0,00 ₺

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

‘Sosyal mesafeli flört: Pandemi ekranlarında yalnız kalpler ve nostalji

Koronavirüs salgını, romantik ilişkilerimizi de dönüştürüyor. Online randevulaşma uygulamaları rekor üzerine rekor kırarken, kullanım biçimleri de değişiyor. Bu aralar çiftler hemen buluşmak yerine daha çok görüntülü konuşmaya, daha “derin iletişim” kurmaya odaklanmış gibi… Peki tüm hayatımız bir telefon ekranına sığar hâle gelmeden önce “sosyal mesafeli” ilişkiler nasıl kuruluyordu?

İnsanın sosyal bir hayvan olduğu ve bağlantı kurmaya en az ekmek, su ve tuvalet kağıdı kadar ihtiyaç duyduğu gerçeğiyle hiçbir zaman korona dönemi kadar doğrudan yüzleşmemiştik. Buna rağmen pandemi, evliler ve ilişkisi olanlar için üstünü örttükleri problemlerle yüzleşmek zorunda kaldıkları ve bazılarının yollarını ayırma kararıyla noktaladıkları bir dönem oldu, oluyor. Çin’de geçen yıl bu zamanlara kıyasla boşanmalar yüzde 300 arttı; Türkiye’de de bazı avukatlık firmaları boşanmak için başvuranların sayısının dörde katlandığını açıkladı. 

Bekarlar ise online randevulaşma uygulamaları sayesinde “yeni normal”e daha iyi ayak uydurmuş gibi görünüyor; fakat yeni şartlarla… Aslında bu uygulamalar, uzun zamandır hayatlarımızın bir parçası. Anketler dünya çapında, çiftlerin tanışma metotları içinde internetin ikinci sırada olduğunu gösteriyor. Arkadaşlar aracılığıyla tanışma hâlâ 1 numara, ama pandemi bu sıralamayı her an değiştirebilir. 29 Mart’ta yeni nesil online randevu uygulamalarından Tinder’ın, bir günde 3 milyarın üzerinde “kaydırma”yla rekor kırdığını açıklaması bunun işaretlerinden (Uygulamada önünüze çıkan bir fotoğrafı sağa kaydırmak beğenmek, sola kaydırmak beğenmemek anlamına geliyor. İki kişi karşılıklı olarak birbirlerinin fotoğrafını beğenirse eşleşme sağlanmış oluyor)… 

Eskiler bitiyor, yeniler filizleniyor

Pandemi günlerinde boşanma oranları roket hızıyla artarken, internet taze aşklara yelken açanlarla doldu. Online randevu uygulamalarının kullanıcıları rekor sayılara ulaştı.

Hollanda gibi ülkelerin resmî sağlık önlemleri arasında düzenli bir “seks partneri” bulmayı da saydığı bu olağanüstü günlerde, online tanışma uygulamalarının kullanıcı sayısı artarken, işlevleri de değişmeye başladı. Nisan’ın ikinci haftasında, match.com sitesi, kullanıcılarına yaptığı bir ankette, karantina başladığından beri kur yapma davranışlarının nasıl değiştiğini sordu. Ankete katılan 6004 kadın ve erkeğin cevapları içinde; görüntülü konuşmaların yükselişi (yüzde 6’dan yüzde 69’a); evde geçirilen boş zamanın artmasıyla insanların birbirleriyle konuşmaya daha fazla vakit ayırabildiği; gündelik konular yerine korkular ve ümitler gibi daha derin hislerini paylaşmaları öne çıkıyor. Her karşılaşmanın bir sağlık riski oluşturduğu günlerde, yüzyüze görüşme aşamasına geçiş de çok daha uzun sürüyor. Kalıcı olur mu bilinmez ama, tüm bunlar hızlı teknoloji çağında “yavaş flört”ü tekrar popülerleştirmiş gibi görünüyor. Peki romantik arayışlarımız da dahil olmak üzere tüm hayatımız bir telefon ekranına sığar hale gelmeden önce “sosyal mesafeli” ilişkiler nasıl kuruluyordu? 

Kalpleri ferahlatan yelpazeler Avrupa’da gençler balolarda tanışabiliyordu ama birbirleriyle aracısız konuşmaları, doyasıya vakit geçirmeleri mümkün değildi. Haberleşmek için geliştirdikleri yelpaze lisanı göze batmadan mesajlarını karşı tarafa iletmelerini sağlıyordu (altta). Yelpazeyi kalbe götürmek “seni seviyorum”, sol elde açık tutmak “gel konuşalım” demekti (üstte). 

Yalnız kalpler ve ilk ilanlar

Bilinen ilk kişisel ilan, 1685’te İngiltere’de yayımlanan bir tarım gazetesinde çıktı. Bu ilanların ilk örneklerinden birinde, “Yüksek bir mevkide 30 yaşında bir erkek, 3.000 pound civarında serveti olan bir kadın” arıyordu. Tokgözlüymüş sanmayın, 3.000 pound yaklaşık olarak bugünün 300 bin pound’una (2 milyon 500 bin TL) eşdeğer. Bazı varlıklı erkeklerin ise gözü maddiyatta değildi. Para yerine gençlik ve güzellik arıyorlardı. 45-50 yaşlarında zengin bir dul erkeğin, malvarlığını saydıktan sonra 18 yaşlarında bir genç kızla evlenmek istemesi oldukça yaygın görülen bir durumdu. 

Kadınlara gelince… 1727’de İngiltere’den Helen Morrison, Manchester Weekly Journal’ın “Yalnız Kalpler” köşesine ilk kez “hayatını geçirebileceği hoş birini aradığını” yazmadan önce, değil gazeteye ilan vermek, kadınların bu köşeden biriyle mektuplaşmaları bile ayıp karşılanıyordu. Bu nedenle kadınlar, adres olarak kafeleri ya da misafirhaneleri gösteriyordu. Morrison’un “son derece radikal” ilanına gelen cevap ise ne yazık ki özlemini çektiği “hoş adam”dan değildi… Aldığı mektupta, şehrin valisi ona 4 haftalığına akıl hastanesine gönderileceğini yazmıştı. Kadınların ne istediklerini ifade etmeleri, 18. yüzyıl beyefendilerine göre açıkça akli dengelerini yitirmiş olduklarının kanıtıydı. 

Benzer ilanlar okur-yazarlık oranlarının yükselmesi ve geleneksel evlilik usullerinin sorgulanmaya başlamasıyla 2. Meşrutiyet dönemi Osmanlı toplumunda da yaygınlaşmıştı. 1914’te yayımlanmaya başlayan Musavver Malumat-ı Nafia bu tür izdivaç ilanlarını ilk yayımlayan gazeteydi. İlan vasıtasıyla evlilik girişiminin ikinci adresi ise Kadınları Çalıştırma Cemiyeti’nin ilanlarını yayımlayan Vakit gazetesiydi. Savaş yıllarında eşini, babasını, oğlunu ve kardeşini kaybeden kadınlara iş imkanı sağlayan cemiyet, kadınlara sağladığı desteğin geçici olduğunu düşünerek, daimi bir gelire sahip olmaları için bir evlendirme kampanyası başlatmıştı. Bünyesindeki erkek işçilerin 25, kadınların ise 20 yaşına kadar evlenmesini zorunlu tutan bu cemiyetin gazetesi, 1918’de 81’i kadın ve 55’i erkek aday olmak üzere toplam 136 evlenme ilanı yayımlanmıştı. 

Yeni bir dil: Yelpaze dili

Evlilik niyetiyle flört etmenin sosyal olarak kabul gören şekli, Avrupa’da genellikle balolarda gerçekleşiyordu. Ancak burada kurallar çok sıkıydı. Erkek ve kadın, üçüncü bir kişi tarafından resmî olarak tanıştırılmak zorundaydı. Dans ederlerken birbirlerine ilk isimleriyle hitap edemez; dansı iki parçadan fazla sürdüremez ve birbirlerine ancak eldivenle dokunabilirlerdi. Ailenin büyük kızı evlenmeden, daha küçük kızlar erkeklere cevap veremezdi. Ayrıca bir baloya gitmek ya da yürüyüş yapmak için kadınların yanında mutlaka bir refakatçi (genellikle anneleri) olması gerekiyordu. Buna rağmen çiftler birbirleriyle iletişim kurmanın yolunu bulmuştu: Yelpazeler!

1797’de yayımlanan bir “yelpaze sözlüğü”ne göre, yelpazeyi sağ yanakta tutmak “evet”, sol yanakta tutmak “hayır” demekti. Düşürürseniz “Arkadaş kalalım”, sol elinizde açık olarak taşırsanız “Yanıma gel konuşalım” mesajı veriyordunuz. Yavaşça yelpaze sallamak “Evliyim”, hızlıca sallamak “Nişanlıyım”, yarı açık halde dudaklara bastırmak “Beni öpebilirsin”, kapalı yelpazeyi göze götürmek “Seni ne zaman görebilirim” anlamına geliyordu. Erkeklerin beklediği asıl mesaj ise, kalbe götürülen yelpazenin söylediği “Seni seviyorum”du. Gerçekten sıcak bastığında yanlışlıkla verilen mesajlar ne kazalara sebep oluyordu, o da hayalgücünüze kalmış. 

Osmanlıların Cyrano de Bergerac’ları


Okuma-yazma bilen Osmanlılar, aşk mektuplarını kendileri yazabilse de bilmeyenler arzuhalcilere mahkumdu. Bu dönemde dilekçe gibi aşk mektubu kalıpları vardı. 

Osmanlılar ve mürekkepsiz mektuplar

Akıllı telefonlar, sosyal medya beğenileri ve emojilerden çok önce, Osmanlı âşıkları da iletişim kurmanın çeşitli yöntemlerini bulmuştu. 16. yüzyıl sonlarında kadınlara eldiven giyme zorunluluğu getirilmesiyle kadınların gözleri harici bir yerini görmek imkansız hale gelmişti ama serde aşk olunca, çiçeklerden şemsiyelere, festen peçeye her şey flört aracı olabiliyordu. Küçücük jestlere sığdırılmış bu muhabbetnameler öylesine çeşitliydi ki, hiç konuşmadan bir roman bile yazılabilirdi. 

Örneğin fesi başa takıp çıkarmak “Fazla naz ettin yeter artık” anlamındaydı; elde tutmak ya da göğsün üzerine bastırmak ise “Senin için yanıp tutuşuyorum” anlamına gelirdi. Eller bele giderse “Bana oyun ediyorsun. Sana inanmıyorum”, baş sağa-sola sallanırsa “Hainsin” demekti. İki göz hafifçe kapanıp baş yavaşça eğilirse de “Sevildiğimi anlıyorum” mesajı veriliyordu. 

Sessiz ama derin Mesire yerlerinde karşılaşan kadınlar ve erkekler belki rahatça sohbet edemiyorlardı, ama en ufak jestten meyve, sebze, çiçeklere, peçelerden feslere her şeyin gizli bir anlamı vardı.

Jestler yetmediğinde yiyecekler ve çiçekler devreye giriyordu. Adlarıyla kafiyeli anlamlar taşıyan çiçek, sebze, meyve ve yiyecekler mektup vazifesi görüyordu. Okuma-yazma bilmeyenler veya mektubunun yakalanmasından korkanlar sevgilerini bu şekilde dile getiriyorlardı. Mesajlar oldukça yaratıcıydı: Yoğurt “Gönlünü benden soğut”, biber “Ciğerim yanar tüter”, elma “Ahımı alma”, armut “Ver bana bir umut” demekti. Pencere önünde bir saksıya gonca gül diken aile, evde gelinlik kız olduğunu cümle âleme duyuruyordu. Kafiyeli mesajlar sevgiliye gönderilen çiçeklerin sayısına da türlü anlam yüklüyordu: Üç “Buluşmamız oldu güç”, beş “Olayım sana eş”, yedi “Aşkın beni yedi” manasına geliyordu. 

Çiçeklerin eşcinsel aşklarda da anlam taşıdığını, Koçu’nun fulyadan sözedişinden öğreniyoruz. Bu çiçeği sarığına takan delikanlı, “yoluma altınlar harcanır”, elinde tutan, “beni tenhaya götür” demek istermiş.

Tabii arada bir yanlış anlamalar olmuyor da değildi. Recaizade Ekrem’in Araba Sevdası’nda anlattığı alafranga Bihruz’un, Perîveş’e aşkı böyle bir kazaya kurban gitmişti. Bihruz yakasına taktığı sardunyayla “Yakınında olmaktan bahtiyarım” mesajı vermeye çalışırken, Perîveş gencin kullandığı “Böyle bir fanee çiçek” cümlesindeki “fanee”yi fani olarak anladığı için zavallı Bihruz’un aşkının fani bir çiçek gibi solup gideceğini düşünüp, ona yüz vermemişti.  

Mendilim pembe, gönlüm sende

Kırmızısı tutkulu aşk, turuncusu kalp yarası… Mendillerin renginden desenine, neresinden tutulduğuna kadar her detayı bir anlam ifade ediyordu. Kadınlar da haliyle bu gizli aşk mektuplarını işlemeye büyük özen gösteriyorlardı.

İşte bu önemli: Mendillerin şifresi

Musahipzade Celal, İstanbul Efendisi adlı piyesinde, erkeklerle haberleşmesin diye okuma-yazma öğretilmeyen Esma’nın beğendiği delikanlıya attığı mendille adresini bildirmesini anlatır. Safi adındaki delikanlı bu tür haberleşme yöntemleri konusunda cahil olduğundan bu işleri bilen yaşlı bir hanımdan yardım ister. Çöpçatan kadının bir mendilden çıkardığı adres tarifini bugün navigasyon cihazları bile bu kadar detaylı veremiyor: “Mendil pembe ve ıtırşahi kokuyor. Pembe, gönlüm var sende. Bu hanım seni seviyor. Bu hanım Altımermer’de oturuyor çünkü 6 tane mermer parçası var. ‘Mendil ıslaktı’ dedin. O zaman bu hanımın evi bir çeşmenin karşısında ve çifte camlı, aşı boyalı bir ev”.

Mendillerin renkleri ayrı, jestleri ayrı anlam taşıyordu. Boşuna “Mendilimin yeşili/Ben kaybettim eşimi” diye türküler yakılmamış. Yeşil, mektup gönderdim bekliyorum demekti. Kırmızı, tutkulu aşk; turuncu, kalp yarasıydı. Siyah ise ayrılık habercisi… Ucu yanık mendil yanık bir kalbe, pencereden aşağı savrulan mendilin alınması, aşka cevap verildiğine işaret ediyordu. Sevgiliye gösterilen mendil ortadan tutuluyorsa, “Bu akşam seni bekliyorum” mesajı vardı; mendille göz silinmesi ise “Yanımdaki çaktı, işaret gönderme” anlamındaydı.

Tabii burun silmek için değil, saklanmak için verilen mendiller, aşk bittikten sonra sahibine iade edilirdi. Bugün ayrılık sonrası birbirlerini sosyal medyadan silen âşıklardan çok da farklı değil…

Ve sonrasında postanın nimetleri

Baştan Çıkarma Üzerine’nin yazarı Jean Baudrillard, 1987’de Sylvère Lotringer ile yaptığı bir röportajda mektupla baştan çıkarmanın trajik yüzüyle ilgili bir anektod anlatır. Genç talibinden ateşli bir mektup alan kadın, ona en çok neresini beğendiğini sorar. Bu tür mektuplarda nelerin yazılabileceği bellidir. Ne kadar dürüsttür bilinmez ama “gözlerini” diye cevap verir genç adam. Sevgilisinden aldığı bir sonraki mektupta kağıda sarılmış bir “hediye” bulur: Kadının yerinden sökülmüş gözlerini… Sınırları en ince ayrıntısına kadar belirlenmiş mektuplaşma adabının ortasına atılmış bir bomba! “Meşum Stratejiler”in belki de en yüksek hâli. 

Herkes mektuplarında bu kadar aşırıya kaçmıyordu. Hatta tüm amacı hanımefendilerin kat kat eteklerini aralamak olan Rönesans ve 17. yüzyıl erkeklerinin ağdalı iltifatlarla dolu mektuplarına kıyasla, 18. yüzyıl kur yapma rehberleri mektuplarda kadınların tutkularına değil, mantıklarına hitap etmeyi öneriyordu. 1809’da yazılmış bir mektuplaşma kılavuzu, kadınla erkeğin birbirleriyle yazışmaya, önce kızın babasına yazılan bir mektupla başlamalarını öneriyordu. 

Osmanlılarda da okuma-yazma bilenler aşklarını, hasretlerini kendileri kağıda döker, aracılarla sevgililerine gönderirlerdi. Bilmeyenlerin işi ise arzuhalcilere kalmıştı. Aynı dilekçeler gibi bu mektupların da belli kalıpları vardı: “Tende canım, kaşı kemanım, nazlı dildarım, gül yüzlü şahım” gibi kalıp cümlelerle başlayan mektuplar, pek makbul değildi. Güzel bir aşk mektubu için orijinal deyimler bulunmalıydı: “Şifaulkulub (kalblerin şifası), gözüm yaşı ile yazıldı bu mektup. Nuş edip aşkın hun ile ciğer dolsun (aşkı içip, ciğer kanla dolsun)” gibi… Bu mektuplar çoğunlukla “değersiz” bir armağanla (elmas yüzük, fındık altını) gönderilirdi. Bazen de Ahmet Mithat ile Fitnat Hanım arasındaki aşk mektuplarında olduğu gibi, “Durun size bir beddua edeyim. İnşallah yakın zamanda öyle üşürsünüz ki sizi ancak gövdemin ateşi ısıtır” gibi aşk şakaları yeralırdı.

Günümüzün sesli harfleri kullanmaya bile üşenen aceleci insanları için abartılı belki ama “Slm, nbr”den daha çok kalbe dokunduğu aşikar bu mektupların…

Devamını Oku

Son Haberler