15. yüzyıldan itibaren Doğu kültürünü eserlerine taşıyan Batılı aydınlar, 19. yüzyıl başlarında artık büyük bir akım haline gelen oryantalizmi neredeyse tüm disiplinlere yaydılar. Türklerin eşzamanlı Batılılaşma serüveni ise yarımyamalak kaldı.
Batı edebiyatlarında Müslüman dünyanın nasıl işlendiği konusu bir ölçüde farklı bir perspektiften incelenme durumunda; çünkü edebiyat alanında, iki dünya arasındaki uçurum sonradan açılmıştır.
Ortaçağ’da, şövalye geleneği ve bu geleneğin üzerinde durduğu değerler, konunun belli bir eşitlik teması üzerinde işlenmesini sağlamıştı: Önemli olan şövalyenin değerleriydi, Müslüman ya da Hıristiyan olması değil. Avrupa’nın en önemli katedrali sayılan Chartres’daki dev bir vitrayda Müslüman şövalyeyle Hıristiyan şövalye eşit koşullarda temsil edilmiştir. Boccacio’nun yapıtında Selahattin ile II. Frederik aynı vakarla yeralır. XV. ve XVI. yüzyılın büyük epik eserlerine de bu anlayış hakim olmuştur: Il Tasso’nun kitaplarında Müslüman ve Hıristiyan şövalyeler sevişir, dövüşürken aynı dünyanın insanları gibi ele alınırlar.
Buna karşılık, Batı edebiyatlarında Arap figürü ne denli olumlu biçimde işlenmişse, Türk figürü o denli sert, eleştirel olmaktan uzak bir itkiyle işlenmiştir. Niğbolu Savaşı’yla birlikte gerçek bir tehdide dönüşen varlıkları, Türklerin, İstanbul’u almalarından sonra gerçeküstü bir korkunun kaynağı olarak yorumlanmalarına yolaçacaktı. Rönesans döneminden başlayarak, “Türk korkusu” ve bu imgeye bağlı olarak geliştirilen olumsuz şiddet yanlısı türev imgeler sarmaya başladı ortalığı.
Büyük yazarların bile aynı yaklaşım biçimini benimsediği açıkça görülmekteydi: Machiavelli Mandragore’de, Giambattista Giraldi Ecatommiti’sinde, Molière ünlü Le Bourgeois Gentilhomme’unda ürkütücü, akıl fukarası bir Osmanlı portresi çizdiler. Bu, başka birtakım yazarların, Türklerin özellikle Avrupalı kadınlarca çok beğenildiği görünüşünü izleyen ürünler vermesini engellemedi. Christopher Marlowe, Timurlenk’ten yola çıkarak bir oyun yazmıştı; Propero Bonarelli de, Kanunî Sultan Süleyman’dan yola çıkarak, Avrupa’da büyük başarı kazanan II. Solimano adlı oyunu kaleme aldı. Bir moda olmuştu Osmanlı dünyasının tipleri üzerine kurulu yapıtlar vermek: 1648’de çıkan Madeleine de Scudéry’nin İbrahim’i bu ilgiyi doruk noktasına taşıyacaktı.
XVII. yüzyılla birlikte, özellikle de Viyana kuşatmasının başarısızlığından sonra Avrupalılar bir ölçüde rahatladılar, Türklerle ilgili olumsuz yaklaşımların da giderek ortadan kalkmasını sağladı bu; hiç değilse tam anlamıyla nesnel olmasalar bile, “öcü” imajını kafalarından silmeye başlamışlardı.
XVIII. yüzyılda Binbir Gece Masalları ve Hâfız Divanı bölük pörçük Batı dillerine aktarılmıştı. Bu kaynaklar, Goethe’yi derinden etkiledi: Batı Doğu Divanı’nı yayımladığında, Avrupa’nın düşünen, yaratıcı kafaları Doğu sorununun ne ölçüde titizlik ve dikkat istediğini kavramak zorunda kalacaklardı.
Goethe ile Voltaire’in Hazreti Muhammed’e yaklaşım biçimleri ve Napoléon’un kıssadan çıkardığı hisse, Doğu imajının ortadan ikiye ayrıldığının açık kanıtıydı artık: Genç Goethe, İslâm’ın peygamberi üzerine bir tiyatro oyunu yazmayı düşünmüştü, yüceltici bir yaklaşımı vardı, ne yazık ki bunu gerçekleştirememişti; elimizde kısa bir taslak metni var… Voltaire alaycı bir tonla ele almıştı Hazreti Muhammed’i, bu yaklaşımı Napoléon şu sözlerle değerlendirecekti: “Voltaire dünyanın çehresini değiştiren, görkemli bir karaktere sahip olan kişiyi en adi, en bayağı üslûpla ele almıştır”.
Galland, Binbir Gece Masalları’nın bütününü çevirip günışığına çıkardığında, Doğu imgesi edebiyat ve tiyatroda bütün bütüne değişecekti. Artık Türklere, Osmanlılara, İstanbul’a büyük bir gizem duygusuyla yaklaşılmaya başlanmıştı. Crébillon ve Bedford’un öyküleri, Viyana’da sahneye konan pek çok oyundaki replikleri değerlendirmek gerekirse, artık bütün yönleriyle Osmanlı gündelik yaşamı, Müslüman kadınların yaşama biçiminden mutfak kültürüne kadar pek çok konunun içinden didik didik ediliyordu. Haçlı seferleri döneminden kalma Doğu musikisi öğeleri iyiden iyiye canlandırılmıştı aynı dönemde; “yeniçeri müziği” adı verilen bu tür müziği icra edebilecek gerçek Türkler bulunamazsa, onların yerine “zenciler” kullanılıyordu.
Müzik alanında, bizim Batılılaşma sürecinin içinde, Donizetti Paşa’yla başlattığımız ithal hareketi üzerinde çok durulmuştur. Oysa, İngiliz tarihçi Henry Farmer, başta “Türk Marşı”yla Mozart’ın olmak üzere, pek çok Batılı bestekârın yapıtlarındaki Türk-Osmanlı motiflerinin etkilerini saptamış, uzun bir döküm yaptıktan sonra, Doğu enstrümanlarının Batı müziğini etkileme biçimine de ışık tutmuştu. “Fındıkkıran”da Çaykovski’nin, “Peer Gynt”ta Grieg’in, Cherubini ve David’in yapıtları bu listede önü çeken parçalar arasındaydı.
Batı resminde oryantalizm anlayışı, Müslüman dünyayla kurulan yüzyüze ilişkiden kaynaklanmış doğal bir kültür olgusudur. Gentile Bellini, Fatih Sultan Mehmet’in daveti üzerine sarayda çalışmıştı; Carpaccio, Türklerin Venedik Cumhuriyeti ile olan ticari ilişkilerinin bir sonucu olarak, yakından tanıma fırsatını bulduğu bir dünyayı betimliyordu; XVIII. yüzyılda Jean-Baptiste Van Moor, III. Ahmet’in padişahlığı sırasında gözde olmuş, Jean-Etienne Liotard, İzmir’de bir Türk gibi yaşayarak resimleriyle üne kavuşmuştu.
Gerçek anlamıyla “oryantalist” biçimde bu dünyayı algılamış ilk ressamın Rembrandt olduğu söylenir. Rembrandt yalnızca Müslüman dünyaya değil, bu dünyanın ürünü olan resimlere de büyük ilgi besliyordu, ayrıca Moğol minyatürleri üzerinde kopya çalışmaları yapmıştı. Philippe Julian’a bakılırsa, Fransa’da oryantalist akım iki önemli tabloyla başlamıştır: Antoine Jean-Gros’nun “Ebubekir Savaşta” adlı 1806 tarihini taşıyan yağlıboya resmi ile Anne-Louis Girodet- Trioson de Roucy’nin 1810’da yaptığı “Kahire İsyanı”. Bu yapıtlarda, özellikle de ikincisinde, oryantalist resim anlayışının bütün karakteristik yanları görülüyordu: Görkemli giysiler, egzotik silahlar, hareketli sahneler ve ögeler, Delacroix’nın düşlediği Doğu’dan büyük bir başyapıt çıkartmasını sağlayacaktı: 1827 tarihini taşıyan “Sardanapal’ın Ölümü”.
Binbir Gece Masalları
Galland’ın derleyip, Fransızca’ya çevirdiği Binbir Gece Masalları’nın ilk baskıları… Eser, Batı’daki Doğu ve Osmanlı imajı üzerinde belirleyici oldu.
Oryantalizm yalnızca fantezilerle beslenen bir anlayış değildi şüphesiz. XIX. yüzyılla birlikte “Doğu’ya Yolculuk” modası almış yürümüş, yazar ve ressamlar da geniş seyyah yelpazesinde yerlerini almışlardı. Bu modanın ressamlar açısından taşıdığı ayrı bir önem vardı: Fantezi boyutunda ilgilendikleri bir dünyayı apaçık biçimde, tüm görsel özelliklerinin eşliğinde tanıma fırsatı doğuyordu kendilerine. Bu doğrudan doğruya temas onlar açısından ciddi kazanımlar doğurmuştur: Delacroix, sözgelimi, Kuzey Afrika’ya yaptığı yolculukta (1832) Harem’in güzelliği karşısında afallıyor; İngres ise, Antik Yunan’da en yetkin biçimini aldığını sandığı Kadınlar Hamamı’nın Osmanlılar tarafından bir “cennet mekânı”na dönüştürüldüğünü düşünüyordu.
Batı resminde oryantalist öğeler XIX. ve XX. yüzyıla da taştı: Özellikle renk düzleminde, Batılı ressamların alışageldikleri çeşit ve uyum anlayışı büyük ölçüde Doğu’dan gelen estetik tadlarla değişme yolunu tuttu. Hat sanatı ise harflerin kendiliğinden estetikleri ile Batılı ressamın çizgi dünyasına yeni bir soluk taşıyacaktı: Klee’nin yapıtı bunun somut örneğidir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun yaşadığı gerileme dönemi, Avrupalının gözünde çok daha çabuk bir biçimde “çöküş”le özdeşleştirilmiştir. Gerçekten de, ister gerileme süreci olarak adlandırılsın, ister çöküş dönemi olarak, Osmanlıların iç bünyesindeki gevşemeyi tek yönlü bir biçimde irdelemek mümkün değildi: Ekonomik planda büyük bir kasvet çökmüştü devletin üzerine; bu, doğal bir biçimde toplumsal yaşamın herbir kademesine inmekteydi; öte yandan, bir imparatorluğun doğal olarak en büyük sigortası sayılması gereken askerî güç alanında da tıkanma başgöstermişti: Kültürel açıdan da Osmanlıların geliştirdiği değerler bütünü zedelenme, sarsılma yolundaydı.
Askerî planda, Rusya’da da benzeri bir tıkanma yaşanmış, ama Büyük Petro II. Osman ya da IV. Murad’dan çok önce radikal çözümler bularak ordusunu bütünüyle, hem araçgereç açısından, hem de stratejik açıdan yenileştirmeyi başarmıştı. Osmanlılar için askerî güç, onu elinde bulundurmak ve azaltmadan sürdürmek hayati bir anlam taşıyordu. Bu nedenle de, XIX. yüzyılın başından başlayarak orduya yeni bir çehre verilmek istendi. Sarayın yeniçerilerle mücadelesi Osmanlı padişahları açısından acı yenilgiler ve anılarla doludur: Askerî değişimin ve reformların bedelini ödemek neyse ne, bunun da eninde sonunda kültürel bir sorun olduğunu anlamak için epey insan, emek ve zaman harcamak gerekecekti.
Askerî planda reform, aynı zamanda kültürel düzlemde değişim demeye geliyordu: Eğitim, teknik, lojistik alanında köklü bir başkalaşım yaşanması ise düpedüz bir düzen değişikliğini gerektiriyordu. Bu amaçla, III. Selim ve II. Mahmud dönemlerinde yurtdışındaki elçilerimiz, İstanbul’dan gönderilmiş pek çok kişinin birkaç yabancı dil öğrenmesi için seferber olmuşlardı.
İstanbul’un çehresi de bu Batılılaşma serüveniyle değişmeye başlayacaktı: Avrupa’dan gelme mimarlar ve içmimarlar yeni sarayların, görkemli konak ve köşklerin yapımında kendi estetik ölçütlerini de getiriyorlardı. XIX. yüzyılın sonundan başlayarak kısa süre içinde İstanbul’un pek çok mahallesini “Art Nouveau” ve “Art Deco” köşkler, konaklar ve hatta apartmanlar kaplayacaktı. Beylerbeyi ve Çırağan Saraylarına mührünü vurmuştu yabancı mimarlar: Raymondo d’Aronco ise sivil mimari alanında önemli bir değişime yol açacaktı; Yıldız Fabrikası’nı, Haydarpaşa Hastahanesini, Şeyh Zafir türbesini ve nice konağı ona borçluyuz.
Tepeden inme bir biçimde gelmemiştir yalnızca Batılılaşma. Osmanlı aydını da, çıkarttığı gazetelerin içerik ve biçiminden, benimsediği düşünürlerin ve öğretilerin niteliğine kadar Batı dünyasını yakından izleyen etkili bir kesim olarak gözükmüştür.
XX. yüzyılın başına gelindiğinde, Osmanlı başkenti bu Batılılaşma hareketiyle geleneksel olanın korunması sürecinden doğan bir karmaşayı yaşamaktaydı. Karikatürden tiyatroya, tramvaydan feribota, hayatın herbir kesimine Batı dünyasının tekniği, görgüsü ve üslûbu akın etmekteydi. Öte yandan en tutucu, en koruyucu yaklaşımlar içiçe kaynaşmış biçimde karşı kutbu oluşturma çabasını sürdürüyorlar ama tutunamayacakları günbegün ortaya bütün açıklığıyla çıkıyordu. Mustafa Kemal, Osmanlıların işinin bittiğini kesinkes kavrayıp Anadolu’ya doğru yola çıktığında, imparatorluğun yaşadığı dramın son perdesini oynadığı tartışılmaz bir gerçek halini almıştı.