Ülkü Tamer, Nisan başında Bodrum’da hayatını kaybetti ve yine orada toprağa verildi. Şarkı-türkü olmuş ölümsüz şiirlerin, müthiş öykülerin, olağanüstü çevirilerin sahibiydi. Yerli ve dünyalı bir yazarın Gaziantep’ten Robert Kolej’e, oradan edebiyat dünyasına uzanan yaşamı…
Rahmetli Onat Kutlar, 27 Aralık 1991 tarihindeki Cumhuriyet gazetesinde hemşerisi, dostu Ülkü Tamer’le olan bir anısını şöyle paylaşmıştı: “- Niçin Alleben? Niçin Gaziantep Ülkü? Kadehinden bir yudum aldı. Neşeli yüzü hafifçe kızarmış ‘İnsanın anayurdu çocukluğudur. Belki de ondan… Macı Hüseyin de, Çete de, Şekerci Asım da öykü kahramanlarıdır. Elbette Macı Hüseyin’de çocukluğumun sinemacısı Nakıp Ali’den izler vardır. Tıpkı öykülerin atmosferini oluşturan kentin Antep oluşu gibi. Ama ben Antep’le ilgili belgesel öyküler yazmadım. Benim Alleben’imi, benim kahramanlarımı yazdım…” Ülkü Tamer, doğup büyüdüğü memleketi Gaziantep’teki bir akarsu olan Alleben’in ismini en başta gelen kitabına vermiş: Alleben Öyküleri (1991), Alleben Anıları (1997)…
Ülkü Tamer’in babası İpekçi Tahsin Bey’dir. Gaziantep’e ipeği o getirdiği için adı öyle kalmış. Annesi okumaya pek meraklıymış, Ülkü Tamer okuyamadığında o okurmuş kitapları.
17 yaşında Robert Kolej’de öğrenciyken, 1954’te Kaynak dergisinde yayımlanan “Dünyanın Bir Köşesinden Lucia” şiiriyle şairliğe giriş yapan Ülkü Tamer, 50’lerde İkinci Yeni şairleri arasına katılır. Papirüs dergisinin 1966’da ikinci kez çıkışında Cemal Süreya’ya yol arkadaşlığı yapmıştır.
Şiirlerindeki en dikkati çekici özellik naiflik, naziklik ve ironi. Onun da diğer İkinci Yeni’ciler gibi kuşlara özel bir ilgisi vardır mısralarında. “Kaynağın bekçisidir şiir” der ama çoğu ilhama kaynak olan şiirlerine bekçilik yapmamıştır hiç. Kitaplarının çok farklı yayınevlerinden çıkması, belki de cömertliğinin bir göstergesi. Dizeleri de isimsizce elden ele geçer olmuş hatta anonimleşmiştir.
“Bu şehirde önemsemezlerdi beni, neşeliydim / Üstelik boş sözler söylemeyi severdim” mısralarının sahibi ve sorulduğunda yalnız “çevirilerim var” deyip sözü şiirlerine hiç getirmeyecek kadar alçakgönüllüdür tavrı. Halk ve divan şiirinden, mitolojiden, efsanelerden faydalanmış, yerli kaynaklarla Batı tarzı şiir yazmıştır. Gaziantepli ve Robert Kolejli oluşu gibi…
Dünya şiirinin bir okuru ve temsilcisidir. Doğan Hızlan onun ironi üslubunu Amerikan tarzına benzetir örneğin. Nitekim arkadaşı Memet Fuat da İngiliz şiirini takip ettiğini söyler onun için. PEN kulüp kongrelerinde Türkiye’yi temsil etmiştir birçok kez. “Giyotin” şiirinde ise bir tarihçidir.
Son 20 yılında daha çok anılarını yazar; şiirleri bundan öncesinde kalır. Çalışkan, yetenekli ve hızlı bir çevirmen olarak anıyor onu yayıncıları. O da anılarında bir düşünü şöyle anlatıyor: “Yeşil yanıyor. Arabalar duruyor. Yol bizim. Karşıya geçerken düşünüyorum: Neyse, çok beklemedik. Çeviri galiba zamanında yetişecek”. Ömrü boyunca 100’ün üstünde kitap çevirmiştir. Bunlardan biri de filminden bir yıl sonra (2003) Harry Potter ve Felsefe Taşı. Kendi dünyasında çocukluğa ve çocuklara ayırdığı yer, yalnız şiirlerindeki bir motif olarak kalmamış, Milliyet Çocuk dergisini çıkarmasıyla somutlaşmıştır da. Onar Kutlar “koca çocuk” der onun için.
Bir keresinde Milliyet Yayınları genel yönetmeni iken ABD basın ataşesinin kendisinden Amerikan Başkanı Jimmy Carter biyografisi yayınlaması isteğine red cevabı vermiş; devamında da SSCB basın ateşesi kendisini Moskova’ya götürmek istediğinde yine reddedince, bu kez de antikomünist oluvermiştir.
Hiçbir kesimin “yalnız bizimdir” diyemeyeceği, herkesin ilgi ve beğeniyle okuduğu bir şair, çevirmen, yazardır. Ve tiyatrocudur. Az bilinen bu tutkusunu ve okul yıllarında Genco Erkal’la birlikte pek çok kez sahneye çıkışını anılarında anlatır. Haldun Taner’in Keşanlı Ali Destanı’nın da oyuncularındandır (Manyak Cafer). Sinema, futbol, at yarışı diğer tutkularıdır. Tiyatrocular ile edebiyatçılar arasında oynanan meşhur maçta (8 Haziran 1964) santrfor mevkiinde top koşturmuş, iki gol atmıştır. Ses dergisi Ülkü Tamer’i 5-3’lük skorla Edebiyatçılar’ın galip geldiği bu maçın yıldızı seçmiştir.
Askerlik görevini öğretmen olarak yaparken, okuldaki çocuklara Münir Özkul’u, Cem Karaca’yı, Cüneyt Arkın’ı ve ev arkadaşı Yılmaz Güney’i tanıştırmıştır. Onun dostları hem pek çoktur hem seçkindir.
#tarih dergisi yazarı Necdet Sakaoğlu da şöyle anlatıyor Ülkü Bey’i: “1970-1985 arasında İstanbul’da yayınevinde yeni kitapların basımında epeyce bir zorluk vardı. Çünkü dizgi, mizanpaj işleri henüz yarı eski-yarı yeni düzendeydi. 1980’in başı olması lazım… Benim Köse Paşa Hanedanı adlı kitabımı önce Hür Yayın basacaktı, rahmetli Aydın Emeç çok ilgilendi. Hatta dizgi aşaması tamamlanmak üzereydi ki Hür Yayın kapandı. Rahmetli Kemal Zeki Gençosman önerdi ve herhalde görüştü de. Ülkü Tamer o sırada sanıyorum Milliyet Yayınları’nı yönetiyordu. Kendisini ziyaret ettim. Alçakgönüllü, sıcak, nazik bir aydınımızdı. O günün koşullarını epeyce konuştuk; kitap basımları da dahil. ‘Sonuçta mutlaka basarız ama, sırada pek çok kitap var. Bir araya da sokmaya çalışırım’ dedi. Öylece bir nüsha bırakıp oradan ayrıldım ben de. Aydın Emeç’i, Kemal Zeki Beyi ve Ülkü Tamer’i, o sıkıntılı günlerin ümit veren, ilgi gösteren aydınları olarak daima saygıyla anıyorum”.
Rahatsızlığından fazla kimseye bahsedilmemesini rica etmiş, yakınlarına da son zamanlarını evinde gökyüzüne bakarak geçirmek istediğini dile getirmiş:
“Güneş topla benim için”!
MILOS FORMAN (1932 –2018)
Efsane filmlerin efsane yönetmeni
“Guguk Kuşu”, “Amadeus”, “Hair” gibi sinema tarihinin başyapıt niteliğindeki filmleri, Oscar dahil olmak üzere onlarca ödüle layık görüldü.
Her ne kadar ABD’ye gittiği dönemde çektiği başyapıtlarla bilinse de Çek kökenli Miloš Forman esasen yeni dalga akımının öncü isimlerindendi. 1967’de çektiği ve Oscar’a aday gösterilen filmi “The Fireman’s Ball”, Doğu Avrupa komünizminin iğneleyici bir eleştirisiydi. Uzun yılların ardından Amerika’ya taşınması ve orada çektiği filmler esasen onun usta bir yönetmen olarak görünürlüğünü sağladı.
Annesi ve babasını Nazi işgali sırasında toplama kamplarında kaybeden Forman, iki amcası ve aile dostları tarafından büyütüldü. Çocukluğunda tiyatro yapımcısı olmak isteyen yönetmen, ünlü tiyatro yönetmeni Alfred Radok’un asistanlığını yaparak sinema kariyerine başladı. Şüphesiz, hayatının dönüm noktası 1968’deki Prag Baharı’ndan sonradır.
1975’te Ken Kesey’in romanından uyarlayarak çektiği “Guguk Kuşu”, ardından 1984’te Mozart’ın hayatını anlattığı “Amadeus”, Oscar’larda ona en iyi yönetmen unvanını taşıdı. Sinema tarihinin en iyi filmlerinden sayılan “Guguk Kuşu”, Frank Capra’nın çektiği “Bir Gecede Oldu” filminden sonra Oscar tarihinde en önemli 5 ödülü alan ikinci film olma özelliğine de sahip. Bununla birlikte Forman’ın sinemadaki başarısı Berlinale, Altın Küre, Cannes Film Festivali ödülleriyle de birçok kez tescillendi.
13 Nisan’da hayata gözlerini yuman Çek yönetmen, yaptığı filmlerle dünya sinemasının unutulmazları arasında yerini aldı.