Hitler Almanya’sının savaş öncesi gerçekleştirdiği en büyük spor organizasyonu, Naziler’in sportif üstünlüğünü dünya aleme gösterecek bir propaganda olarak da tasarlanmıştı. Ancak özellikle Amerikalı siyahi atlet Jesse Owens bu niyeti boşa çıkaracak, 3 dalda altın madalya alarak yıldızlaşacaktı. Bilinenin aksine Hitler tarafından selamlanacak, ama kendi başkanı Roosevelt tarafından görmezden gelinecekti.
Yıl 1936, yer Berlin… Yeryüzünün dört bir köşesinden sporcular Almanya’da. Olimpiyat bayrağının gölgesinde bir Ağustos günü, tarihin en politize spor organizasyonu, Nazi selamlarıyla başlıyor. Birkaç sene sonra birbirleriyle çarpışacak ülkeler, spor sahalarında madalya için “savaşıyor”. İktidarının gücünü tüm dünyayı göstermek isteyen Adolf Hitler, mutlak zafer peşinde. Fakat bir adam, Führer’in tüm planlarını bozacak…
Aslında her şey 11 çocuklu Henry ve Emma Owens’ın, Oakville’den Cleveland’a taşınmasıyla başlamıştı. 1.5 milyondan fazla siyahın başka bir yaşam rüyasıyla Kuzey’e gitmesine neden olan Büyük Göç yıllarıydı. Kahramanımız James Cleveland, böyle bir ailenin yedinci çocuğuydu. Bir gün okulda adını soran öğretmeni, bir efsanenin doğumunu sağlamıştı; küçük çocuk güneyli aksanıyla J.C. demiş, öğretmeni Jesse anlamıştı.
Öğretmenlerinden Charles Riley’ın teşvikiyle atletizme başlayan ufaklık, bakkalda çıraklıktan, kunduracılığa değişik işlerle uğraşıyordu ama, daha lisedeyken 100 yarda (91 metre) dünya rekorunu egale eden çocuğun ayak sesleri duyulmaya başlamıştı
Ohio Eyalet Üniversitesi’nin medar-ı iftiharı katıldığı yarışlarda geçilmese de, ten rengi onu adeta gölgede bırakıyordu. Üstün başarılarına rağmen burs alamadığından geçimini sağlamak için çalışmak zorunda kalıyor, sadece siyahların yemek yiyebildiği veya kalabildiği yerlere gidiyordu.
25 Mayıs 1935’te tarih yazan Owens, 45 dakika içinde üç dünya rekoru kırmış, birini de egale edecekti. Birçoklarına göre bir sporcunun gösterdiği en etkileyici performanstı bu. O gün uzun atlamada ulaştığı 8,13 metrelik dereceye çeyrek asır kimse yaklaşamamıştı. Almanya’da yükselen Nazi iktidarının kaçırılmaz propaganda fırsatı olarak gördüğü Berlin Yaz Oyunları’na gelindiğinde, Amerika’nın en büyük madalya ümidi oydu. Onun farkında olan Adidas’ın kurucusu Adi Dassler, olimpiyat köyünde z iyaret ettiği atleti, ayakkabısını giymesi konusunda ikna etmişti. Bu, siyah bir sporcuya verilen ilk sponsorluktu.
Almanya’nın başkentinde ünü çoktan duyulmuştu. Amerikan takımının etrafında pervane olan genç kızlar sürekli onu soruyordu. İktidarı saymazsanız, herkes onu pistte görmek için can atıyordu. 1 Ağustos 1936’da Hitler’in “Yeni zamanın XI. Olimpiyatları’nın kutlandığı Berlin Oyunları’nın açıldığını ilan ediyorum” demesini müteakip 25 bin güvercin havalanıyor; yarışmalar start alıyordu.
Hitler’i kaçıran postacı
Ertesi gün madalya kazanan Avrupalıları tribüne davet eden Hitler’in sabrı çabuk taşmıştı. Yüksek atlamanın birincisi Cornelius Cooper Johnson’ın ten rengi Nasyonal Sosyalistler’i rahatsız etmişti. Berlin’de sahne alan 19 siyah Amerikalıdan ilk zafere ulaşan oydu; bunu kabullenemeyen Führer stadyumu terkedip gitmişti. Yoğun programı nedeniyle ayrılmak zorunda olduğu açıklansa da bu kimseye inandırıcı gelmemişti. Henüz o tarihlerde birçoklarının hayranlık beslediği lider, kendisini tarafsız olması konusunda uyaran Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC) Başkanı Comte Baillet-Latour’a kulak verince, atletleri halkın önünde tebrik etmeye bırakmıştı. Adı neredeyse unutulan Johnson, pistlere veda ettikten sonra postacılığa başlamıştı. 2 Ağustos 1936’da Hitler’e stadyumu terk ettiren asıl sporcu, 1946’da zatürreden öldüğünde sadece 32’sindeydi.
Takvime göre Owens’ın ilk yarışı 3 Ağustos’taydı. 10.3 saniyede 100 metredeyi koşan atlet, vatandaşı Ralph Metcalfe’ı geride bırakmıştı. Pistlerin efsanesi, Hitler’in locasının önünden geçerken, Führer’in ona selam verdiğini söylemiş, yine 8 Ağustos tarihli Pittsburgh Courier gazetesinde çıkan Robert L. Vann imzalı makalede de bu selamdan bahsedilmişti.
O gün ikinci olan, bir yıl öncenin en hızlı atleti Ralph Metcalfe sonradan politikaya girecek, 1971’de Demokrat Parti’den Temsilciler Meclisi’ne seçilecekti. Hitler madalya serenomisini beklemeden stadyumdan ayrılmıştı. Ancak günün kahramanı Owens’a saygısını göstermekten kaçınmamıştı.
24 karat dostluk
Ertesi gün düzenlenen uzun atlama müsabakası tarih kitaplarına geçiyordu. 100 metrenin altın madalyalısı mutlak favoriydi. En büyük rakibi ise ev sahibi ülkeden Luz Long’du. Elemelerde ilk iki atlayışında faul yapan Amerikalı atlet, elenmenin eşiğine gelmişti. Bir şeyleri değiştirmesi gerekiyordu. İşte tam bu noktada hiç ummadığı birisinden yardım geldi.
Alman rakibi kötü bir İngilizce ile onunla konuşmaya başlamıştı. Owens’a rahat olması gerektiğini söyleyen Long, geriden atlasa da rahatça finalde yarışabilmek için gereken 7,15 metreye ulaşacağını vurguluyordu. Sıçrama tahtasının yakınına havlusunu bırakan Alman atlet, Amerikalı sporcunun yola devam etmesini sağlamıştı. Finalde iki atlet de daha uzağa uçuyordu. Müthiş düellonun sonunda Amerikalı gülerken, onu ilk kutlayan Long’du. Hitler ve yüzbin kişinin önünde müthiş bir arkadaşlık gösteren iki atlet, olimpiyat ruhunun ne olduğunu herkese göstermişti.
Owens anılarında olimpiyat köyünde içtikleri kahveyi, yaptıkları sohbeti uzun uzun anlatmıştı. Onun hakkında “Bugüne kadar kazandığım tüm madalya ve kupaları eritseniz, o anda Long’a karşı hissettiğim 24 karat dostluğun kaplaması bile etmez” demesi unutulmazdı.
O günün ikincisi Long ise bir hafta sonra doğduğu kent olan Leipzig’de gazeteye verdiği bir röportajda, Nasyonal Sosyalistler’i kızdırmaya devam edecekti. 11 Ağustos 1936 tarihli gazetede yer alan ifade aynen şöyleydi: “Renklerin savaşı bitmiştir. Siyah en iyiydi; şüphe götürmez bir şekilde en iyiydi; beyazdan 19 santimetre daha iyiydi”.
Alman atlete sonradan IOC tarafından, modern olimpiyat oyunlarının babası Baron Pierre de Coubertin’in adını taşıyan sportmenlik madalyası verildiyse de o bunu görememişti. Zira 2. Dünya Savaşı’na katılan Long, şampiyon yaptığı Owens’ın vatandaşlarının katıldığı operasyonda, Sicilya’da ölen Alman askerlerinin en ünlüsüydü.
5 Ağustos’ta üçüncü altınını 200 metrede kazanan Amerikalı atlet, vatandaşı Mack Robinson’ı geride bırakmıştı. 100 metrede olduğu gibi Hollandalı Tinus Osendarp yine bronzda kalmıştı. Tesadüf bu ya, yarışın gümüş madalyalısının kardeşi yıllar sonra başka bir branşta tarih yazacaktı. Beyzboldaki renk ayrımını parçalayan ve modern zamanda profesyonel ligde boy gösteren ilk siyah olan Jackie Robinson’ın giydiği 42 numaralı forma, 1997’de tüm takımlar tarafından emekli edilmişti. Onun sahaya adımını attığı 15 Aralık 1947 tarihi, 2004’ten bu yana Amerika’da Jackie Robinson Günü olarak kutlanıyor ve sahaya her oyuncu 42 numaralı formayla çıkıyor!
9 Ağustos’taki 4×100 metre bayrak yarışında ABD güle oynaya dünya rekoruyla zafere ulaşırken, Owens adını tarihe altın harflerle kazıyordu. Tek olimpiyatta dört altın kazanan ilk sporcu oydu. Fakat işin aslı bambaşkaydı…,
Nazilerin ekmeğine yağ sürmek
Berlin’e götürülen Amerikan bayrak takımının iki üyesi vardı: Marty Glickman ve Sam Stoller. Bu iki gencin ortak noktası dinleriydi. Evet, Yahudiydiler. 4×100 metre yarışının sabahında Amerikan kampında olağanüstü toplantı vardı. Antrenörleri Lawson Robertson Almanların iyi sprinterlerini sakladığını söylüyor, onların yerine Owens ile Metcalfe’ın koşacağını açıklıyordu. Owens arkadaşlarının pistte olmayı hak ettiğini söylese de ona susması emredilmişti. Amerikan idareciler Yahudilerin üstünü çizmiş, siyahları piste sürmüştü. Naziler rüyalarında görse, herhalde buna inanmazlardı. Bunlar yaşanırken, Türkiye’yi olimpiyatta temsil eden ilk kadın sporcular Halet Çambel ile Suat Fetgeri Aşeni ise Hitler’le tanışmayarak politik bir tavır sergilemişlerdi.
Owens’ın profesyonel olmasıyla meydan Stoller’a kalacak, o da ertesi yıl pistlerin tozunu atacaktı. Glickman ise bir süre başka sporlarla uğraştıktan sonra basına geçiyor, yıllarca New York takımlarının sesi oluyordu. NBA’in ilk televizyon spikeri de oydu.
Otobiyografisinde Hitler’in ayağa kalkıp kendisine selam verdiğini söyleyen Owens, kendisini asıl küçümseyenin ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt olduğunu belirtmişti. Seçim kampanyası nedeniyle efsane sporcuyu Beyaz Saray’a çağıramayan Başkan, bir telgraf bile çektirecek vakti bulamamıştı. Berlin’den tam 19 yıl sonra Eisenhower tarafından onurlandırılan büyük atlet, 1980’de vefat etti. Hasta yatağında bile Başkan Jimmy Carter’ı Moskova Olimpiyat Oyunları’nı boykot etmemesi için ikna etmeye çalışan Owens, 1984 Los Angeles’ta onun başarısını tekrarlayarak dört altın madalya kazanacak Carl Lewis’i de görememişti.
Berlin’in unutulmazları
Irkçılık, altın Türkler ve ünlü kurbanlar…
Üç yıl önce iktidara gelen Hitler, gücünü göstermek için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu. Olimpiyat Oyunları da bunun için biçilmiş kaftandı. Tarihin televizyondan yayınlanan ilk olimpiyatları Berlin’de düzenlenecek, radyo yayınları da 41 ülkeye yayılacaktı.
Alman Olimpiyat Komitesi Başkanı Carl Diem tarafından ortaya atılan bir fikir çok beğenilmişti. Yedi ülke, 3075 kilometre katedecek bir meşale, sporun kanatları altında insanları birleştirecekti. Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı. Viyana’da Nazi taraftarları ilhak çağrısında bulunmuş, Prag’da ise meşale söndürülmüştü. Berlin’in oyunları düzenlemesine karşı çıkanlar Barcelona’da bir Halk Olimpiyatı yapmak istemişlerse de, İspanya’da iç savaş patlıyor; hayaller gerçekleşmiyordu.
Naziler’in yayın organı Völkische Beobachter başta siyahların ve Yahudilerin olimpiyata katılmamaları gerektiğini yazıyordu. Fakat bunun boykota neden olabileceği öngörülmüş, sonradan bu ırkçı yaklaşımdan vazgeçilmişti. Eskrimde ev sahibi ülkeye gümüş madalya kazandıran Helene Mayer’in babası Yahudiydi. Almanya’nın tek Yahudi sporcusu oydu. Disk ve gülle atmada dünya rekorları kırmış, 100 metrede yine yeryüzünün en iyi derecesine imza atan bayrak takımının bir parçası olmuş Lilli Henoch nedense takıma alınmamıştı. 1942’de ailesiyle Riga Gettosu’na yollanan unutulmaz atlet, kısa sürede katledilecekti.
ABD dahil bazı ülkeler oyunları boykot etmeyi düşünse de o tarihe kadar görülen en büyük katılım Berlin’de gerçekleşti. Sonradan IOC’nin başına geçecek Amerikan Olimpiyat Komitesi Başkanı Avery Brundage “spora politika karıştırılamaz” diyor, ülkesini Berlin’e götürüyordu. Tevatüre göre iki Yahudi sporcunun takımdan çıkarılmasında parmağı vardı. Bugün tüm dünyada poster olan 1968 Mexico City Olimpiyat Oyunları’nın 200 metre madalya serenomisinde Amerikalı atletlerin yumruklarını sıkıp ellerini göğe kaldırdıkları anda sporun en büyük patronuydu Brundage. Tommie Smith ile John Carlos ömürboyu spordan men edilmişti. 1972 Münih Olimpiyat Oyunları’nda İsrailli sporcu ve antrenörlerin öldürülmesinden sonra organizasyonun devamına karar veren yine oydu. O, bambaşka bir yazının konusu demeli; 1936’ya geri dönmeli…
Dünya o tarihte Nazilere pek tepki duymuyordu. Hattâ açılış töreninde Kanada ve Fransa kafileleri, Nazi selamı vererek Hitler’in önünden geçmişti. Zamanın ruhu herhalde böyle bir şeydi.
Türkiye ilk madalyasını Berlin’de kazanmıştı. Mersinli lakaplı Ahmet Kireççi serbest stilde 79 kiloda bronz madalyayı alıyordu. Ondan sonra sahne alan Yaşar Erkan ise grekoromen 61 kiloda zirveye ulaşıyor, Türkiye tarihinin olimpiyatlardaki ilk altın madalyasını kazanıyordu. Atatürk, ona gönderdiği telgrafda şöyle demişti: “Kendin küçüksün; ama memleket için önemli bir iş yaptın. Artık adın Türk spor tarihine geçti. Çok yaşa Yaşar!”
Almanya adına her katılan sporcu Nazileri desteklemiyordu. Güreşte madalya kazanması beklenen Werner Seelenbinder bir komünistti. Birçok yasadışı faaliyete karışmışsa da, ülkenin en büyük madalya umuduydu. O her ne kadar katılmak istemediyse de arkadaşları onu ikna etmişti. En büyük hayali, madalya kazanıp Hitler’e Nazi selamı vermek yerine bambaşka bir hareket yapmaktı. Olmadı, dördüncü oldu. Dördüncü olunca da, Gestapo tarafından faaliyetleri hatırlandı. Sonradan tutuklanan sporcu, 1944’te idam edilecekti.
Hitler’in gittiği tek maçta Almanya’yı deviren Norveç’in teknik direktörü Asbjørn Halvorsen, 2. Dünya Savaşı’nı toplama kamplarında geçirecekti. Suçu ülkesini işgal eden ülkeye karşı direnmekti. Estonya’nın halk kahramanlarından Kristjan Palusalu da Berlin’e damgasını vurmuştu. Hem serbest, hem de grekoromende ağır sıklette altına ulaşan güreşçi, topraklarının Sovyetler Birliği tarafından işgal edilmesinden sonra 1941’de çalışma kampına gönderilmişti. Arkadaşlarıyla firar etmeyi denemişlerse de başarılı olamadılar. Ya idam edilecekler ya da Sovyet Ordusu’nda Finlandiyalılara karşı savaşacaklardı. Savaşı seçip hayata tutunmaya kalkmışlardı. “Finlandiyalılar Estonyalıları vurmaz” diye bağırarak öbür tarafa geçtiklerinde olaylar gelişiyordu. Anında onu tanıyan Finlandiyalılar, olimpiyat kahramanı ve arkadaşlarını sözümona esir aldılar.