Aralık
sayımız çıktı

Silinmez hatıralar

Benim gibi çocukluğundan beri radyo tutkunu olan biri için 1956 yılından itiraben gazeteci olarak Radyoevi’ne girip çıkmak ve yıllarca sesinden tanıdığım insanları yakından tanımaya başlamak tarifi imkansız bir mutluluktu. Yıllar süren radyo günlerimde radyo emekçilerinin, benim için her biri unutulmaz olan binlerce kare fotoğrafını çektim.

Benim radyo sevgim babamın radyo aşkıyla başlar. Babam çeyiz sandığı büyüklüğünde kocaman bir radyo almıştı. İstanbul ve Ankara radyolarının kuruluşunun üzerinden çok az bir zaman geçmişti, zayıf ve kısıtlı zaman dilimi içinde yayın yapabiliyorlardı. Ses bir gelip bir giderdi. Ayrıca parazit denilen bir şey vardı o zamanlar. Paraziti önlemek için evde babamın kendi yaptığı radyodan da daha büyük bir sandık vardı. İçi kalay levhalarla kaplanmıştı. Koca koca miknatıslarla, el yapımı transformatörlerle, bobinlerle doluydu içi.

Gençlik yıllarımda, dinlemekten hoşlandığım kimi söyleşi ustaları, sunucular, müziyenler vardı. Sayıt Çelebi’ye pek yetişemedim ama Eşref Şefik’i bilirdim. Eğlenceli adamdı. Feridun Fazıl Tülbentçi’nin “Tarihte Bugün” programını da ilgiyle, severek dinlerdim. Münir Nurettin, Safiye Ayla, Mualla Mukadder, Perihan Altındağ, Müzeyyen Senar gibi sanatçılar gramofonlarda olduğu gibi radyolardan da dinlenebiliyordu. Halk, Zeki Müren’in sesini de ilk kez radyodan duymuştu.

Ulusal bayramlarda Behçet Kemal Çağlar radyoda soluk soluğa, art arda şiirler okurdu. Kore Savaşı günlerinde öğrencisi olduğum Kabataş Lisesi’nde okulun hoparlör sistemine bağlanan radyodan Kunuri çarpışmasında şehit olanların uzun listesinin okunduğunu da hatırlıyorum. Hayatımızın en üzgün günlerinden biriydi. Mutlu ve mutsuz günlerimizin merkezinde hep radyo vardı.

1956’da Hayat dergisinde foto muhabiri olarak işe başladığımda, görev icabı İstanbul Radyosu’nun o zamanlar yepyeni olan görkemli binasına girip çıkmaya başlamak benim gibi bir radyo tutkunu için inanıl- maz bir şeydi. Radyoevindeki sanatçıların ve teknik elemanların çalışma ortamına yönelik merakımı, çektiğim fotoğraflar ve kurduğum ilişkiler sayesinde giderebiliyordum.

O dönem İstanbul’un tek senfonik orkestrası, seneler sonra Kültür Bakanlığına bağlanacak olan, İstanbul Belediyesinin Şehir Orkestrası idi. Bazı provalarını Radyoevinde yapan orkestranın şefi Cemal Reşit Rey’di. Herhalde ücretler çok düşüktü ki orkestranın bazı müzisyenleri ek iş olarak geceleri pavyonlarda çalışıyordu. Şehir Orkestrasının Radyoevinde yapılan provalarını bile gidip izlemekten zevk alıyordum. Hiç unutamadığım anılarımdan biri, İtalya’da yaşayan Leylâ Gencer’in solist olarak katıldığı bir genel provaydı. O zamanlar, uluslararası alanda adını duyurmuş sanatçımız pek yoktu. Türkiye’yi İtalya’da başarıyla temsil eden soprano Leylâ Gencer’in konuk olarak İstanbul’a gelmesi ve konser vermesi hepimizi heyecanlandırmıştı.

İstanbul Radyosu Büyük Stüdyosunda İstanbul Şehir Orkestrası’nın bir radyo konseri provasında orkestra şefi Cemal Reşit Rey ve konuk soprano Leyla Gencer, 1958.

Sözlü yayınlarda görev alan sanatçılar çoğunlukla Şehir Tiyatrolarının elemanlarıydı. Radyo oyunlarında, skeçlerde seslendirmeyi Behzat Butak, Vasfi Rıza Zobu, Bedia Muvahhit, Halide Pişkin, İsmail Galip Arcan, Reşit Gürzap, Hüseyin Kemal Gürmen, Neşe Yulaç, Gülistan Güzey gibi Şehir Tiyatroları’nın ünlü sanatçıları yapmaktaydı.

Tatil günlerinde Büyük Stüdyoda seyircili eğlence programları yapılırdı. Şarkılar, türküler bir skeçle süslenir, muhakkak bir ya da Balarıları gibi iki komik sahne alırdı. Kimi kez de kısa yarışmalar eğlenceye eğlence katardı. O zamanların vazgeçilmez adamı, kendine özgü bir ezgiyi seslendiren, akordeonu eşliğinde parodiler sunan Celal Şahin idi. Şakalarıyla takıldığı kimseler zamanın valisi Fahrettin Kerim, spor sunuculuğu ve sohbet programlarıyla ünlü Eşref Şefik gibi popüler kişilerdi. Ona yakın bir diğer komedi sanatçısı Cevat Kurtuluş idi. Hele Ramazan günleri, eski Direklerarası eğlencelerini bire bir yansıtan gösterilerle pek şenlikli geçerdi. O zaman mutlaka bir ortaoyunu oynanır; değişmez kavuklu İsmail Dümbüllü, Pişekâr da Tevfik İnce olurdu. Kanto, düet söylemek Niko ve Amelya kardeşlere düşerdi. Dümbüllü ile eski bir tanışıklığımız vardı. Benim için bu sanatçıların sahne performansından çok kulislerdeki sohbetleri, şakalaşmaları çok daha ilginçti.

İstanbul Radyosunda şahsen tanımak şansına eriştiğim zamanın en ünlü spikerleri Orhan Boran, Tarık Gürcan, Dürnev Tunaseli ve Selahattin Küçük idi. Orhan Boran deyince orada biraz durmak gerek. Akıcı ve esprili “lafazanlığı” ile hiç kuşkusuz çok popüler bir insandı. Katıldığı programlara çok etkili bir renk katıyordu. Kendisiyle biraz hemşehrilik durumumuz da vardı. Sanırım babasının memuriyeti dolayısıyla ilk gençlik çağında birkaç yılını Edremit’te geçirmişti. Tuttukları ev bizim evle aynı cadde üzerindeydi ve aramızdaki mesafe 50 metre kadardı. Yıllar geçti, ben Ankara’lı olduktan sonra yollarımız yeniden kesişmişti.

Özakman ve Amelya Kardeşler Tuluat tiyatrolarının vazgeçilmez bölümlerinden biri de kanto ve düetler idi. Niko ve Amelya kardeşler bir düet ile canlı yayında, 1957 (üstte). Turgut Özakman, evinde çalışıyor (altta).

1960 yılı başlarında dergimizin Ankara bürosu açıldı ve ben gönüllü olarak başkente atandım. O sıralarda radyo istasyonlarının sayıları da çoğalmaya başlamıştı. Dergiye ek olarak haftalık radyo programları ilavesi verilmeye de başlandı. Artık kimi programlarla ilgili ayrıntılı bilgiler vermek, konuları fotoğraflarla süslemek gerekiyordu. Bu uğraş bana Ankara Radyosu’nda çalışan birçok kişiyle dostluklar kazandırdı. Daha sonra kardeş dergi Ses de devreye girdi. Artık iki dergiye birden haberler hazırlıyordum. Ankara Radyosu bizim vazgeçilemez çalışma alanlarımızdan biri olmuştu.

Amador’un ziyareti Miguel Amador (sağdan ikinci), Ankara Radyosunu ziyareti sırasında Kutlu Payaslı (solda), Erkan Özerman (soldan ikinci) ve Jülide Gülizarla sohbet ediyor. Arjantinli ünlü sanatçı Amador, Türk musikisi ve sazlarıyla çok ilgilenmişti.

Ankara’ya 29 Nisan 1960 tarihinde ayak basmıştım. Demokrat Parti iktidarının son günleri, ortalık karışık… Gençlik isyan bayrağını açmış. Sıkıyönetim olanca gücüyle yükleniyor. Bir sabah patır patır silah sesleriyle uyandık. Radyoyu açtık. Sert mi sert bir sesin sahibi “Dikkat, dikkat” diyor, “Silahlı Kuvvetler duruma el koymuştur. NATO’ya, CENTO’ya bağlıyız…” Albay Alpaslan Türkeş gün doğmadan Radyoevi’nin kapısını çalmış, karşısına çıkan kişiye “Aç şu radyonun düğmelerini, anons yapacağım demiş. Adamcağız “Ben gece bekçisiyim, hiçbir şey bilmem ki” deyince ilgili bir teknisyen evinden apar topar getirilmiş. Başkentte horozlar öterken, Alpaslan Türkeş de necip Türk milletine sesini duyurmaya başlamış. Demem o ki, ihtilali yapanlar için ilk hedef radyoydu. Radyo o kadar önemliydi ve onu ele geçiren her şeye sahip oluyordu.

Ankara Radyosunda da iyi, güzel dostlar edindim. Bunların en başında Turgut Özakman gelir. Sözlü yayınlar ondan sorulurdu. Mükemmel bir tiyatro yazarıydı. Yaptığım ilk röportajlardan biri onun özel yaşamıyla ilgiliydi. Sürekli okuyor ve yazıyordu. Yazı masasında, sofrada, her an, her dakika… Bu arada gerektiği kadar sohbet edip, işlerini de tıkır tıkır yürütüyordu. İyi bir yazar olduğu kadar iyi bir yöneticiydi de. Radyoda Pazar günleri skeçler oynanırdı. Ben bir skeç yazmış, okusun diye ona götürmüştüm. Benimle konuşurken bir yandan da verdiğim metnin sayfalarını çeviriyordu. “Tamam” dedi. “Bu Pazar bunu programa koyuyorum” Şaşırdım, “Bir kere okusaydın” dedim. “Okudum ya” dedi. “Ne zaman” diye sordum. “İşte şimdi” demez mi; o denli çabuk okuyan ve çabuk karar veren biriydi.

‘Kutsal Radyo’ günlerinden Seneler önce Sarıkamış’ta küçük bir kahvehanede çektiğim fotoğrafta, durduğu yer ve üzerindeki kanaviçe işlemeli örtü radyonun önemini ve adeta statüsünü gösteriyor.

Bir başka dost Erdal Öz’dü. Hemen arkadaş oluvermiştik. Radyoda çalıştığı dönem Rıdvan Çongur ile birlikte Nutuk’u sadeleştirmişlerdi. Bunu Kerim Afşar baştan sona tefrika halinde okumuştu. İlerleyen yıllarda Erdal kardeşim önce kitapçı oldu, sonra yayıncı. Radyo günlerinden söz ederken Adalet Agaoğlu’nu unutmamak gerek. Güzel insandı, dost insandı. Ankara’nın aydınlar ortamında kelebekler gibi uçuştu. Radyocuydu, romancı olmadan önce başkent tarihinde önemli yeri olan Meydan Sahnesi ve Ankara Sanat Tiyatrosu’nun (AST) kuruluşlarındaki ve ayakta kalmalarındaki büyük katkıları yadsınamaz. TRT’nin kuruluş aşamasındaki büyük emeği olan Mahmut Tali Öngören de radyo dünyasındaki değerli dostlar arasındaydı.

Gece gündüz koşuşturan spiker Aylin Özmenek’le özellikle sıkıyönetim zamanlarında ortaya çıkan, radyo üzerindeki rejim baskılarını, yasakları, uygulanmaya konulan sözcük yasaklarını konuşur, anımsamaya çalışırdık. Benim hemen anımsadığım olay kendi adımla ilgili olanıydı: İzmir’de Mehpare Çelik’in yönettiği bir eğlence programının söyleşi konuğuydum. Sıramı beklerken bizi yönlendiren hanım kız bana, “Şiirlerinizden de okuyacak mısınız” diye sordu. Şakayla karışık, “Ben şiir yazarsam gizli gizli yazarım, kimsenin haberi olmaz. Sen nereden biliyorsun?” dedim. “Ha, öyle mi” deyip geçiştirdi. Az sonra stüdyoya alındık. Mehpare Hanım ara anonsları yaparken, gözüm sehpa üzerindeki kağıtta yazılı program akış planına takıldı. “Ozan Sağdıç’la söyleşi” maddesindeki “Ozan” sözcüğü denetçi tarafından çizilmiş, yanına “Şair” yazılmıştı. Denetçilerin marifetleriyle ilgili Aylin Özmenek’in de çok hatırası vardı. Besteci ve müzikolog Kemal İlerici hakkında hazırladığı programda birkaç kez “Sayın İlerici” hitabı geçiyormuş. Denetçi “Adamın ikide bir ilericiliğini tekrarlamaya gerek var mı?” diye not düşmüş. Asala’nın elçilik elemanlarımıza suikast düzenlediği sıralarda Türk musikisi bestesi yapan Ermeni bestecilerin eserleri çalınırmış ama, isimlerini söylemek yasakmış.

Bu faslı, eğlenceli bir sıkıyönetim öyküsüyle süsleyelim: Zamanın sıkıyönetim komutanı Namık Kemal Ersun… Radyoda çok zarif, beyefendi bir eleman var. Onun adı da Tevfik Fikret. Bir gün komutanın kafası bir şeye bozulmuş, Radyo’ya telefon açmış. Söze doğrudan “Ben Namık Kemal” diye başlamış. Telefonun öbür ucunda da tesadüfen bizimki… “Buyurun efendim, ben de Tevfik Fikret” deyince “Ulan sen benimle dalga mı geçiyorsun” diye gürlemiş Namık Kemal Ersun.

Güher-Süher Pekinel kardeşler 9 yaşında ilk orkestralı konserlerini Ankara Radyosu’nda vermişlerdi. İzleyenler arasındaki Başbakan İsmet İnönü’nün konserden aldığı zevk gözlerinden okunuyordu.

Ankara Radyosu’nun A Stüdyosu dinleyicilerin alındığı büyük bir mekandı. Seyircili eğlence programları yanında Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası (CSO) ve Cumhurbaşkanlığı Armoni Mızıkasının konserleri burada yapılırdı. Kimi kez CSO orkestrası aynı üyelerle Radyo Senfoni Orkestrası kimliğine bürünüveriyordu. Batı Müziği yayınları şefi Faruk Güvenç olumlu bir girişimde bulunup Türk bestecilerine eserler sipariş etmişti. Bu eserler bir festival havasında kendi salonlarında icra edildi. Orkestra tekrar tekrar yinelenen provalardan yoruluyordu. Mızmızlananlar oluyordu. Eseri çalışılan Ulvi Cemal Erkin kibar bir insan olarak bilinirdi, ama talihsiz bir çıkışta bulundu: “Ne gocunuyorsunuz? Nankörlük etmeyin. Size para kazandırıyoruz” gibi bir şeyler söyledi. Evet, üyelerden bir bölümü genç konservatuvar öğrencisi olabilirdi ama içlerinde yaşlı başlı üyeler de vardı. Hiçbiri bu sözleri hazmedemedi. Sazlarını toparlayıp salonu terk ettiler. Ulvi Bey özürler dilemek zorunda kaldı. İş tatlıya bağlandı.

Müzik dinlemeye aşırı meraklı İsmet İnönü CSO Salonundaki her konsere gittiği, hemen her opera galasını izlediği kadar Radyo’daki dinleyicili konserleri de kaçırmazdı. En çok zevk aldığını hissettiğimiz canlı radyo konseri Güher ve Süher Pekinel kardeşlerin henüz 9 yaşındalarken ilk orkestralı konserleriydi.

Batı müziği prodüktörlerinden Erkan Özerman büyük prodüksiyonlara aday atılgan bir gençti o zamanlar. Sylvie Vartan, Miguel Amador , Dario Moreno gibi sanatçıları onun sayesinde tanımışımdır. Paranın kokusunu iyi alırdı. Kimi zaman tanıtımı için fotoğrafa ihtiyaç duyan sanatçıları bana getirirdi, fotoğraflarını çekerdim. Ben oldum bittim üretim yapan, ama para almaktan utanıp sıkılan bir insandım. O yüksek rakamlar söylerdi. Sonra da parayı benimle kırışırdı. Bir keresinde gazino dünyasına transfere hazırlanan bir kadının afişlik fotoğraflara ihtiyacı olmuştu. Beş altı değişik poz fotoğraflarını çektim. Erkan kadına öyle astronomik bir rakam söyledi ki, kadına “O sizinle şakalaşıyor. Söylediği fiyat tek bir fotoğrafın fiyatı değil, tüm çalışmanın bedeli” demek zorunda kaldım. Ki o rakam bile hatırı sayılır bir ücretti.

Radyo günlerimiz bu düzen içinde geldi geçti. Yıllar sonra, televizyon da devreye girince, deneyimimizi Milliyet gazetesinin ek dergisi olan ilk “Radyo-TV” dergisini Ankara’da hazırlamakla sürdürdük. Bu durum fotoğraf arşivimin bizdeki radyoculuğun o günlerde henüz sağ olan en eski kuşağından başlayarak çok sayıda emektarının aktüel fotoğrafları ve bir çoğunun da portreleri ile zenginleştirme olanağını sağladı.