Dedem Abdülaziz Azer Bey’in dosyalarındaki akıl almaz hikayeleri okurken onun, babamın iddia ettiği gibi “Şeytan’ın ta kendisi” değil, ama belki Şeytan gibi zeki, mizah duygusu güçlü bir amatör hikayeci olduğu kanaatine varmıştım. Başlangıçta büyük bir merakla okuduğum vakalara karşı ilgim de, açıkçası zaman içinde azalmış, kanımca tümü dedemin hayal ürünü olan o tuhaf biyografilere daha az göz atar olmuştum. Günlerden bir gün, haftasonları dışında sinek avlayan kitapçı dükkanımızda kasanın arkasındaki yerimi almış, yayınevi sipariş listelerini doldurmaktayken Halim geldi. Onu, dedemin evrakını bana teslim ettikten sonra ilk görüşümdü. Hoş geldin beş gittin muhabbettinden sonra baklayı çıkardı ağzından. “Dedenin notlarıyla ilgili bir kitap yazmayı düşünüyorum.”
“Öyle mi?” Açıkçası biraz canım sıkılmıştı bu işe. Bir kere özel notlardı onlar, ikincisi bu hatırat, eser ya da adına ne diyecekseniz, kamuya açılacaksa, bunu yapmak ondan ziyade bana düşerdi. Ne de olsa, benim dedem benim kararım!
“Öyle,” diye heyecanla onayladı Halim. “Şimdiden yayınevleriyle görüşmeye başladım.”
“Yazarlığın olduğunu bilmiyordum,” dedim. “Göründüğü kadar kolay bir iş değildir.”
“Benim bir şey yazmama gerek yok ki,” dedi Halim gözleri parlayarak. “Belki küçük bir giriş ve sonuç yazısı, sonra sözü İblis’e bırakacağım. Ö-hm, afedersin, dedene yani.”
“Girişi az çok tahmin edebiliyorum,” dedim. “Finali nasıl olacak peki? Psikiyatrik analiz falan gibi bir şeyler mi?”
“Alakası yok,” dedi başını iki yana sallayarak. “Bu kitap fikri aklıma düştükten sonra Abdülaziz Azer Bey’in akıbeti hakkında küçük bir araştırma yaptım ve beklediğimden çok daha fazlasını buldum.”
“Mesela?”
“Mesela mezarını.” Dedemin çoktan ölmüş olacağını elbette tahmin etmekteydim ama bu gerçekle yüzleşmek yine de beni biraz sarsmıştı. “Sana verdiğim dosyalar arasında, şu başhekimle ilgili olanı okudun mu? Profesör Ömer Ali vakasını?”
Herhalde sıkıntımı anlamış konuyu değiştirmek istiyor diye düşündüm. “Kendi kendine lobotomi yapan doktor,” dedim.
“Görünüşe bakılırsa yetkili bazı makamlar bu işi bizzat Abdülaziz Azer Bey’in yaptığından kuşkulanıp hakkında bir soruşturma başlatmışlar.”
“Ciddi misin sen? Yani gerçek miymiş o olay?”
“Elbette,” dedi Halim. “Her neyse, tahkikat sürerken deden bir anda ölüvermiş. Bir gece yarısı hastabakıcılardan biri, Abdullah adında bir tanesi, kendi ifadesine göre, gece yarısı kontrol etmek için yanına gittiğinde öldüğünü fark etmiş.”
“Pek de parlak bir final sayılmaz?” dedim. Biraz hoşuma mı gitmişti bu durum ne?
“Dinle hele,” diye sürdürdü Halim. “Sağlığı bu kadar iyiyken, tam bu kritik zamanda pat diye gidivermesi yeni kuşkulara sebebiyet vermiş. Savcı suçlu çıkacağını anlayınca, dedenin intihar ettiğinden kuşkulanmış. Vücudunda buna yol açabilecek görünür bir iz olmadığına göre, ölümcül bir enjeksiyon ihtimalini düşünmüş. Elbette bunun için birinden yardım alması gerekiyormuş… Velhasılı araştırmayı derinleştirince, bu Abdullah denen hastabakıcıyla dedenin son dönemde epeyi sıkı fıkı olduğunu keşfetmişler. Dahası bütün cenaze işlerini falan da Abdullah’ın yürüttüğü, cenazesi toprağa verilene kadar da mevtanın başından ayrılmadığı ortaya çıkmış.”
“Bir dakika,” diye girdim araya. “Yani kendisini öldürmesi için hastabakıcıyı mı ayartmış?”
“Savcı böyle düşünmüş, evet. Netice itibariyle otopsi için mezarının açılmasına karar verilmiş.”
“Ne bulmuşlar peki?”
“Kitabın finalini,” diyerek pat diye önüme sarı bir zarf koydu Halim. Boş gözlerle bakıyordum. “Deden mezarında yokmuş.”
Titreyen ellerle zarfı açıp içindekileri çıkarttım. Bir fotoğraf ve aynı kendisine ruhunu satmaya gelenler için doldurduğu türden, altı kanla imzalanmış bir sayfa ve sayfanın üstünde tek bir sözcük: YAŞIYORUM.