Star sanatçıların önemli bir kısmı, gençlik hatta çocukluk dönemlerinden itibaren sahnelerdeydi. Doğal olarak o zamanlarında henüz tanınmamışlar, meşhur olmamışlardı. Ozan Sağdıç’ın kamerası, kimi zaman onların ilk sahneye çıkışlarına, kimi zaman genç bir yetenek olarak aldıkları ilk alkışlara tanıklık ediyor.
Muazzez Abacı: Bir assolist adayının ‘televizyon’a ilk çıkışı
Kırk yılı aşkın bir süre öncesinde, 1970’lerin başlarındayız. Kendine özgü bir Türk eğlence tarzı olarak gelişmiş “gazinolar çağı”nın son parlak dönemi… Fahrettin Aslan’ın Gazinocular Kralı olarak ünlendiği yıllar… Diğer yandan da tek kanal siyah-beyaz televizyonun giderek etkisini arttırdığı emekleme dönemi.
TRT’ye ait tek televizyon stüdyosu deneme yayınlarına 1968’de Ankara’da başlamış, 1970’te İzmir Kültürpark Fuar alanında ikinci yayın merkezi kurulmuş, 1971’de ise İstanbul stüdyosu işletmeye açılmış. Yayın saatleri gün boyu sürekli değil. Belirli saatlerde açılıp kapanıyor. O zaman için yurt çapında yaygınlaşması daha uzun bir zaman alacak gibi görünmekte. Televizyon henüz çok az evde var. Çoğu kimse yayını ancak komşusundan izleme şansına sahip. “Tele-safirlik” o günlerden kalma bir deyim.
Tüm bu koşullara karşın televizyonun etkinliği fark yaratmış, etkisinin günden güne de gelişeceği belli olmuştu. En gözle görünür yenilik, insanların geceleri evlerine kapanır olmalarıydı.
Ben o tarihlerde Milliyet gazetesi ile bir dirsek teması içindeydim. Başlangıçta uzun süre çalıştığım Hayat ve Ses dergilerinin bürosu ile Milliyet Ankara bürosu yanyana idi. Gazetenin büro şefi Orhan Tokatlı başta olmak üzere, bütün muhabirlerle doğal bir arkadaşlık kurulmuştu aramızda. Haftalık dergiler yayımlayan kuruluşumuzun temsilciliğinde tek başımaydım. Ayrı bir istihbarat olanağımız olmadığından, haber alma kaynaklarım Cumhuriyet ile Milliyet’in Ankara büroları idi. Zamanımın çoğu oralarda geçmekteydi. Daha sonraları kişisel ofis olarak tuttuğum apartman dairesi de (telefonsuz iletişim kurabilecek derecede) Milliyet bürosu ile aynı hizada ve karşı karşıya idi.
Bu arada Ankara’da görev yapan bütün diğer gazeteci arkadaşlarla birlikte olduğumuz ortamlarda, Milliyet muhabiri Mete Akyol ile olaylara bakış ve (kimi ironik hınzırlıklar dahil olmak üzere) onları değerlendirme konusunda aramızda bir “rezonans birliği” olduğunun farkına varmıştık. Bu duygu, düşünce yakınlığı bizi bir çeşit iş ortaklığına sevketmişti.
Zaman, merhum Abdi İpekçi’nin genel yayın müdürü olduğu zaman. İlk telif hakkımı, daha amatör bir fotoğraf tutkunu iken, 1955 yılında 5 TL olarak onun elinden almıştım. O tarihten itibaren beni izler, severdi ve benden iyi iş almasını çok iyi bilen yüce gönüllü bir kişiydi. İyi bir gazeteci olduğu için de okurun nabzını tutmayı bilirdi. Gazetesine ek olarak bir Radyo-TV dergisini vermeyi de ilk o akıl etmişti. Yeni kurulmuş TRT genel müdürlüğü başkentteydi. Ankara radyosu halen en güçlü radyoydu. Radyo-TV ekinin Ankara’da hazırlanıp kotarılması farz gibi bir şeydi yani.
Küçük bir kadro ile işe başladık. Ayşe ve Cenap isimli iki yardımcı arkadaş röportajlar ve bilgi toplama işiyle koşuşturacak, bütün fotoğrafları ben çekeceğim, Mete de daha çok redaksiyon işiyle uğraşacaktı. Zaman zaman Abdi Bey de aklına gelen bazı konularda “Bu hafta şu konuyu işleyelim” gibisinden isteklerde bulunurdu. Bazen bana doğrudan telefon açıp, belli bir kapak konusunu işlememi istediği de olurdu. Arkasından da yüreklendirme kapsamında “Ozan Sağdıç kalitesinde olsun ha!” demeyi de ihmal etmezdi.
Gazinocuların gelişen TV rekabeti karşısında telaşa düştükleri konusu gündemdeydi. Abdi Bey bu konuyu işlememizi arzu etmiş, telefonla benden konuya uygun bir kapak fotoğrafı hazırlamamı istemişti. Sloganımız “Gazinocuların başına düşen taş” olacaktı. Şimdiki bilgisayarlar, Photoshop’larla filân böyle bir şeyi hazırlamak çocuk oyuncağı. Ancak kırk küsur yıl önce öyle şeyler hayalden ibaret, hiç bir imkân yok. Çaresiz kendimiz bir şeyler yaratacağız.
Ankara Radyosu’nun seçkin bir şarkıcı kadrosu vardı. Nesrin Sipahi, Gönül Akın, Behiye Aksoy’lar… Bir de umut vaat eden yeni kuşak yetişmekteydi. Elâ Altın, Gönül Akkor, Seçil Heper, Muazzez Abacı gibi. Bunlar fasıl heyeti olarak radyonun Türk musikisi programlarında topluca boy gösterirler, zaman zaman biri solist olarak öne çıkardı. Gazinocular bu ses sanatçılarının içinden işlerine ve dişlerine uygun olanların peşine düşerlerdi. Bu, onların ünlerine ün katmak demekti. Şanslılarsa assolist olma yolu da açılmış sayılırdı.
Ama artık üne kavuşmanın çok daha etkin bir yolu daha açılmıştı: Televizyon! Ekrana çıkmak, ünlü olma yolunun pasaportuydu. Erşan Başbuğ adında bir arkadaş vardı, Türkiye’deki televizyonun ilk eğlence programı prodüktörü. Ses sanatçıları ve adayları göze girmek üzere, onun etrafında döner olmuşlardı. Ekranda bir kez bile görünmek çok çok önemli bir şeydi.
Şimdi sorun, Abdi Bey’in istediği “gazinocuların başına düşen TV” fotoğrafının nasıl halledileceği meselesi… Zamanın olanakları ancak ayni diapozitif karesi üzerine çift çekim şansı veriyordu. Biri ekranında şarkıcı görüntüsü olan bir TV alıcısı, diğeri de başına bir şeyler düşen gazinocu figürü. Önce TV fotoğrafını hazırlamak gerekti. Zaman kısıtlı, tek kanal TV her an şarkıcı programı yapmıyor ki. Öyle bile olsa, TV yayınının frekansı ile fotoğraf makinesinin hız ayarının frekansı birbirini tutmuyor, dalga dalga, çizgi çizgi berbat resimler ortaya çıkıyor. Çaresiz boş ekranlı bir TV kutusu hazırlanacak, içine de bir şarkıcı hatun yerleştirilecek. O tür işler elimden gelir, mobilyasını maket olarak kendim hazırlarım diye düşündüm. İş içine konulacak hatun kişiyi bulmaya kalıyor.
Gazinocunun başına televizyon düşüyor
Milliyet’in Radyo-TV eki için hazırlanan kapak konusu, “Gazinocuların Başına Düşen Taş”tı. TV cihazının içine Abacı’yı yerleştiren Ozan Sağdıç, kafasına televizyon düşen gazinocu için de ağbeyini kullanmıştı.
Türkiye’nin belki de müseccel ilk Radyo-TV muhabiriyiz ya, o iş de pek zor olmadı sayılır. Radyonun ses sanatçılarından hem gepegenç, hem de güzel fiziğiyle göz alıcı bir figür olan Muazzez Abacı’dan modellik etmesini rica ettik. Çok iyi karşıladı. Ne de olsa bir dergi kapağında yer alacaktı. Akşam, mesaiden sonra benim stüdyomda buluşmak üzere sözleştik. Erkenden geldi. Ancak ben henüz televizyon kutusunu hazırlayamamıştım, hatta belki de başlayamamıştım bile. Konuğumu bir yere oturttum, işime devam ettim. Uygun bir koli kutusu ayarlamıştım. Dibini çıkarmış, ön kısmını da ekran biçiminde oymuştum. O zaman bizde duvar kağıtları gelişmemişti, daha doğrusu ithal edilmiyordu. Meraklıyız ya, ben Avrupa’dan ahşap desenli kağıtlar getirmiştim. Kutuyu onlardan biriyle kapladım. Ama pek kolay olmadı. Çünkü hızlı yapışkan olmadık bir şekilde yapışır kalır, potlar oluşturabilirdi. Geç kuruyan tutkal da işimizi uzatırdı. O iş de tamamlanınca tüp yapıştırıcı kapaklarından sahte ayar düğmeleri de yapıştırdım, kutu iyice televizyona benzedi.
Bütün bu uğraşlarımı Muazzez Abacı oturduğu yerden sabırla izledi. Onca zaman süresince hiç bir yakınma belirtisi göstermedi. Fotoğraflarının çekimi bittiğinde ve onu evine uğurladığımda aradan geçen vakit beş altı saat olmuş, gece yarısını bulmuştu. Kızcağızın sabrına hayran kalmıştım.
Ertesi gün, tesadüfen bana memleketimden konuk olarak gelmiş bulunan ağabeyimi gazino patronu kılığına sokup daha önce çektiğim filmin üzerine usturuplu bir şekilde pozlandırınca görev tamamlanmıştı.
İşte ben, bu suretle bir assolist adayını ilk kez “televizyon”a çıkarmış oldum. Var mı ötesi?
Verda Erman: Küçük virtüoz ve İstanbul’un ‘küçük’ valisi Fahrettin Kerim Gökay
Sanırım 1957’diydi. Dergimizin redaktörlerinden Sadun Altuna “Bu akşam Saray sinemasında bizim hanımın kız kardeşinin konseri var. Bu, çocuğun ilk sahneye çıkışı. Gidip bir fotoğrafını çeksen sevinirim” dedi. Gittim, sinemanın koltukları neredeyse sahneye yapışmış, dinleyicilerden yaklaşmak olanağı yok. Elimdeki makina teleobjektifli değil, fotoğrafı balkondan çeksem hiçbir şeye benzemeyecek. Çaresiz, kulisten çalışmaya mecburuz.
Onbir-oniki yaşlarında bir kız çocuğunu, İstanbul’un ünlü valisi Fahrettin Kerim Gökay takdim ediyor. Doğru dürüst bir fotoğraf çekebilsem elbette makbule geçecek, ama Hacivat gibi sahneye dalmaktan çekiniyorum. Dalsam da, sahnenin en önündeler. Onların önünde fotoğraf çekecek mesafe yok. Sahneden atlasam seyircinin kucağına düşeceğim, o da ayrı bir rezalet…
Çabucak kulisten sahne gerisine dolandım. Sinemanın beyaz perdesini örtmek üzere sahne boşluğundan yerlere kadar uzanan koyu renkli bir perde çekilmiş. O perdeyi alttan makinamı sokacak kadar araladım. Vali ile Verda adındaki kız çocuğu arkadan vizörümün içindeydiler. Fahrettin Kerim’in “Minimini Vali” diye karikatürleri yapılırdı. Hatta Tekel’in bodur rakı şişelerine de aslında Yeşilaycı valinin adını takmışlardı. Yani çok kısa boylu bir insandı. Bizim piyanist kız çocuğu ile aynı boyda görünüyorlardı.
Verda Erman olarak tanıdığımız piyanist çocuk, o zamana kadar Ferdi Statzer tarafından yetiştirilmiş, o günkü orkestralı konseri de Ferdi Statzer kendisi yönetmişti.
Öyküsünü anlattığım ilk fotoğrafı da aslında mazeret beyanında, ihtiyaten çekmiştim. “Hani bakın, söz verdiğim gibi olay mahalline(!) gittim. Ama durum fotoğraf çekmeye uygun değildi. Ancak bunu çekebildim” gibisinden. Ama derginin yazıişlerinde bir nümayiş! Bana aferin diyen diyene. O güne kadar sahnedeki sanatçı gözünden salonun fotoğrafını çekmek hiçbir fotoğrafçının aklına gelmemiş, ben büyük bir görüş açısı sergilemişim filan… Dergiye o fotoğraf basıldı. O fotoğraftan sonra Verda Erman’ın pek çok fotoğrafını daha çektim. Çok yazık ki, bu değerli sanatçımız iki yıl önce Paris’te vefat etti.
Pekinel Kardeşler: 9 yaşındaki ikizler, Opera sahnesinde gönülleri fethettiler
V erda Erman “devlet sanatçısı” ünvanına sahipti. Yine devlet sanatçısı olan ve ilk eğitimlerini yine Ferdi Statzer’den almış olan piyanist ikizler Pekinel Kardeşler’den söz edelim biraz da. 2015 Ekim sayımızda “Radyo Günleri”nden bahsederken, Ankara Radyosu’nda İsmet İnönü’nün onları alkışlarken bir fotoğrafını vermiştik.
İlk konserlerini altı yaşında vermişlerdi. Benim fotoğraflarını çektiğim konserlerde ise dokuz yaşına gelmişlerdi; Ankara’da filarmoni orkestrası ile ilk gece radyoda ertesi gece de Opera sahnesinde çalmışlardı. Orkestrayı Hikmet Şimşek yönetmişti. Sanırım 1961 yılıydı. Başarıları ile hayranlık uyandırmışlar, küçük birer kız çocuğu oldukları için de sempati toplamışlardı. Benim o iki günde çekmiş olduğum fotoğraflar, kariyerlerinin ilk ciddi fotoğraflarıdır. Sonra devlet bursuyla Fransa’ya gittiler. Daha sonra ABD’de eğitimlerini sürdürdüler.
Kimlerle çalıştıklarını sıralamaya kalkışırsak sütunlarımız yetmez. Birer genç kız olduklarında, CSO salonundaki ilk konserlerini de fotoğraflamıştım.
Rüştü Asyalı ve Enis Fosforoğlu: Tiyatronun ustaları henüz öğrenciyken
Tahminen 1970 yılında, Ankara Devlet Konservatuvarının Cebeci’deki tarihî binasındaki gösteri salonundayız. Genç öğrencilerin oynadığı Cahit Atay’ın “Pusuda” oyununu seyretmekteyiz. Sahnedeki iki öğrenciyi gözünüz ısırıyor mu? Birisi Rüştü Asyalı, öbürü Enis Fosforoğlu. Bugünün duayen tiyatrocuları, o zamanlar yirmili yaşlarda, gençliklerinin baharında delikanlılar.
Rüştü Asyalı konservatuvar öğrencisi olmadan önce, 1960 sonrası yeniden kurulan Halkevleri Genel Merkezi’ndeki kurslara katılmış, Radyo Çocuk Saati’nin kadrosu içinde yer almıştı. Konservatuvardan mezun olduktan sonra girdiği Devlet Tiyatrolarında oyuncu, yönetmen ve yönetici olarak başarıyla sürdürdüğü kariyerini çoğu kimse bilir. Daha geniş bir kitle ise, onu ilk senaryolarını dostumuz, ağabeyimiz rahmetli Turgut Özakman’ın yazdığı ve Asyalı’nın kendi sesinden ayrı bir sesle canlandırdığı Keloğlan ile sevdi. Sert, kararlı bir sesle şiirler okuduğu halde, uzun bir süre birlikte program yaptığı dostumuz Mustafa Şerif Onaran’ın “kadife sesli” olarak tanımladığı, belleğimizde derin izler bırakmış değerli bir sanatçı.
45 yıl önce, konservatuvarda
Ankara Devlet Konservatuvarı sahnesinde 1970 yıl sonu öğrenci gösterisi. Cahit Atay’ın “Pusuda” oyununda Rüştü Asyalı (sağda) ve Enis Fosforoğlu… İkisi de sonraki hayatlarında çok başarılı bir sanat kariyeri çizdiler ve milyonların tanıdığı ve izlediği sanatçılar olarak, oyunculuk, yönetmenlik, yöneticilik yaptılar, yapıyorlar.
Fotoğraftaki diğer genç tiyatrocu Enis Fosforoğlu. Ondaki bu kariyer aile mirası. Doğum tarihine baktım. O sıralarında ben İzmir’de ortaokul öğrencisiydim. Orada Avni Dilligil tiyatrosu vardı. Pek çok oyununu izlemiştim. Hatta memleketim Edremit’e turne dolayısıyla gelmiş, Hamlet’i oynamışlardı. Kostüm ve aksesuarları eksikti. Oyundaki kral ve kraliçenin taçlarını ben yapmıştım, o zamanlar 12 yaşında falandım. Meğer Avni Bey, teyzesi dolayısıyla Enis’in eniştesiymiş. Babası Renan Fosforoğlu da aynı kumpanyadaymış. Ailenin geçmişinde daha pek çok ün sahibi tiyatrocu var.
Ben daha çok, Enis’in Renan Fosforoğlu’nun Muazzez Arçay’dan olan ve onun üvey ağabeyi konumundaki Ferdi Merter ile arkadaşlık ettim. Çünkü o Devlet Tiyatroları kadrosunda kalmaya sebat etti. Enis, Ankara’dan İstanbul’a gitti ve Kadıköy’deki tiyatrosuyla çok başarılı oyunlara imza attı. Sonrasında da yine sinema ve dizi projelerinde yer aldı, alıyor. Tanrı yaşını uzun etsin.
Tanju Okan: ‘Gelir gençlik yılları / gençlik ile başlar o aşk yılları…’
Ben 1960’ta Ankaralı olmuştum, arkasından da 61’de onunla arkadaş oldum. Tanju Okan o sıralarda askerlik görevini Ankara Orduevi’nde yapıyordu. Tabii Orduevinin caz orkestrasında solist olarak… Ortak bir arkadaşımız aracılığıyla tanışmıştık. Üçümüz de Ege çocuğuyduk. Orduevi ile bizim derginin bürosu birbirine çok yakındı. Arada bir kaçamak yapıp gelir, birlikte otururduk.
Onu Göl Gazinosunda dinlemeye gitmiştik. Sahneye ilk çıkışı da orada olmuştu. Sanırım askerliği de henüz bitmemişti. Sevildiği için de, komutanları göz yumuyorlardı. Belki de “Biz görmemiş, bilmemiş olalım” diyorlardı. Onun ilk fotoğrafını da Göl Gazinosunun sahnesinde çekmiştim. Nereden baksanız yirmili yaşlardaki hali. Henüz Türkiye çapında ünlenmemiş.
Zaman zaman karşılaştık görüştük, zaman zaman da uzaktan uzağa selamlaştık. Onunla bir keresinde Bodrum’da Kale’nin yanındaki marinada, teknesinin içinde rastlaştık. Uzun bir sohbet günü oldu. “Yahu, uğra bana” demişti ve son buluşmamız Urla’da gerçekleşmişti.
Parlak bir çıkışı olmuştu. Olağanüstü, özgün ve bence dünya çapında bir sesi vardı. Söylediği en ünlü şarkılardan biri “Öyle Sarhoş Olsam ki” adını taşıyordu ve burada “bir daha ayılmasam” diyordu. Öyle de oldu. Kendisini maalesef çok erken bir yaşta kaybettik.
Benzersiz bir ses
20’li yaşlardaki Tanju Okan henüz meşhur olmamıştı ve o yıllarda (60’ların başı) Ankara’da Göl Gazinosu’nda sahneye çıkıyordu.