagauzya, Macaristan, Ukrayna, Kırım, Belarus, Rusya Federasyonu, Başkurdistan, Çuvaşistan, Karaçay-Balkar, Yakutistan, Tataristan, Altay, Tuva, Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan, Tacikistan, Moğolistan ve Doğu Türkistan’ın oluşturduğu dev coğrafyada yaşamış olan İskit topluluklarının yalnızca bir dil konuştuğu ve tek bir etnik gruptan oluştuğu noktasındaki fikirler bilimsel açıdan ciddiye alınmamalıdır.
Arkeolojik bulgular ve tarihsel kaynaklar Avrupa coğrafyasına yakın İskitler ile Orta Asya İskitler’nin birbirlerinden çok farklı olduklarına işaret etmektedir. Karadeniz’in kuzeyinden Kuzey Rusya’ya uzanan geniş steplerde yaşayan Batı İskitler’in eski Yunan dünyası ile olan kültürel, sanatsal ve ticari ilişkileri, kıyılardaki Yunan koloni kentleri ile kurganlarda yapılan kazılarda açığa çıkarılan kültürel materyal üzerinden rahatça izlenebilmektedir. Kurganlarda bulunan kıymetli madenlerden üretilmiş sanatsal kaliteleri çok yüksek eserler üzerindeki İskit savaşçılarının görüntüleri, bunların üretildiği atölyelerdeki eski Yunan zanaatkârların onları gerçekçi biçimde resmettiklerini göstermektedir. Uzun saçları ve gür sakal-bıyıkları ile Avrupaî tiplere sahip İskitler’in fiziksel görünümleri, günümüz Macaristan, Bulgaristan ve Slav toplumları ile ciddi benzerlikler göstermektedir.
Akhaimenid’lerin tüm yazılı kaynaklarında Saka olarak anılan, Apadana Sarayı kabartmalarında kültürel ve fiziksel karakterleriyle resmedilmiş olan Doğu İskitler ise hafif çekik gözlü ve ince bıyık-seyrek sakallıdır. Hazar Denizi’nin doğusundaki Horasan-Maveraünnehir coğrafyasında yaşayan bu göçebelerin ırksal açıdan Avrupa’ya ve Hint-Avrupalı topluluklara uzak olduğu fiziksel ve antropolojik görünümlerinden rahatlıkla anlaşılabilmektedir.
Saka savaşçılarının fiziksel karakterleri
Persepolis Apadana Sarayı’ndaki Saka Savaşçılarının fiziksel karakterleri, Batı-Orta Asya’nın (Horasan- Maveraünnehir) Demir Çağı’ndaki toplumların Türkler olduğuna işaret etmektedir.
Batı İskitleri ile Doğu İskitleri arasındaki bariz görünüm farklılıklarının ifade edilmesinde bir sorun yoktur. Batı İskitleri’nin yansıdığı eserleri nasıl eski Yunan sanatçıları yapmışsa, Apadan Sarayı’ndaki tüm kabartmaları da eski Anadolu ve eski Yunan sanatçıları resmetmiştir. Batı İskitleri ile Doğu İskitleri arasındaki resimsel farklılıkları inkar etmek ve bunu ifade etmek için başka nedenler aramak bir yerde eski Anadolu ve eski Yunan sanatını inkar etmek anlamındadır. Apadana Sarayı, Saka elçilerinin tarihsel Türk tipiyle olan benzerliğini Avrupa’ya yakın coğrafyada yaşayan İskitlerin ise Türklerle olan farklılıklarını ortaya koymak ve olağan yöntemler çerçevesinde ayrıntılı stil-kritik çalışmaları gerçekleştirmek, arkeolojinin eski Türk tarihine yapacağı en büyük katkı olacaktır.
Apadana Sarayı’ndaki elçi heyetleri kabartmalarının Eski Anadolu ve Eski Yunan sanatçıları tarafından yapılmış olduğu gözönüne alındığında, sözkonusu figürler ile ilgili tüm kültürel ve fiziksel karakterlerin doğru olarak yansıtılmış olduğu anlaşılmaktadır. Bu bağlamda Demir Çağı’nda İran coğrafyasına komşu olan Hazar Denizi’nin doğusundaki geniş topraklarda Hint-Avrupa ailesine mensup olmayan Turanî ırka mensup göçebelerin yaşadığı arkeolojik bir gerçekliktir. Pers döneminde Uvarazmi, Antik dönemde Chorasmia, Geç Antik-Erken Orta Çağ’da Tura, Turahya, Turan, Horasan ve Erken İslâm Dönemi’nde Maveraünnehir olarak anılan Batı-Orta Asya’nın Türklerle ilgili ilk tarihsel kimliklendirmenin yapılabildiği coğrafya olduğunu söyleyebiliriz. MÖ 1000 yıllarına uzanan bu sürecin Türkler’in Öntarihi ile atayurduna ilişkin en somut bulguların izlendiği bir dönem olduğu görülmektedir.
Türkoloji’nin oluşum ve başlangıç dönemlerinde, aslen Türk olmayan ve Türkiye’de yaşamayan Batılı Türkologlar tarafından tasarlanılıp tarih yazımına yerleştirilen “Altaylar’dan yayılma” kuramının bugünlerde ısıtılıp tekrar gündeme getirilmiş olduğu görülmektedir. Bugün bile Batılı biliminsanlarının Türklerin ortaya çıktığı ve tarihte görüldüğü ilk coğrafya olarak Güney Sibirya, Doğu Altay ve Batı Moğolistan’ı (Türk-Moğol akrabalığı) işaret etmeleri, Türkoloji’nin kuruluş yıllarından bugüne değin bu konuda hiçbirşeyin değişmemiş olduğuna işaret etmektedir.
Türk-Altay kuramındaki temel amaç, en başından beri Türkleri uygarlığın doğduğu topraklar olan Anadolu, Mezopotamya ve İran’dan uzaklaştırmak ve bununla bağlantılı olarak “Sarı Irk”a dahil etmektir. Öğr. Gör.Dr. Semih Güneri’nin Nisan ayında yayınlanan Türk-Altay Kuramı adlı kitabı, bu görüşleri savunan bir çalışma olarak dikkati çekicidir. Türklerle ilgili Batılı görüşleri temel alarak kaleme alınmış bu kitapta, Altaylar Türkler’in atayurdu olarak işaret edilmektedir. İlginç olan, toplamda 23 milyon 500 bin km2’lik bir alanın (Avrasya-Orta Asya) arkeolojik bulgularını inceleyerek, Türk atayurdunu ve yayılımını saptadığını iddia eden Semih Güneri’nin, Doğu Anadolu arkeolojisini bile bilmediği gerçeğidir. Anadolu, Kafkasya, İran ve Suriye-Filistin arkeolojilerinde Doğu Anadolu İlk Tunç Çağı, Erken Transkafya, Kura-Aras, Karaz ve Khirbet Kerak terimleriyle karakterize olan ve oldukça geniş bir bölgede yayılım alanı bulmuş Erken Tunç Çağı (MÖ 3200-2000) kültürünü Türkler’le ilişkilendirme çabaları bile, sözkonusu kitabın bilimsellik seviyesi konusunda bir fikir vermektedir.
Türk-Altay Kuramı kitabında Türkler’le ilişkili olduğu savunulan arkeolojik bulguların hangi kriterlere göre eski Türklere maledildiği ise ayrı bir sorundur. 23 milyon 500 bin km2’lik alanda 150-160 yıldır gerçekleştirilen arkeolojik kazılarda bugüne değin yüzbinlerce arkeolojik bulgu açığa çıkarılmıştır. Semih Güneri ise kitabında kullandığı 40-50 buluntu çizimi ve 10 civarındaki harita ile bu devasa coğrafyanın 15 bin yıllık uzun tarihsel sürecinin arkeolojik sorunlarını çözmüş ve Türk tarihini Üst Paleolitik Dönem’e (MÖ 18.000) kadar indirmiş bulunmaktadır. Ancak “yazı, heykel, kabartma ile diğer resim sanatlarında bile zaman zaman güçlükle izlenebilen arkeolojik kimliklendirmenin, Paleolitik bir taş alet, kilden yapılmış bir kap ve kime ait olduğu bilinmeyen bir mezar üzerinden nasıl başarılabildiği”, sözkonusu eserlerde “Türk izinin nasıl yakalandığı” soruları ise arkeolog olmayan bu uzmandan yanıtları beklenilen sorulardır.