7. yüzyılın ortasından itibaren Sicilya ve İtalya’yı hedef alan Müslüman Araplar, bölgede silinmez izler bıraktı. Bu seferlerde şüphesiz yağma, soygun, ganimet edinme güdüsü eksik değildi ama, iki yüzyıl boyunca gelenekleri ve töreleri ile bu coğrafyaya mührünü basan, kendilerini bilime, sanata ve edebiyata veren Arapları bir talan kavmi olarak görmek de gerçekçi değildir.
Tarihe pek de uygun olmayan ayrıntıların ve efsanevi öğelerin bolca kullanıldığı bir Arap kaynağında, Müslümanların Sicilya’yı ele geçirişinin öyküsü aktarılır.
652’de, başında Muaviye bin Hüdai’nin yer aldığı Arap ordusu adanın güney kıyılarına dayanır. Özel isim ve tarih vermeyi pek sevmeyen bu sözde tarihçi, Arap komutanlarıyla Sicilya hükümdarı arasındaki bir konuşmayı bütün ayrıntılarıyla aktarmaktan geri durmaz: “Biz dünyanın dörtbir köşesinde şan salmış, denizlerin ötesine ve dağların doruklarına kadar sesimizi duyurmuş Araplarız. Yüce Allah bize en güçlü, en soylu peygamberi gönderdi” der Hüdai. Sicilya kralının neden adaya saldırmak istediklerini sorması üzerine de: “Buraya gelmemizdeki tek amaç sizi Allah’a ve resulüne bağlamaktır” diyecektir.
Bu sözlerdeki gerçek payı nedir? Bunu aramak pek bir sonuca götürmez bizi. Böyle bir konuşma yapılmamış olsa bile, eninde sonunda Arapların ana amacını burada aramak yanlış değildir. Batılı tarihçilerin güvenilmesi bir o kadar güç olan kaynaklarına göre, Araplar yalnızca korsanlık yapan barbar bir kavimdir. İtalyan kaynakları da bir tarih yorumundan çok kanlı haydutluk sayfaları açmışlardır bu konuda. Üstelik, her korsan öyküsünde biraz bulunan romantizme bu konuda nedense hiç yer vermemişlerdir. Her şey mal ve kadın yağmasına indirgenmiş, Arapların hedefinin ganimetten ibaret olduğu gösterilmek istenmiştir.
Arapların gözünden Sicilya kralı
Palatine Şapeli’nin ahşap oyma tavanında Arap usulü tasvirlerle Sicilya Kralı 2. Roger.
Şüphesiz yağma, soygun, ganimet edinme güdüsü eksik değildi bu harekatta; ama iki yüzyıl boyunca gelenekleri ve töreleri ile Ada’ya mührünü basan, saraylarında diplomatlarla görüşen, kendilerini bilime, sanata ve edebiyata veren Arapları bir talan kavmi olarak görmek gerçekçi değildir. Hele Müslüman güçlerin Batı’daki yayılmacılığını, Batı’nın Doğu’ya düzenlediği Haçlı seferleri ile karşılaştırmaya girişmek bütün bütüne insafsızlık olur. Haçlıların Doğu’daki tek eylemleri neredeyse yağma ve talan, yıkım ve hırsızlık olmuştu. Bunu bize aktaran yalnızca yerel kaynaklar değildir. Batılı tarih yazarları da aynı gözlemlerde bulunmuşlardır. Bu bakımdan Arapların Sicilya’da ve oradan kalkarak Güney İtalya’daki varlık biçimlerini serinkanlı biçimde değerlendirmekte sayısız yarar vardır.
Kaldı ki, özellikle Sicilya’nın yazgısı farklı olmuştur: Ada, iki yüzyıllık Arap egemenliğinden sonra bir tür “yeniden fetih” ile İspanya’da olduğu gibi geri alınmamış, tersine, her bakımdan hem İtalyanlara hem de Araplara göre barbar bir topluluk olan Normanlar tarafından ele geçirilmişti. Bunun sonucu olarak da, Normanlara karşı yerli halk ile artık yerlileşmiş Araplar, aralarındaki din farkına rağmen işbirliği yapma yoluna gitmişlerdi.
Arap egemenliğinin sona erişinden hayli sonra, Avrupa için Sicilya’da ve Güney İtalya’daki kültürel birikim önemli bir başvuru kaynağı niteliği taşımaktaydı. Bu bakımdan, Arapları kanlı yağmacılar olarak tanımlayan kaynakların güvenilmezliği ortadadır. Çağdaş tarihçi Alberto Ventura, “Bu kadar yıkıcı olduğu varsayılan insanların bu kadar yapıcı olmalarını yoksa nasıl açıklayabiliriz?” yollu haklı bir soruyla yaklaşmıştır konuya.
652’den başlayarak adayı hedef aldı Araplar. Bir buçuk yüzyıl boyunca çeşitli aralarla sık sık akınlar düzenlediler. Sicilya bu dönemde, güçlü savunmasına rağmen, Bizans’ın içinde bulunduğu “hasta adam” psikolojisi nedeniyle güçsüz duruma düşmüştü. Tam bu koşullar altında, bir aşk serüveni nedeniyle Bizans’tan ayrılmak zorunda kalmış bir donanma subayı, Afrika’daki emir Ziyadat Allah’ı ziyaret ederek adanın içinde bulunduğu durumu aktardı ve olaya el koyarak adayı işgal etmesini önerdi. Emirin sarayında uzun tartışmalara yol açtı bu; önceleri soğuk biçimde karşılanan öneri, 70 yaşını geçmiş bir fıkıh üstadının kesin tavrıyla iyiden iyiye gündeme geldi.
Esat bin Fırat, yalnızca bu harekatı ateşli bir biçimde desteklemekle kalmayacak, bir yandan da askerin başına geçerek büyük bir cesaret ve kahramanlık destanı yazacaktı. Esat, 827’de Mazara’yı ele geçirirken de, bir yıl sonra surlarının dibinde öleceği Siraküza’yı kuşatırken de inanılması zor bir askerî deha örneği verdi; kat kat daha güçlü durumdaki Bizans ordusunu perişan etti. Baştan beri kararlıydı: Onun için utku değildi tek önemli hedef; adaya Arapların kesinkes yerleşmeleri daha önemliydi. Bu, Müslüman askere açıkça verilmiş kutsal bir bildiri oldu: Vebadan ve açlıktan kırılmalarına rağmen kimse onları durduramayacaktı. Kısa sürede, sonradan adanın başkenti yapacakları Palermo’ya ulaşmakta güçlük çekmediler.
Müslümanların adadaki egemenlikleri Güney İtalya’da iç faktörlere bağlı biçimde gelişti. Müslüman ordusunun iki temel öğesi Araplarla Berberiler arasındaki uzlaşmazlık öyle boyutlara vardı ki, 886 güzünde bir içsavaş patlak verdi. 2. İbrahim’in köktenci ve sert çıkışı ayrılmanın büyümesini engelleyecekti.
Bugün Tunus’un bulunduğu topraklarda, İfrikiya’da sultanlığını sürdüren 2. İbrahim, Müslüman İtalya’nın tarihinde yer alan en önemli, en ilginç devlet adamıdır. Büyük bir yenilikçi, korkusuz bir asker, zalim bir despot, kanlı bir yağmacı, üzerinde anlaşma sağlanamamış bir kişiliktir 2. İbrahim. Ancak sadece Sicilya siyaseti bile, her bakımdan köklü bir perspektifi olduğunu kanıtlamaya yetmektedir. Ada’ya önce oğlu Abdullah’ı göndermiş, ardından onu geri çekerek kendi yerine İfrikiya sultanı yapmış, sonra kendisi orduyla birlikte Sicilya’ya gitmeyi yeğlemiştir.
Norman döneminde İslâmi motifler
Norman döneminden oyma süslemeli kap. Engobe ve terrakota üzerine tipik bir İslâmi motif olan palmiye ağaçları ile süslenmiş eser bugün Palermo’da, Zisa Müzesi’nde. 12. yüzyıl.
Neydi İbrahim’in adaya çıkarken amaçladığı? Çok hırslı bir tasarısı vardı: Adadaki son direnme güçlerini ortadan kaldırıp Güney İtalya’ya çıkacak, oradan da Roma’yı alıp Mekke’ye giden yolu açmak için kuzeye tırmanacaktı. Bununla bitmiyordu bu tasarının sınırı: İkinci bir aşamada İstanbul’u ve Anadolu’yu da fethe kararlıydı. Bu tasarının yalnızca ilk bölümü gerçekleşti, Sicilya’yı bütünüyle temizleyen İbrahim, Güney İtalya’ya ayak bastı ve Cosenza’yı kuşattığında şu kibirli ve öngörüden yoksun sözleri söyledi ayağına gelen elçilere:
“Dönün geldiğiniz yere ve herkese bildirin: Roma beni bekliyor, sonra da sırada İstanbul var”.
Bir ay sonra dizanteriden öldü.
İbrahim’in ölümü, Arapların İtalya’da beklenmedik sonları oldu. Bırakalım Roma’ya iİerlemelerini, Sicilya’yı da kısa sürede bırakıp çekileceklerdi.
Sicilya’da savaştan sonra yepyeni bir uygarlığın tohumları atıldı. Özellikle ekonomik ve askerî planlarda gözle görülür bir gelişme kaydedildi. Normanlarm adayı ele geçirişlerini izleyen yıllarda Arapların toplumsal ve kültürel yaşamdaki etkileri azalmadı. Bu, Sicilya’daki Arapların Norman ordusuna katılmalarına yol açtı. Tarihçiler bu dönemde 20 bin Arap askerinin Norman ordusuna katıldığını söyler. Devlet yönetiminde ise Normanların bütünüyle Müslümanların kurduğu sistemi sürdürdükleri görüldü. Kadastro alanında da aynı sistem uygulandı. Sarayda giysiler, törenler, rütbeler konusunda Arap geleneği sürdürüldü; sikke geleneğinde bile bir değişiklik yapılmadı.
Şehircilikte İslâm’ın gücü öteden beri bilinmekteydi. Bir belge, adanın başkenti Palermo’yu, Arap egemenliğindeyken şöyle betimlemiştir:
“Araplar, Berberiler, Acem ve Tatarlar kadar Sicilyalılar, Rumlar, Yahudiler ve zenciler de uzun elbiseleriyle seyyar satıcıların arasında dolaşırlardı; Müslümanların çeşitli kavimlerinden insanlar değişik saç ve sakal modelleri, çeşitli fizyonomi özellikleriyle göze çarpardı burada”.
Savaş gücü açısından Müslümanlar, İslâm dininin kurulduğu yıllardan başlayarak bu alanda üstün bir başarı göstermişlerdi. Doğal koşullara ayak uydurma konusundaki becerileri, çeşitli stratejileri kullanmadaki akıl yürütme biçimleri ve kendilerinden nüfusça kalabalık ordulara karşı kolaylıkla galebe çalabilmeleri, onları bu alanda korkulu bir düş haline getirmişti. Aslında taktik açıdan başarıları tartışma götürürdü. Ama, teknik açıdan önemli buluşlar geliştirmişlerdi. Yaptıkları mancınıklar öylesine güçlüydü ki, pek çok açıdan günümüzün makinalı silahlarını çağrıştıran bir hız ve isabet düzeyine varabilmişlerdi. Gemicilik teknolojisi alanında da deneyimliydi Araplar: Manevra yeteneği gelişmiş, güçlü silahlarla donanmış donanmalarıyla Bizans donanmasını kolaylıkla yenmeyi defalarca başarmışlardı. Sicilya’daki harekat da benzeri bir sonuç getirmiş; getirdikleri yenilikler İtalya’da önemli birer katkı olarak kabul edilmişti.
Müslüman uygarlığın adadaki en önemli açılım noktalarından biri de sanat ve bilim alanında gerçekleşti: Tahta oymacılığı, marangozluk Araplarda çok gelişkin bir düzeydeydi. Mimari açıdan da Kurtuba bir yana Palermo, İslâm uygarlığının Avrupa’daki en güçlü merkeziydi: Şehirde 500’ü aşkın cami yükseliyordu. Arap zanaatkârları fildişinden deriye, pek çok materyal üzerinde incelikli çalışmalar yaparak izlerini bıraktılar.
Osmanlı dönemi ve Otranto seferi
İstanbul’un Fatih Sultan Mehmed tarafından fethini izleyen yıllarda, Arapların yerine İslâm’ın bayrağını taşıyan Osmanlıların hazırladığı dev bir donanma 1480 yazında İtalya hedefine doğru yola çıktı. 40 kadırga, 60 yelkenli savaş gemisi (barça) ve 40 yük gemisinden oluşan donanmada 18 bin savaşçı ve 300 sipahi bulunuyordu. İtalyan karasularına yaklaşan donanma önce Brindisi’ye yöneldi; sonra da Otranto’ya yönelerek 28 Temmuz günü şehri kuşattı. 11 Ağustos günü Osmanlılar Otranto’nun yeni hakimleriydiler.
Fethin çarçabuk gerçekleşmesi, savaşta 800 kişinin ölmesi, Hıristiyan devletlerde hem bir panik havası estirdi hem de bu devletlerin karşılıklı olarak birbirlerini pasiflikle suçlamalarına yol açtı. En büyük suçlama Venedik Cumhuriyeti’ne yöneltiliyor, Venediklilerin İstanbul’la işbirliği içine girdikleri ileri sürülüyordu. Gene de bu kargaşa döneminin ardından Hıristiyanlar örgütlenmeye başladılar. Aragonlu Ferrante kısıtlı bir askerî gücün koruduğu Otranto’yu kuşattığında, şehrin kansız biçimde geri verilmesini istedi. İstanbul’dan gelen karşılık ağır ve ürkütücü oldu: Fatih Sultan Mehmet hem Otranto’dan çekilmelerini hem de bunun yanısıra Brindisi, Lecce ve Tarente şehirlerini kendisine teslim etmelerini istiyordu. İstekleri yerine getirilmezse İtalya üzerine sefer düzenleyeceğini, 100 bin kişilik bir piyade gücünün yanısıra 18 bin atlıyı ve toplarını bölgeye sevkedeceğini bildiriyordu Sultan. Bu tavır bütün Avrupa’da bir dehşet atmosferi yarattı. Papa, bu alarm çanları karşısında yeni bir Haçlı seferi düzenlemeye karar verdi.
Napoli ve Macaristan kralları, Milano ve Ferrare dükleri, Floransa ve Cenova Cumhuriyetlerinin de katılmasıyla büyük bir ordu hazır ettiler. Bir tek Venedik Cumhuriyeti bu toplanmaya katılmamakta direndi. Amaç yalnızca Osmanlıları Otranto’dan çıkartmak değildi; İstanbul’u yeniden alma fikri gündemdeydi. Ama bütün yapabildikleri 10 Eylül 1481’de Otranto’yu geri almak oldu. Fatih Sultan Mehmet büyük bir sefer için yola çıktı ve hedefi gizli tutulan bu seferin henüz başlangıcında vefat etmesi, hem Avrupalılara rahat soluk aldırdı hem de ölümü hakkında çeşitli söylentilerin doğmasına yol açtı. Otranto’da Osmanlılarm varlığı topu topu 1 yıl sürmüştü.
Kuzey-Batı İtalya’daki Türk tehdidi daha uzun süreli oldu buna karşılık. Yaklaşık 30 yıl boyunca, 1472’den 1499’a kadar, oldukça düzensiz bir biçimde Türk akıncılar bölgede varlıklarını duyurdular. Şüphesiz Venedik yöresindeki bu sürekli tehdit bir fetih hazırlığı niteliği taşımıyordu: Venediklilerin Avrupa’nın kapısında sağlam bir işbirliği merkezi olarak tutulması daha önemliydi. Nitekim o dönemde Batılılar Venedik’i düpedüz “Osmanlı İmparatorluğu’nun metresi” olmakla suçlayacaktı.
16. yüzyıl başında Padova ve Verona’ya Arnavut ve Türk akıncıları pek çok sefer düzenlediler. Kanunî Sultan Süleyman, Fransa Hükümdarı 1. François ile bir antlaşma yaptı aynı yıllarda. Fransızlar kuzeyden, Osmanlı ordusu güneyden İtalya’yı ele geçirmek için ortak bir sefer yapacaklardı. Ancak Fransızlar planlarını değiştirmek zorunda kalınca bu tasarı da askıda kaldı.
1537’de, Barbaros Hayreddin Paşa’nın emrindeki Lütfü Paşa, donanmayla tek başına bu girişimi üstlenmekle görevlendirildi. Koşullar elverişli değildi: Lütfü Paşa ancak Castro, Urgento gibi şehirlerle, ikincil önemde birkaç kaleyi fethedebildi; sonra da birdenbire donanmayla birlikte geri çekildi. İslâm’ın İtalya üzerindeki son resmî seferi sayılır bu.
Askerî tehdit İtalya’da bitmişti ama, Müslüman tüccarlar İtalya sınırları içinde etkili olmaya başlamışlardı. Çok yakın tarihlere gelinene kadar Venedik’te bir Osmanlı ticaret deposunun bulunması, bunun ne kadar güçlü ve sürekli olduğunu gösterir. Bu, aynı zamanda, birkaç yüzyıl boyunca Müslümanların İtalya’da barışçı bir siyasete sadık kalışlarının da öyküsüdür.