Ayasofya: 1479 yıllık İstanbul Ayasofyası, sadece Türkiye’nin değil, dünyanın belki de en büyük, en muhteşem çokkültürlü anıt yapısı. 718 yıl kilise, 477 yıl cami, 82 yıldır müze olarak hizmet veren tarihî eser, inançların, mimarinin ve sanatın tepe noktası. Tarih boyunca farklı coğrafyalarda kilise-cami, cami-kilise dönüşümleri ve Ayasofya tartışmalarının günümüzdeki yankıları…
İbadethaneler inananların ihtiyaçlarını karşılamak için inşa edilen yapılardır. Samimiyetle toplanan insanlar, dinlerin geliştiği ilk yıllarda evlerde, avlularda, bahçelerde, mezar yapılarında biraraya gelirdi. Zamanla müminler çoğalıp siyasi ve ekonomik güçleri geliştikçe büyük yapılar inşa edilmiştir. Giderek tanrıların ya da tanrının rızası için büyük fedakârlıklar ve emeklerle görkemli ibadet yapıları inşa edilmiştir.
Bu süreçte ortaya çıkan tapınaklar, inanan inanmayan herkesin saygı duyduğu, iktidarın güç ve zenginliğini sergilediği mekânlar haline dönüşmüştür. İbadethanelerin iktidarlarla doğrudan ilişkisi, bunları işgallerin, fetihlerin doğrudan hedefi haline getirmiştir. Daha Mezopotamya’da, birçok şehir komşuları tarafından fethedildiği ya da işgal edildiğinde, buradaki baş tanrının tapınağı da fatihlerin tanrısına adanıyordu. Galip taraf için zafer, tanrılarının bir hediyesiydi ve kendi tanrılarının mağluplarınkinden daha güçlü olduğunu da kanıtlıyordu.
Eski çağlar boyunca tanrıların ve inançların barışçı yollarla şehirden şehire göçü ya da göçürülmesi de mümkündü. Bir tanrıya inanmak diğerini inkâr etmeyi gerektirmiyordu. Bir sıkıntıyı çözmek bazı konularda yardım almak için Mısır ya da Anadolu tanrılarının ithal ve ihraç edildiği örnekler çoktur.
Tek tanrılı dinlerin yayılması bu ilişkiler ağını daha farklı hale getirdi. Diğer tapınakları ve onların tanrılarını kabul etmeyen bu inançlar yayıldıkça, çatışmalar, savaşlar ve önemlisi bunların sonuçları da değişmeye başladı. Hıristiyanlık Akdeniz çevresinde 4. yüzyılda iktidarı ele geçirince, önce “sahte tanrılar”ın heykelleri ve tapınakları tahrip edildi. Mesaj çok açıktı: “Eğer bu tanrılar muktedir olsalardı, kendi tapınaklarını ve heykellerini koruyabilirlerdi”. Bir tapınak ya da kutsal alana yapılan saldırı, aslında yeni inancın gücünü sergiliyordu.
İlk mücadele evresi geçip Hıristiyanlık devlet dini olunca, artık tehdit görülmeyen bazı eski gelenekler canlandırıldı. Terkedilen, kirletilen tapınaklar yavaş bir süreç içinde kiliseye çevrildiler. Bu artık hem eski dinin bittiğini ve yeni dinin zaferini temsil ediyor hem de inananları tanıdık bir çevre içinde dua etmeye çağırmaya yarıyordu. Hıristiyanlar çok daha az olsa da bazı yerlerde sinagogları da kilise haline getirmiştir.
Büyük bir saldırı gibi görünen bu süreç, aslında birçok yapının günümüze ulaşmasını da sağlamıştır. Akdeniz çevresinde bugüne ulaşan pagan tapınaklarının neredeyse tamamı, değişik dönemlerde kilise haline getirilenlerdir. Dindar yöneticiler, din adamları ve inananlar, hızla Roma İmparatorluğu’nun her yerinde sayısız ibadethane inşa ettiler. Bir kişinin güçlükle sığacağı hücrelerden, yüzlerce insanı içine alabilecek çok farklı plan ve süsleme özellikleri ile inşa edilen bu anıtlar, artık kentlerin ve kırsalın en itibarlı yapıları olmuştu. Artık “sapkın inançlı” putperestler tapınakları ve kutsal alanları kullanamıyor, toplum içinde inançlarını açıklamalarına izin verilmiyordu.
İşte tam da bu sırada, 7. yüzyılda, yeni bir din kısa sürede ve çok büyük bir hızla yayılmaya başladı. Önce Mekke’deki pagan tapınağı, İslâm’ın en saygın ibadethanesi haline getirildi. Kudüs’te bulunan büyük kayalık da benzer şekilde yeni dinin kutsal mekânı haline geldi. Kentlerdeki Hıristiyanlar bazı ibadethaneleri kullanabilseler de, İslâm ordularının ele geçirdiği merkezlerde bulunan büyük ibadethaneler, bu defa cami olarak düzenlendi. Bazı durumlarda eski kiliselerin veya İran’da ateşgedelerin yerine camiler inşa edildi. Selçuklu ve Osmanlı döneminde de Anadolu ve Balkanlar’da birçok şehirde eski kiliseler cami haline getirildi.
Osman Gazi, Bursa şehri kuşatılırken oğlu Orhan Gazi ve yoldaşlarına karşı hisardaki bir kiliseyi işaret etmiş ve oraya gömülmeyi vasiyet etmişti. Bursa, İznik gibi ele geçirilen Bizans kentlerinde bazı kiliseler cami, medrese, türbe gibi yeni fonksiyonlarla kullanılmıştır. Osmanlı dönemindeki bu kullanımın bir yönü, hiç şüphesiz sadece cemaatsiz kalan bir yapının kullanımı gibi basit bir amaç içindir. Mevcut yapı, yeni toplum ve devletin bir ihtiyacı için kullanılır. Ancak çoğu zaman uygulama bu kadar basit olmaz. Kiliselere yeni fonksiyonlar vermek özel anlamlar da taşır.
Yukarıda bahsedilen eski örneklerde olduğu gibi, ele geçirilen şehirlerde cami haline getirilen kiliseler, İslâm’ın Hıristiyanlığa karşı kazandığı bir zaferin simgesi olarak görülüyor ve bölgenin Müslüman olmayan halkının da böyle hissetmesi amaçlanıyordu. Bu coğrafyada Hıristiyan halk arasında anlatılan ve bu yenilgileri inançtan uzaklaştıkları için tanrının bir sınavı olarak gösteren aziz hikâyeleri bu fikri doğrulamaktadır. Hıristiyan seyyahların bu yapılar ile ilgili notları da benzer yorumlar içerir.
İznik, Trabzon, Selanik, Hanya, Kandiye, İstanbul gibi şehirlerde eski Bizans kiliselerinin çoğu cami haline getirilmiştir. Bu kilise yapıları geçirdikleri radikal dönüşüm sayesinde günümüze kadar ayakta kalmayı başarabilmiştir. Osmanlı şehirlerinde bu tür dönüşen kiliselere “Kilise Camii”, “Manastır Mescidi” gibi isimler verilmiş, hatta bu genel bir isim haline gelmiştir; böylece yapının eski fonksiyonu yeni adı olmuştur.
Sadece “Ayasofya” adındaki kiliselerin isimleri değiştirilmemiş ve Osmanlı dönemi boyunca da bu yapılar aynı adla cami olarak yaşamıştır. İstanbul, Trabzon, Edirne, Enez, İznik, Selanik, Sofya, Ohri gibi şehirlerde Ayasofya isimli kiliseler ve sonrasında da aynı ismi koruyan camiler vardır. Sadece Evliya Çelebi’nin Rodos’ta anlattığı Sancuvan (San Giovanni?) isimli cami bu konuda farklı bir örnek olabilir.
17. yüzyıldan itibaren Osmanlı yönetiminin sona erdiği bazı Macaristan kentlerinden başlayarak özellikle 19. yüzyılda Bulgaristan ve Yunanistan’da kilise-camiler tekrar kiliseye çevrilmiştir. Böylece yeni yöneticiler ve devletler, şehirlerinde Osmanlı varlığının da İslâm inancının da sona erdiğini göstermiş oluyorlardı. Muhtemelen Müslüman Osmanlılar da bu uygulamaları Allah’ın onlara bir sınavı olarak gördüler. Kilise olarak inşa edilen, Osmanlı döneminde kilise aksamı kaldırılıp camiye dönüştürülen, sonrasında tekrar Osmanlı ekleri kaldırılıp yeniden kilise haline getirilen yapılar şüphesiz çok zarar görmüşlerdir. Orta Avrupa ve Balkanlar’da Osmanlılar tarafından inşa edilmiş olan bazı yeni camiler de Osmanlı hâkimiyetinin sona ermesinden sonra kilise haline getirilmiştir.
Değişimin bilinen en trajik örneklerinden biri, Bursa’nın Tirilye beldesinde gerçekleşmiştir. Burada bulunan ve 9. yüzyıl başlarına tarihlendirilen bir Bizans kilisesi, 14. yüzyıldan sonra Osmanlıların bölgeyi ele geçirmesi ile birlikte cami haline getirilmiş ve 1920 yılına kadar cami olarak kullanılmıştır. Bu durumda yapı dört yüzyıl kilise, altı yüzyıl cami olarak kullanılmıştır. Ancak 1920’deki Yunan işgalinde cami tekrar kiliseye çevrilmiş, Osmanlı döneminin 16. yüzyıla ait mermer minberi kırılıp yapıdan çıkarılmış ve yapı 1922’ye kadar kilise olarak kullanılmıştır. 1922’de kurtarılan kasabada Türkler de ilk iş olarak kilise olmuş olan Fatih Camii’ni yeniden cami haline getirmişlerdir. Caminin özgün aksamı tahrip edildiği için bu sefer kilisenin ahşap aksamı değiştirilip minber ve mahfil yapılmış, ancak bu ilginç malzeme de geçen yıllarda yenilenmiştir!
Kilise camilerin en çok bulunduğu şehirlerden bir Selanik, 1430’da Osmanlı hâkimiyetine girmiş bir şehirdir. Bizans dünyasının bu büyük şehrinde bulunan görkemli kiliseler, uzun bir süreç içinde cami haline gelmiştir. Bunlardan Ayasofya, aynı adla cami olmuş; Ayios Dimitrios (Kasımiye), Panagia Kalkeon (Kazancılar), Galerius’un rotundası (Hortaci Süleyman Ağa), Panagia Akheiropoietos (Eski Cami) isimleri ile anılmıştır. Selanik 1912 Balkan Savaşları’nda Osmanlı hâkimiyetinden çıkınca kilise camiler de önemli bir sorun olmuş, hâlâ önemli bir Müslüman cemaatin yaşadığı şehirde bu yapılar başlangıçta yeni bir değişim geçirememiştir. Bunun tek istisnası, Selanik’in en büyük azizi sayılan Demetrios’un kilisesidir. Diğer kiliseler 1917 yangını sonrasında teker teker kilise haline getirilmiştir.
Türkiye’de ise kilise camilerin kaderi daha farklı olmuştur. Aslında Cumhuriyet’in ilk yıllarında ülkede iki farklı uygulama vardır. Bunlardan ilki yeniden camiye çevirme uygulamalarıdır. Ermeni tehciri ve Rumların mübadelesinden sonra terkedilmiş boş kiliselerin bazıları cami haline dönüştürülüp kullanılmaya çalışılmıştır. Bu çevirme işleri artık kimseye bir siyasi mesaj da göndermemektedir. Ama 1934’de İstanbul’daki Ayasofya’nın Bakanlar Kurulu kararı ile müze haline getirilmesi, dindar Müslümanlara yönelik siyasi bir gönderme olarak da ortaya çıkmıştır. 480 yıl boyunca cami olan yapı, böylece bir anıt müze olarak günümüze kadar devam etmiştir.
Hiç şüphesiz kentin en büyük camisi, hatta ulu camisi olan yapının müzeye dönüştürülmesi, artık devletin laik olduğunun, Osmanlı sisteminin sona erdiğinin de bir göstergesi oluyordu. Şehirde bulunan diğer kilise camilerden Kariye Camii/ Kariye Müzesi, Fethiye Camii/ Fethiye Müzesi gibi örnekler de bu süreçte müze yapılmıştır. İmrahor İlyas Bey Camii olan yapı ise hiçbir zaman ziyaret edilemeyen bir müze olarak kalmıştır.
Osmanlı dönemi boyunca vakıflarla zenginleştirilen ve yaşatılan bu yapılar, bugün Kültür Bakanlığının yönetimindedir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Küçük Ayasofya, Fethiye, Fenari İsa gibi eski Bizans kilisesi olan camilerin niteliksiz ekler olduğu iddiası ile minareleri yıktırılmış, Kariye Camii’nin 16. yüzyıla ait ahşap minberi yapıdan uzaklaştırılmıştır. Benzer şekilde diğer birçok örnekte Osmanlı dönemi ekleri belgelenmeden dikkatsizce ortadan kaldırılmıştır.
Bu yapıları hâlâ İslâm’ın Hıristiyanlığa karşı bir zaferi olarak gören muhafazakâr çevreler ise bu uygulamalardan çok rahatsız olmuş ve giderek ciddi tepkiler göstermiştir. Türkiye’de kendilerini liberal ve modern gören çevreler bu yapıların müze olmasını, hatta Osmanlı dönemi eklerinin tamamen kaldırılmasını; muhafazakâr olanlar ise Bizans döneminden hiç bahsetmeden hatta Osmanlı dönemi boyunca açık kalan Bizans izlerini bile kapatarak bu yapıları sadece cami olarak kullanmak düşüncesini dile getirir olmuşlardır. Aslında asırlardır cami olarak kullanılan ve yaşatılan bu yapıların cami olarak kullanılmaya devam etmesi, ibadethane geleneğinin yaşaması açısından tercih bile edilebilecek bir durumdur. Ancak çağdaş cami cemaati, geçmişin mütedeyyin cemaatinden farklıdır. Bu yapıların, yoğun siyasi baskılar, saçma sapan komplo hikâyeleri, cahilce kışkırtmalarla tehdit altında tutulduğu ve cami yapıldığı takdirde büyük mimari-tarihî kayıplar yaşanacağı aşikardır.
Ülkemizdeki siyasi çevrelerde kendilerine taraftar bulan bu yaklaşımlar, güncel uygulamaları da etkiler hale gelmiştir. Restore edilen İznik ve Trabzon Ayasofyaları bir oldubitti ile camiye çevrilmiş, koruma amaçlı yaklaşımlar dikkate alınmamıştır. Asırlarca cami olarak kullanılan her iki yapının da yeniden cami haline getirilmesinde tek sorun, uygulama detaylarının tartışılmadan her açıdan kaba bir işçilikle yapılmasıdır.
Son yıllarda yapılan bir diğer restorasyon da Arap Camii uygulamalarıdır. Çalışmalar sırasında ortaya çıkan fresko ve mozaik tekniğindeki figürlü çok kıymetli resimler basit düzenlemelerle korunabilecek iken alçı levhalar ile kapatılıp bırakılmıştır. Yapıları çok katmanlı bir geçmişin zengin anıtları olarak görmek ve geçirdikleri tüm dönemlerin izlerine ve fonksiyonlarına saygılı koruma gayreti ise az sayıdaki uzmanın ve hassas kişinin gündemindedir.
Kilise-cami-müze sürecinden geçmiş yapıların tekrar cami haline getirilmesi, açıkta olan ya da açığa çıkan Hıristiyan sanatı izlerinin hoyratça kapatılması, acaba ne şekilde algılanacaktır? Belli ki Türkiye toplumunun ve İslâm âleminin bir kısmı ile tutucu Hıristiyanlar, eski yaklaşımlarla düşünmeye devam etmektedir. Aynı düzlemde düşünen iki tarafın fanatiklerinden bir taraf yeniden zafer ve fetih heyecanı duyarken, diğeri bu uygulamada bir düşüş görerek üzülecek ve öfkelenecektir.
İspanya ve Balkanlar’da birçok kiliseye dönüşmüş cami varken, Hindistan’da eski tapınaklar üzerine inşa edilen camiler artık cami olarak kullanılamıyorken ve hatta bazı tarihî camiler fanatik Hindular tarafından tanrıların mutluluğu için tahrip ediliyorken, Ayasofya’nın camiye dönüşmesi ne anlama gelecektir? Osmanlı döneminde şaşırtıcı ve zarif bir yaklaşımla korunan, yaşatılan bu anıtların bugünkü durumu ve çağdaş yaklaşımlar, İslâm inancı ve muhafazakâr politikalar adına pek itibarlı bir durum yaratmayacaktır.
ANA KUBBE VE YARIM KUBBELERDEN ÖRTÜ SİSTEMİ
Türk-Osmanlı camilerinin mimari atası
Ayasofya, kubbe ve yarım kubbelerden oluşan örtü sistemi ile Osmanlı mimarlığını birinci dereceden etkiledi. Böylece 6. yüzyılda tasarlanan bir yapı, asırlar sonra yeni fatihlerin uygarlığına büyük katkı sağladı. Fatih Camii, Beyazıt Camii, Şehzade ve Süleymaniye gibi görkemli birçok örneğin esin kaynağı Ayasofya’dır.
İstanbul’da bu isimde ilk yapının İmparator Konstantinus tarafından 4. yüzyılın başlarında inşa edildiği kabul edilmektedir. Kilise bir aziz ya da azizeye değil tanrının kutsal bilgeliğine adanmıştı. 415 yılında bir isyanda tahrip olan yapı, bu sefer II. Theodosius tarafından biraz daha büyük ve görkemli olarak inşa edilmiştir. Ancak bu ilk iki yapı da ahşap çatılı binalardı.
532 yılında bir isyanda yanan ikinci Ayasofya’nın üzerine imparator İustinianus bugünkü büyük bir kubbe ve yarım kubbeler ile kapanan yapıyı inşa ettirmiştir. 537 yılında tekrar açılarak kentin en büyük kilisesi olan Ayasofya, uzun asırlar boyunca dünyanın da en büyük kilisesiydi. Benzersiz tasarımı genellikle tanrının imparator ya da mimarlara ya da her ikisine ilhamı olarak algılanmış ve Bizans uygarlığında küçük bile olsa bu plan tipinde başka bir yapı inşa edilmemiştir.
1453’te Osmanlılar İstanbul’u fethettiğinde ilk önce cami haline getirilen yapı olmuş ve Salı günü ele geçirilen kentte ilk Cuma namazı da burada kılınmıştır. Yapı özellikle kubbe ve yarım kubbelerden oluşan örtü sistemi ile Osmanlı mimarlığını çok etkiledi ve klasik Osmanlı mimarisinde bu sistem yeniden ele alınıp geliştirildi. Böylece 6. yüzyılda tasarlanan bir yapı, asırlar sonra yeni fatihlerin mimarisini etkileyerek Osmanlı uygarlığına büyük bir katkı sağlamıştır. Dünya mimarlık tarihinde bir yapının neredeyse bin yıl sonra yeni bir mimariyi bu şekilde etkilemesi eşsiz bir durumdur.
Osmanlı mimarisinin Fatih Camii, Beyazıt Camii, Sultanahmet Camii, Şehzade ve Süleymaniye gibi görkemli birçok örneğinin esin kaynağı Ayasofya’dır. Kimi Osmanlı metinleri Ayasofya’nın kubbesi ve Osmanlı mimarisi arasında kıyaslamalar yapmış, hatta Mimar Sinan bile hatıralarının birçok yerinde Ayasofya’ya göndermelerde bulunmuştur. Merkezi mekânlar oluşturma konusunda birçok deneme yapan Türk-İslâm mimari geleneği, Ayasofya’nın büyük kubbesi ve yarım kubbelerini onları örtü sistemine bağlayan daha küçük yarım kubbeleri günümüze kadar birçok anıtında kullanmıştır. Bizans döneminde olduğu gibi birçok efsane ile yapıyı kendi geçmişinin olağanüstü bir imgesi haline getirmiştir.
II. Beyazıt, II. Selim ve III. Murat tarafından inşa ettirilen minareler ile yapı adeta bir selatin camiye dönüşmüş ve önünde yer alan türbeler ile hanedanın kabristanı haline gelmiştir. İçerisinde bulunan mihrap, minber, kürsüler, İslâm hat sanatının başarılı örneklerinden olan dev yazılar ile yapı bir cami olarak da etkileyicidir. İslâm dünyasında pek benzeri olmayan Allah, Hazreti Muhammed, dört halife ve peygamberin torunları Hazreti Hasan, Hazreti Hüseyin’in isimlerinin yazıldığı levhalar, sanki Bizans döneminin aziz resimlerine İslâm inancının karşı tezi gibidir.
Yapı giderek Osmanlı coğrafyasında yaşayan insanların zihninde temel cami imgesi haline gelmiştir. Osmanlı camii kurşun kaplı kubbe ve yarım kubbelerle örtülü bir yapı olmalıdır. 19. yüzyılda bu kurgudan kısmen uzaklaşılırken, Cumhuriyet döneminde yeniden gündeme gelen klasik Osmanlı mimarisi dinî mimariyi tamamen ele geçirmiş ve farklı bir tasarım kabul edilmez olmuştur. Günümüzde de cami denildiğinde insanların zihninde beliren imge klasik Osmanlı camileri ve onlar vasıtasıyla Ayasofya’dır. İslâm dünyasının en büyük şehirlerinden biri olan İstanbul’un en eski camisi, en eski medresesi/eğitim yapısı gibi özellikleri de bünyesinde taşıyan Ayasofya, 1934’ten beri hizmet verdiği iki büyük uygarlığın ve inancın sergilendiği bir müze olarak kullanılmaktadır.
ÇOKKÜLTÜRLÜLÜK
Anadolu’da koruma ve bir arada yaşama geleneği
UNESCO tarafından 1990’da yapılan İpek Yolu ekspedisyonu sırasında, İslâmiyet öncesi tapınakların harabe halinde olduğu bir kere daha ortaya çıkmıştı. 9. yüzyıla kadar olan aşağı yukarı bütün abidelerin bu durumda olduğu anlaşılmıştı. Ayrıca 15. yüzyıldan itibaren Budist tapınakların çoğunun kullanılmadığı için yıkıldığı da bir vakıadır.
Türkiye coğrafyasında ise Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde Hıristiyan ahali ile birarada yaşamaktan ötürü, farklı inançlara ait tapınakların korunmuş olduğunu görüyoruz. Unesco komisyonundaki bir Özbek tarihçi Ankara’ya geldiği zaman 13. yüzyıl sonundan kalma ahşap Aslanhane Camii’ni görmüş ve büyük şaşkınlık içinde “Buranın halkı çok medeni olmalı, bu eseri korumuşlar” demişti. Orta Asya’da ise ilk ahşap mimari 18. yüzyıldan itibaren başlar.
Bu çerçevede Anadolu’da dinî mekanların, tapınakların dönüştürülmesi eskiden beri görülür. Bunlar yok edilmemiş, korunmuştur. Bir dönemin pagan tapınakları da kiliseye çevrilerek yaşatılmıştı. Sanat tarihçisi Feridun Özgümüş’ün “Kiliseye Çevrilen Pagan Tapınakları” adlı ayrıntılı bir çalışması vardır. Sonuçta Anadolu coğrafyası, tarihte birlikte yaşanan bir çokkültürlülük sunar ve bugün bize düşen de bu anlayış ve yaşayışı koruyarak sürdürmektir. (İsenbike Togan)