Eski tarihçilerin “tavaif-i mülûk” (melikler karmaşası, tuhaflığı, çekişmesi) olarak niteledikleri Anadolu beylikleri, aralarındaki rekabet ortamına rağmen, etnik veya din temelinde bir çatışmaya girmedikleri gibi, yüksek kültür ürünü eserlere imza attılar.
Anadolu’da 11. yüzyıl sonlarından 15. yüzyıl sonlarına kadar, eski tarihçilerin “tavaif-i mülûk” adını verdikleri, yerel-bölgesel, yarı bağımsız Türk, Arap, Azeri, Kürt beylikler vardı. Selçuklu Devleti’nin son döneminde Anadolu’nun her bölgesine bunlar egemendi. Selçuklu sultanları da böyle bir paylaşıma izin veriyor, kendi şehzadelerini “melik”, güvendikleri başkalarına da “emir”, “atabey”, “bey” sanları ile bölgeleri ıktâ (mülk) olarak veriyorlardı. Bu atananlar, yönetmek, düzende tutmak, sultana yıllık vergi ödemek, seferlerine katılmak veya kendi askerini bir emir-sipehsalar (komutan) ile göndermekle yükümlüydüler. Bunlardan ölenlerin yerine oğlu, kardeşi atandığından zamanla yerel hanedanlar doğmaktaydı. Tuğrul Bey’le başlayan bu düzen, pratik bir çözümdü ve uzun zaman devam etti.
Anadolu beyliklerinin çoğu Sünnî-Hanefiydi. Şafî-Kürt, Alevî, Şiî olanları da vardı. Erzurum, Diyarbakır, Mardin, Harput, Hasankeyf, Ahlat, Erbil, Musul bölgesinde hem Ekrat hem Türkmen beyleri egemendi. Başlıca birkaçını analım: Saltukoğulları, Artukîler/Sökmenîler, Bektekinliler, İlgaziler, Ermenşahlar, Azerbaycan Atabekleri, İnaloğulları, Nisanoğulları… Merkezi Diyarbakır olan Mervanîler. Bunların bir kolu Azerbaycan’a egemen olmuş. Büyük Selçuklulara tâbi Horasan, Kirman, Suriye, Irak ve Anadolu Selçuklu devletleri, asıl egemen yapıydı kuşkusuz. Anadolu Selçukluları havzasında erken dönem Türk beylikleri Sivas, Niksar, Kayseri merkezli Danişmendliler, Erzincan, Kemah, Şebinkarahisar ve Divriği’de –Âl-i Mengücek de denen- Mengücekoğulları, Erzurum havalisinde Saltuklu beylikleri, Suriye bölgesinde Zengi hanedanına mensup Atabeklikler vardı.
Bunlara dair bilgileri veren kaynaklar fazla değildir. İbni Bibi’nin ve Aksarayî’nin Selçuknameleri ki özgün adlarıyla el-Evâmirü’l-Alâiyye fi’l-umûri’l-Alâiyye diğeri Müsâmeretü’l-Ahbâr’dır. Ayrıca aynı dönemi anlatan Süryanî, Ermeni, Arap ve Lâtin kaynakları vardır. Urfalı Mateos’un Vekayinâmesi (10.12. yüzyıllar), Abû’l-Farac Tarihi (13. yy) eski zaman yaşamlarını öğrenmek için ibretle okunacak kaynaklardır. Bunlardan, bölge tarihinin siyasal, askerî, toplumsal yoğunluklu pek çok olaylarını öğreniyoruz. Ahmedî’nin Dâstân ve Tevârîh-i Mülûk-i Âl-i Osman veya Aziz bin Erdeşîr-i Esterâbâdî’nin Sivas Sultanı Kadı Burhaneddin adına yazdığı Bezm ü Rezm veya birer Osmanlı kaynağı olan Tevârih-i Âl-i Osmanlar… Ahmedoğlu Şükrullah’ın Behçet’üt-Tevarih’i, Müneccimbaşı Ahmed Dede’nin Sahaifü’l-Ahbar’ı.
Beylikler, beyler sözlü kültüre önem vermişlerdir. Yazdıkları veya yazdırdıkları kitaplar da daha çok dinle ve ahlâkla ilgili, çoğu da Farsçadır. Türklerle birlikte Anadolu’ya göçen sözlü Türkçe, 12. – 14. yüzyıllar Ortadoğu’sunun edebiyat dili Farsçasına, bilim dili Arapçasına yazı dili açısından yad ve yabancı idi.
20. yüzyılda, Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu Karakoyunlu Devletleri’ni yazmıştır. Bu ve diğer beylikleri anlatan kitaplarda ve dönemin kaynaklarında, çarşı-pazar hayatı, toplumlar hakkında yeterince ayrıntı yoktur. Gaza kurgulu anlatılar, savaşlar vardır. 1300-1400’lerdeki Anadolu hayatını algılamamız zordur.
Ord. Prof. Mükrimin Halil Yınanç, “Selçuklu döneminden günümüze ulaşan 50 parça vesika bulamayız” derdi. Bir dönemin din hayatına, sosyal gelişmelerine aykırı bakanlar, ellerine geçen evrakı yırtmış, yakmış olmalı. Deprem, sel, yangın gibi afetler de yazılı pek çok şeyi yok etmiş. Daha kötüsü, vakfiyeleri, tereke belgelerini, hissedarlardan biri diğerlerini hak yoksunu bırakmak için imha etmiştir. Örneğin 16. yüzyıla ait bir tapu tahrir defterinde il yazıcısı, Divriği Turan Melek Darüşşifası evkafının “Çerakise (Memlûk) zamanında- 1400 lerde- bil-külliye zâyi edildiğini, vakfiyesinin bulunamadığını yazmış. İl yazıcıları titiz çalışır, belgeleri inceler, bilirkişileri dinler, yeni tapu defterlerini yazarlardı. Şunu öğreniyoruz ki daha 13-14. yüzyıllarda Selçuklu dönemi belgelerinin birçoğu yok olmuştu.
Bu durum, bugün o dönemi “yorumlayan” tarihçilerin, araştırmacıların bakış açısını da darlaştırmıştır. Türklük, Kürtlük gibi etnik kökenli tartışmalar maalesef giderek siyasi bir boyut kazanmıştır. Bugünkü milliyetçilik-ulusalcılık anlayışıyla ortaya atılmış tezler hakim olmuştur.
Örneğin basit bir soru: Osman Bey, Türklüğünün ne kadar farkındaydı? Kendisini Türk mü Oğuz mu, Kayı mı görüyordu? Henüz “Osmanlı” kavramı yoktu elbette. Peki neydi? “Kayı Beyiyim mi” diyordu acaba? Beyliğin adı neydi? Anlatılar kişi adlarıyladır. Üst konumda bir Kayı topluluğu var mıydı? Varsa Osman Bey’in evlenmesinde yurt yuva kurmasında ne ölçüde destek olmuşlardı? Kızını aldığı Şeyh Edebali, olasılıkla Uygurdu veya Moğoldu. Ne oğlu Orhan, ne torunu Murad, Kayılardan kız almamışlar. Orhan’ın hanımları Türk ve Müslüman değil. “Ben Kayıyım, Kayı kız almak istiyorum” da dememiş. Holofira’yı, Teodora’yı, Asporça’yı almış. Dinlerine de müdahale etmemiş. Yıldırım Bayezid, Despina’yı almış. II. Murat Sırp Kralı’nın kızı Mara Hatun’u nikâhlamış. Fatih, “Ögey anam” dediği bu kadına saygı gösterirmiş. Mara Hatun İstanbul’a gelişlerinde, kiliselerde ayinlere katılırmış.
Sonuçta Osmanlı bey ve sultanlarını dönemin siyasi-askerî ihtirasının dışında saymak, “Anadolu birliğini kurmak ülküsüyle hareket ettiklerini” iddia etmek günümüzün söylemidir. Karesi, Germiyan, Saruhan, Candar veya daha uzaktaki Karaman topraklarını istila etme girişimleri, Balkanlar’a yöneliş; oralardan bakılırsa bölge toplumlarına yöneltilmiş istila ve talanlardır.
Ancak dönem belgeleri kısıtlı olsa da, ırk temelinde veya etnik temelde bir ayrılıktan bahsedemeyiz. Din temelinde ise Sünnî ve Şâfi, her ikisi de ehl-sünnetti ve çatışma söz konusu değildi. Karamanoğullarının komşu beylik ve boylarla savaşlarında, yardımcıları Kürt kabilelerdi. Ama karşı safta yer alan Kürtler de vardı. Karamanoğlu, Türkmen Menteşeoğlu ile savaşırken Kürt kabilelerinin de yer aldığı Turgutoğullarıyla ittifak halindeydi.
Sivas’taki Gök Medrese’yi yaptıran Selçuklu veziri Sahib Ata Fahreddin Ali, yapının mimarı ise Konyalı Ermeni Kâluyan’dır. Mimar, bu İslâmi eserin cümle kapısındaki sütun başlığına adını Arap harfleriyle yazmış. Günümüzde İslâmi bir eseri Hıristiyan bir mimarın yaptığını, adını da cümle kapısına yazabileceğini düşünebilir misiniz?