Onunla ilk defa 50’li yılların sonunda Akbaba dergisinde karşılaştım. Yaptığım karikatürleri beğenmemiş, “espri mi bu yani” demişti. Beni engellemesiyle hayat çizgime yeni bir yön veren Aziz Nesin zamanla “Aziz Abi” ve dostum oldu. 60’lı, 70’li yılların unutulmaz anıları…
Akşehir’de hatıra fotoğrafı
Aziz Nesin, eşi Meral Çelen ve şair-yazar Sunullah Arısoy ile birlikte Akşehir’deki Nasrettin Hoca türbesini ziyaret ediyor.
Küçüklüğümde çocuk dergileri kadar mizah dergilerine de düşkündüm. Gazetelerden karikatürler keserdim. 1946 yılı olmalı; Buca Ortaokulu’nda yatılı öğrenci olarak okurken Markopaşa çıkmaya başlamıştı. Çıkaranların başında Sabahattin Ali vardı. Babamın Sabahattin Ali ile ilgili uzun süreli dostluk anıları bulunuyordu. Okuyunca da tiryakisi olmuştum. Okuduktan sonra da katlar, yatakhanedeki dolabıma koyardım.
Okulda başka şubeden bir arkadaşım vardı. Biraz öne çıkmayı seven, çokbilmiş bir arkadaştı. Yatılı öğrencilerin çalışma saatlerinde sınıflarımız birleştirilirdi. O arkadaş elimdeki dergiyi görünce. “Niye okuyorsun bunu” dedi bana. “Hoşuma gidiyor, güldürüyor beni” dedim. Arkadaşım işaret parmağını bana doğru uzatarak “Unutma ki dostum, zehri hiçbir zaman teneke kupa ile sunmazlar, altın kupalarla sunarlar” dedi. Bacak kadar çocuklarız. Bu kadar fiyakalı bir lâfı nereden bulup da söyledi, şaşıp kaldım. Hani “şeytan bunun neresinde” diye bir türkü var ya, ben de şu Markopaşa’nın neresinde zehir var diye baktım baktım, bulamadım. Bu arkadaşım, ilerde TRT Genel Müdürü olan Cengiz Taşer idi. Her neyse, demem o ki Aziz Nesin’in yazılarıyla ilk kez o çağda tanışmıştım.
Lise çağlarında zamanın karikatüristlerini izleye izleye heveslendim, ben de çizmeye başladım. 1955’te İstanbul’da Umum Fotoğrafçılar Derneği’nin kâtibiyim. Çizdiklerimi Tef dergisinde Altan Erbulak’a göstermiştim. O da bana “İnsanları Karagöz figürü gibi hep profilden çizmişsin. Onlara biraz derinlik katalım” dedi; çizgilere nasıl perspektif ekleneceğini gösterdi. Yelpaze adında bir resimli roman dergisi vardı. Tek bir sayfasını da mizaha ayırmışlardı. Tuttum, oraya bir karikatürümü gönderdim; hemen basıldı. Ondan cesaret alarak, en kıdemli mizah dergisi Akbaba’nın yolunu tuttum. Yazıişleri müdürü Selâmi Münir Yurdatapan idi. Karikatürlerimden üç tanesini alıkoydu. Hemen o hafta üçü birden yayımlandı. Derginin Klodfarer Caddesi’ndeki idarehanesine koştum. Selâmi Bey’in odasına iki koridor dolaşılarak ulaşılıyordu. Hazret beni karşısında görünce ayağa kalktı. “Gel benimle” dedi “önce patronu bir ziyaret edelim.” Koridorları yeniden dolaşıp ön taraftaki Yusuf Ziya Ortaç’ın odasına götürdü.
‘Aziz Abi’
Aziz Nesin’in çok beğendiği, “kendisini olduğundan genç gösteren” kareler.
Selâmi bey patronuna “o çocuk geldi” dedi ve beni öne sürdü. Patron da tam patron ha! Kelli felli bir adam. Beni karşısına aldı, önce sorguya çekti. Kimmişim, nereliymişim, nerede yetişmişim gibi sorular. Sonra arkasındaki kasayı açtı, aralığından bir zarfa bir şeyler koydu, bana uzattı. “Al bunu cebine koy bakalım” dedi; “yeni işlerini bekliyorum” sözüyle beni uğurladı.
Selâmi Bey’in odasına döndüm. İlk sorusu “kaç para verdi” olmuştu. “Bilmiyorum ki” dedim. Zarfı açtık, içinden 18 lira çıktı. Kıdemli yazıişleri müdürü “En yüksek barem. Turhan’a filân da bunu veriyor” dedi. Sonra bir ağabey edasıyla bana karikatür çizmeye devam etmem nasihatini verdi. “Buraya gelenlerin hiçbiri geldikleri gün senin kadar güçlü değildi” sözleriyle beni yüreklendirdi. Yusuf Ziya’nın elinden aldığım para, benim basın organlarından aldığım ilk telif ücretiydi ve o bakımdan manevi bir değeri vardı.
Aradan bir süre daha geçmişti. Bir miktar karikatür çizmiştim. Çoğu yazısız, tezatları yansıtan işlerdi. Akbaba idarehanesine gittim. İlk koridorun başına bir masa koymuşlar, arkasında bir adam oturuyor. “Karikatürlere artık bu bey bakacak” dediler. Ben karşısında sigaya çekilmiş gibi ayakta duruyorum. Her bir karikatürümü eline aldıkça dudak büküyor. “Espri mi yani bu” diyor, “çocukça” diyor, “basılacak şey mi bu” diyor, daha neler… Adam beni ezdikçe eziyor. Masanın bloke ettiği koridoru aşabilsem beni yüreklendiren Selami Münir’e ulaşabileceğim. Arkamı dönsem bana “yenilerini bekliyorum” diyen Yusuf Ziya Bey’in kapalı kapısı karşımda. Ama, nafile. Kırık bir yürekle ve moral çöküntüsü ile binadan ayrılıyorum.
Bilgi Kitabevi’nde
Aziz Nesin, Ankara’daki Bilgi Kitabevi’nin sahibi Ahmet Küflü ile birlikte. Zarfa koymaya çalıştığı ise Sağdıç’ın çektiği fotoğrafların kontakt kopyaları.
O gün beni karikatür çizmekten soğutan, bu meslek dalından uzak kalmama neden olan kişi kimdi biliyor musunuz? Aziz Nesin. Hapisten yeni çıkmış, Yusuf Ziya ona iş vermiş. Ama iktidardan çekindikleri için yazılarında henüz adını kullanamıyorlarmış. Tutuklamalı ve hapisli yılların etkisiyle kahırlı günler yaşamaktaydı herhalde.
Neyse, bundan birkaç ay sonra Hayat mecmuası çıkmaya başladı. Beni de hemen fotomuhabiri olarak kadroya aldıkları için fazla yara almadım. Dergimizin idarehanesi kaderin bir cilvesi olarak aynı sokakta, Akbaba ile karşı karşıyaydı.
Bu yazının konusu, beni engellemesiyle hayat çizgime yeni bir yön veren Aziz Nesin’in zamanla nasıl “Aziz Abi” haline geldiğinin öyküsüdür.
Akşehir’deki Nasrettin Hoca Festivali’nin ilklerinden biriydi. 60’lı yılların başı. İstanbul’dan Aziz Nesin, Ankara’dan da Sunullah Arısoy ile ben davetliydik. Bir hafta süreyle biraradaydık. Ben tabii Türk mizahının geleneksel büyük ustası Nasrettin Hoca’nın türbesi ile onun ahir zaman temsilcisini biraraya getiren bir dizi fotoğraf çektim.
O bir hafta, birbirimizi iyice tanımamıza vesile oldu. Aziz Nesin bu kez espriler yapan, etrafındakileri güldüren, neşeli bir adamdı. Hatta Sunullah Arısoy’un diş ağrısı tutmuştu. Onu Aziz Abi ile dişçiye götürdük. Hastamız dişçi koltuğunda. Aziz Nesin durmadan espri üzerine espri patlatıyor. Sunullah Arısoy sonunda “Allahaşkına şu şakalara biraz ara ver abi; gülmekten ağzımı doğru dürüst açamıyorum” demek zorunda kaldı.
Ankara’da en çok uğradığım yerlerden biri Bilgi Kitabevi. Tanımış olanlar anımsarlar. Sahibi Ahmet Küflü, hatırı sayılır derecede aksi bir kişiydi. Müşteri olarak ona masumane bir soru sorduğumda beni terslemişti. Neyse ki kadim dost Tarık Dursun sayesinde resmen tanıştırılmış ve daha sonra canciğer olmuştuk. Küflü, yayınevi kurup kitap yayımlamaya başlayınca ilk 100 kitabının kapaklarını yapmak bana kısmet olmuştu. O zamana kadar bizde kitaplar ya düz bir kapak ile ya da ta İhap Hulusi’den, Münif Fehim’den kalma alışkanlıkla bir illüstrasyon üzerine kitabın adı yazılarak çıkarılırdı. Henüz grafik sanatçılarımız yetişmemişti. Benim içimde daima yapılmamış, ama yapılabilir işlerden örnek göstererek öncülük etmek gibi bir dürtü olagelmiştir. Bilgi Yayınlarında bunu denemiş, denilebilir ki bir ölçüde İstanbul kitap piyasasını da etkilemiştik.
O sıralarda Ahmet Küflü, Aziz Nesin ile kitaplarını basmak üzere anlaşmış. Önümüze gelen ilk kitaplardan biri Yeşil Renkli Namus Gazı idi. Yazarı Aziz Nesin, konusu da mizah olunca, kapağın karikatürsel çizgilerle ifade edilmesinin daha uygun düşeceğine karar verdim ve o biçimde yaptım. Kitap yayımlandı. Piyasaya sürüleceği gün Aziz Abi Ankara’ya geldi. Kapağı yapanın ben olduğumu öğrenince, “Bravo Ozan, sembolizmana bayıldım” dedi. O akşam Ahmet Küflü bize bir ziyafet çekti. Kitabın ilk baskısının çıkışını birlikte ıslattık. Tabii ona sekiz-dokuz yıl önce karikatürlerini beğenmeyip moralini bozduğu, çizmekten soğuttuğu çocuk olduğumu anımsatmadım!
“Aziz Abi”nin işe yarar doğru dürüst portrelerini çekmek istiyordum. Bir ara büro ve stüdyo olarak da kullandığım evime davet ettim. Güzel güzel fotoğraflarını çektim. Bu fotoğraflarda olduğundan genç görünüyordu. Bunu seneler sonra ortaya çıkan notlarında kendisi de kaydetmiş.
Havadan sudan sohbet ederken babamın Sabahattin Ali’yi 9 yaşındayken nasıl keşfettiğini; onun eğitimine nasıl katkı sağladığını; Balıkesir Öğretmen Okulu’na yazdırdığını; 1928 Harf Devrimi’nden önce yine Balıkesir’de çıkardığı Çağlayan adlı dergide 15 yaşındaki bu delikanlının ilk şiirlerini yayınladığını anlatmıştım. “O dergiden sende var mı?” diye sormuştu bana. Zaten 20-25 sayı kadar çıkmış. “Elbette var, tam koleksiyon” dedim. “Aman sana bir geleyim de onları bir tarayayım” dedi. Geldi, masanın başına oturdu. Eskiyazı dergileri baştan sona gözden geçirdi. Notlar aldı.
“Aziz Abi”yle artık sıklıkla buluşup görüşme olanakları çıkıyordu. Devlet Tiyatroları’nın Yeni Sahne’sinde Asuman Korad onun Çiçu adlı eserini sahneye koyup başarılı bir şekilde kendi oynamıştı. Televizyonun tek kanal ve siyah-beyaz yayın yaptığı günlerdi. Bu arada bizim geleneksel gösteri sanatımız Karagöz ne olacaktı? Aziz Nesin, sanırım tıpkı Nasrettin Hoca fıkralarında olduğu gibi, Karagöz’ün de yenilenebilir, tazelenebilir, zamanın koşullarına göre yeni versiyonları üretilebilir olduğuna inanıyordu. Bu seminerin konusu “Çağdaş bir Karagöz oyunu yazmak” idi. Semineri baştan sona izlemiştim.
Bir Ankara-İstanbul uçak yolculuğunu da birlikte yapmıştık. Benim başka yerlerde işlerim vardı. “Fotoğrafları bizim evde çekelim” dedi. Teşvikiye caddesi üzerinde, daha çok çalışma yeri olarak kullandığı apartman dairesine gittik. Onun portrelerinin bir bölümünü orada çekmiştim.
‘Günde beş paket cıgara içiyordum’
Aziz Nesin’in gazetedeki köşesi üzerine, kendi elyazısıyla yaptığı bir yorum. Fotoğrafı çeken Ozan Sağdıç’a da bir selam gönderiyor.
Benim kendi memleketim olan Burhaniye’de, Öğretmen Evleri Mahallesi’nde 1970’li yıllarda küçük bir yazlık evim vardı. Daha yaygın tanımıyla Ören civarı olarak anılan bu mahallenin bir köşesinde, ortakları çoğunlukla Ankara ve İstanbul’un edebiyat dünyasından sanatçıların bulunduğu Sunar Sitesi kurulmuştu. Aziz Nesin de ortaklardan biriydi. Yani komşu olmuştuk. Orada da kimi sohbetlerine tanık olmuştum.
Ayvalık-Burhaniye-Edremit yöresinde Kurtuluş Savaşı ve Kuvayı Milliye anıları çok canlı yaşanır, anlatılır. Aziz Abi yerli halktan derlediği kimi kahramanlık öykülerini Bu Yurdu Bize Verenler isimli bir kitapta aktarmıştı. Kitabını görünce “Bu maceraların bende daha canlıları ve birebir tanıklık edilmiş olanları var” demiştim. Evime geldiğinde babamın eski yazıdan yeni yazıya geçirttiğim ve tek nüsha olarak tape ettiğim kuvayı milliye anılarını önüne koydum. Bir süre gözden geçirdi. “Çok ilginç şeyler var. Bunları uzun uzun okuyup notlar almak gerek. İzin verir misin yanımda götüreyim? Kısa zamanda iade ederim sana” dedi. Tabii “evet” dedim. Zaman zaman kitaplarından birini bana postalardı. Bir hayli zaman sonra gönderdiği bir kitabının ithaf sayfasına “Ozan, merak etme babanın anılarını vakıftaki kütüphaneye koydum” diye yazıyordu.
Bir ara ona “Aziz Abi, tezgâhta neler var, ne yazıyorsun” diye sormuştum. “Nasrettin Hoca fıkralarını yazmayı düşünüyorum” demişti. Daha sonraki bir karşılaşmamızda o sözünü anımsatıp fıkraların yazılıp yazılmadığını sorduğumda “Yazdım ama, yayımlamayı düşünmüyorum” demişti. Nedenini de şu şekilde açıklamıştı: “O fıkralar, sözlü halk kültürünün bir parçası. Çok yaygın bir şekilde biliniyor. Lâf arasında, sırası gelmişken fıkrayı anlatmasan, sadece son tümcesini söyleyiversen, insanlarda bir gülümseme yaratıyor. Ama o fıkraların yazıya döküldüğü zaman yavanlaştığının farkına vardım”. Sonra da cümlesini şöyle bağlamıştı: “Herkesin bildiği bir şeyi anlatmak çok zor”. Sonradan onun bu yargısı beni uzun uzun düşündürmüştü. Demek ki yazılı hale getirmek için yeni bir dil bulmak gerekiyordu. Öyküyü manzum hale getirmekle, Orhan Veli bu dile yaklaşmıştı. O yolda çaba harcadım. Nasrettin Hoca’nın anlatılagelinen 500’ün üzerinde fıkrasını manzum hale getirdim. Okuduğum kişilerden olumlu reaksiyon aldığıma göre, başarılı olduğunu sanıyorum.
Aziz Nesin sadece olağanüstü bir yazar değil, aynı zamanda müstesna bir düşünce adamıydı.