Türklerle Kürtlerin birarada ve barış içinde yaşaması, bu coğrafyada “önce insan” olmaktan geçiyor hiç kuşkusuz. “İnsan kimliği” kayboldukça, diğer kimlikler ideolojilerin yörüngesine giriyor; ayrımcılıktan düşmanlığa uzanan yollar dönüp dolaşıp çatışma ve ölüm getiriyor.
Kin ve nefretin ele geçirdiği, sadece omurilik tarafından yönetilen kafalar… Ve bu şekilde dizayn edilen kafaları kullanarak, adına iktidar mücadelesi denilen kanlı oyunu oynayanlar… Ve en acısı, bu süreçte hayatları çalınan insanlar…
Hukuk ve adalet yoksa, insanlar bunların önünde eşit değilse, barış da yoktur. O vakit her odak, kendi gücü nisbetinde adına adalet dediği rövanşı, cezayı, intikamı reva görür.
“Mukabele-i bilmisil”den yani “aynen karşılık verme”den, “misliyle cezalandırma”ya yani “iki katı ödetme”tehditlerine geldiğimiz şu günlerde; bir taraftan da “çözüm süreci” adı verilen bir kavram hayata geçirilmeye çalışılıyor. Şimdiki zamanın herkese dayattığı şartlar o kadar ağır ki, kimsenin tarihle marihle uğraşacak hâli yok. Protesto gösterilerinde insanlar vuruluyor, hatta linç ediliyor. Bingöl’de “yargısız infaz” yapılıyor; Yüksekova’da çarşı iznine çıkmış, askerlik görevini yapan insanlar pusuya düşürülerek öldürülüyor.
Yakın tarihimizde yaşanan benzeri hadiselerin ördüğü, yüklü bir “faili meçhul geçmiş”imiz var. Büyük çoğunluğu devlete ve örgüte ait günahlar, maalesef “anonimleşmiş” artık. Oysa eskiye sünger çekerek değil, ancak geçmişle hesaplaşarak bir rahatlama sağlanabilir. Yaralar deşilmeden sağalmaz.
Bu toprakların özellikle yakın tarihte tanık olduğu cinayet ve katliamlar, bunları gerçekleştirenlerin yanına kâr kaldı. Ve daha da kötüsü bunlar bir “yanına kâr kalma kültürü” (culture of impunity) oluşturdu. Cezasız kalan suçlara tanık olan, bunları duyan yeni nesiller de hem cezasız kalan yeni suçlar işlediler hem adaleti kendilerince sağladılar. Devlet görevlileri tarafından işlenen suçlar da aynı şekilde korkunç bir hafıza, meşruiyet, gelenek yarattı.
Osmanlı döneminden “Yeni Türkiye”ye yatay geçiş yapmak isteyenler de, Cumhuriyeti sadece sevaplarını sayarak yaşatabileceklerini düşünenler de, kimlik siyasetinin dar kalıpları içerisinde reaksiyoner bir milliyetçilik üretenler de, kalıcı bir barışın tarafı olamazlar. Günlük politika, iktidar kavgası, siyasi ikbal ve paranın değersizleştirdiği, tarihsizleştirilen, ölen-öldüren insanlar olarak mı yaşayacağız; yoksa Türk ve Kürt olmaktan önce insan olduğumuzu hatırlayarak, birarada kardeşçe bir gelecek için mi çalışacağız?
Uygarlığın, dostluğun, acıları bal eyleyip hayata sarılmanın gerekliliğini, Saltanatın Cumhuriyete mirası 103 yaşındaki Ulviye Tur Hanımefendi örneklendiriyor 18. sayfamızda. Acılara, güçlüklere karşın huzur ve mutlulukla geçirilmiş bir asrı, yaşamöyküsünde özetliyor. Biz de sevgiyi, barışı aramaktan vazgeçmeyelim.