İmparatorluğun son döneminde zıt kutupların merkezinde yer alan Ali Kemal’in linç edilmesi tarihimizde kara bir leke olarak dururken, yazarın üç ciltlik İkdam yazılarının Türk Tarih Kurumu tarafından yayımlan ilk çevrimyazı basımı Paris Musâhabeleri, özensizliği ve yetersizliğiyle adeta yeni bir linç girişimi.
Ali Kemâl, Osmanlıların son demlerinin belki de en trajik figürü: 6 Kasım 1922 günü, Sakallı Nurettin Paşa’nın koşullarını hazırladığı bir kalkışım sonrası, İstanbul’dan, Tokatlıyan’ın karşısındaki berber dükkânından düpedüz kaçırılıp getirildiği İzmit’te linç edilmesi pis bir leke olarak duruyor tarihimizde.
Ali Kemâl, yaşadığı dönemde, çevresindekileri zıt kutuplara bölmüş bir kişilik. Yahya Kemal, önemli portre yazısında, Rıza Tevfik, Biraz da Ben Konuşayım başlığı altında toplanan anılarında, bir ucu temsil eden olumlu yaklaşımlarla karşımıza çıkarlar; öteki uçta, Kavgalarım’da Hüseyin Cahit Yalçın’ın, Son Asır Türk Şairleri’nde İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın amansız yargıları toplanır. Gene de, anımsatmak gerekir: Bizim kültür tarihimizde, üzerinde uzlaşmaya varılmış neredeyse kimse yoktur!
Ali Kemâl’in anıları, oğlu Zeki Kuneralp tarafından, Ömrüm başlığı altında, hayli gecikmeli biçimde (1985) yayımlanmıştı. Bu birincil kaynağa Ruşen Eşref Ünaydın’ın Diyorlar ki kitabındaki Ali Kemâl bölümünü eklemekte yarar var: Sorulara yazılı olarak yanıt verdiği bu ‘söyleşi’, yazarın düşünce dünyasına ilişkin ilk elden önemli ipuçları barındırıyor.
Türk Tarih Kurumu’nun, 2014 yılında yayımladığı Paris Musâhabeleri, Ali Kemâl’in 1913’de üç ciltte bastırdığı İkdam yazılarının ilk çevrimyazı basımı. Görünüşte heyecan verici bir girişim. Ne var, giriş sayfalarından başlayarak, Ali Kemâl’in bir de bu yoldan linç edilmek istendiği kanısını doğuran çok sayıda sorun çıkı- yor okurun karşısına. “Yayına hazırlayan” Kâmil Yeşil’in bu konudaki yetersizliği yeterli bir açıklama olarak görülebilir mi, sanmıyorum: Anlı şanlı bir kurumun sonuçta asıl sorumluluğu taşıyacağı tartışma götürmez: Gerekli “editörlük” çalışmasının yapılmadığı ayan beyân ortada.
Deyim yerindeyse bahtsızlık, kitabın ilk sayfasından başlıyor: Üstüste dört kez, aynı sayfalarda, Ali Kemâl’in doğum tarihinin 1889 olduğu belirtiliyor; bu durumda ilk romanını 6 yaşında yayımlaması sözkonusu! Ali Kemâl, 1867’de dünyaya gelmiştir.
Kitaptaki yanlışların önemli bir bölümü Ali Kemâl’in değil de çevrimyazıyı gerçekleştiren kişinin Fransızca bilmemesinden kaynaklanıyor. Bu tür bir yayında editörün kimi ek bilgiler vermemesi de büyük eksiklik.
Adı üstünde, Paris Musâ- habeleri, İkdam gazetesine Paris’ten gönderilmiş yazılardan oluşuyor. Sayfadan sayfaya ilerlerken, okur, yazarın doğru dürüst Fransızca bilmediği (!?) halde nasıl böyle bir işe kalkıştığını anlamakta güçlük çekiyor:
Bizim Milo Venüsü olarak tanıdığımız Venus de Milo’yu, Venüs Demilleau (s. 34); La Dame aux Camélias’yı, La Damme aux Cameliq (s. 52); Leconte de Lille’i, le Conette de Lille (s. 136); Champs de Mars’ı, Chan de Maresse (s. 138); Puvis de Chavanne’ı, Pa- vet de Chavain (s. 141); Maxime du Camp’ı, Maksim de Cann (s. 149)… yazabildiğine, “absent”i, “absant” (s. 98), Nana’yı, Nata (s. 114) bellediğine, Montre Kristo (s. 40) diyebildiğine göre Ali Kemâl içinde yaşadığı yabancı dili öğrenmiş olmanın pek uzağındaydı anlaşılan.
Kaldı ki, yazarın “genel kültür”ünün de hayli zayıf olduğunu gösteren başka örneklere de rastlanıyor yazılarında: Ünlü ressam Rafaello’yu ikidebir Rafeille, Rembrandt’ı Ramberan, Wagner’in Tannhauser’ini, Taine Hauser diye andığına bakılırsa.
Tutalım ki Ali Kemâl sorumluydu bütün bu yazım yanlışlarından, gene de, önce bunu kurcalamak gerekirdi: Varsa elyazmalarına, yoksa İkdam koleksiyonuna başvurarak — ama, her durumda yapılması beklenecek iş bir “bilen”e danışmak olmalıydı. Uzağa gitmeye gerek yoktu ayrıca: Ali Kemâl’in iki torunu da yetkin derece Fransızca biliyorlar, yardımları istenebilirdi!
Sonuçta, 2014 tarihli bir Tarih Kurumu yayınında notlanmalıydı: Ali Kemâl’in yanlışı, İkdam’dan ya da 1913 baskısından kaynaklanan yazım yanlışı diye ve “doğrusu” dipnotta verilmeliydi. Korkarım, yanlışların önemli bir bölümü Ali Kemâl’in değil de, çevrimyazıyı gerçekleştiren kişinin Fransızca bilmemesinden kaynaklanıyor! Kaldı ki, bu tür bir yayında, editörün kimi ek bilgiler sunması yerinde bir davranış olur. Sözgelimi, Ali Kemâl, yazılarından birinde Sırrı Paşazâde Vedad Beğ’den bahis açıyor: “Vedad Beğ pek güzel imtihanlarla mektebe dühûl ettikten başka şimdi en parlak talebe-i mimâriden addolunuyormuş”. Paris Musâhabeleri’nin her okurundan tahminde bulunmasını bek- leyemeyiz: Burada anılan mimarlık öğrencisi, Cumhuriyet’in ilk kuşak mimarlarının önde gelenlerinden biri olan Vedat Tek’ten başkası değildir (Afife Batur’un dörtdörtlük monografi kitabında ayrıntılı öyküsü yeralıyor Vedat Tek’in Paris’teki öğrencilik döneminin).
Yayıncının ‘müdahale’sini isteyen pek çok böyle ayrıntı var kitapta. İkdam yazılarına tarih bile atılmamış; oysa, yaklaşık 120 yıl sonra ayrı bir önem taşıyor tarihlendirme. Örnekse, Ali Kemâl, sanırım 1896’da olmalı, “öteden beri âsârını, mezâyâsını terceme ve ta’dad ve vasfetmekle bitiremediğimiz” Marcel Proust’tan dem vuruyor. En hafifinden şaşırtıcı, aydınlatılması gereken bir yaklaşım bu: Proust, 1896’da “ilk” kitabını yayımlamış çok genç bir yazardır, Yitirilmiş Zamanın Peşinde’yi yazmaya 1909’da girişmiş, birinci kitabı 1913’de çıkarmıştı: Ali Kemâl “öteden beri” onu okumuş olabilir miydi?
Paris Musâhâbeleri’nde, Salâh Birsel’in deyişiyle “aşırımento” bölümlerin epey yer tuttuğunu Hüseyin Cahit ileri sürmüştür gerçi; ama 2014’de kitabı yayına hazırlarken bunları ya doğrulamak, ya da tersini savunmak için “çalışmak” şarttı. Öte yandan, kitabı bir intihal anıtı olarak nitelendirmek insafsızlık olur: Ali Kemâl’in kaleminden geldiği tartışılamayacak nefis öznel parçalar (kediler ve köpekler üzerine bölüm gibi), önümüzde cins bir yazar durduğunun belirgin kanıtları.
Türk Tarih Kurumu’nun, tez elden, Paris Musâhabeleri’nin “düzeltilmiş” baskısını hazırlatmasını dileyelim.