Walker Evans ve David Hockney sergileri yalnızca şimdiki zamanı anlamayı kolaylaştırmıyor; bir yandan da sıcağı sıcağına sanat tarihi dersi alınıyor. Çağdaş sanatçıların Hockney’den, Kiefer’den, Soulages’dan öğreneceği çok “şey” var.
Beaubourg, 2017’in ikinci yarısına iki kapsamlı ve etkili sergiyle girmişti. Walker Evans’ın 400 parçadan oluşan fotoğraf sergisi, 1930’lardan başlayarak ‘yerli belgesel’ bağlamında öncülük üstlenmiş, Ara Güler’in ünlü deyişiyle ‘foto muhabiri’nin yapıtını kuşatıyor. Evans, estetik olgunluğunu gerçekçi çizgiye yedirebilmiş ilk fotoğrafçı kuşağının güçlü temsilcisi: İnsanlar (“sokaktan geçenler”), yapılar (özellikle “baraka”lar, ahşap evler), sokak yazıları (başta “afiş yığmaları”) üzerinden, yöre yöre, Amerika’sını okumuş. Kimi soyutlama çabaları ve seçimleri, sanatsal kaygısını o cephede de sınama olanağını bulduğunu gösteriyor; özellikle mikroskop altına aldığı nesnelere (kerpeten, makas, vb) bakışında neredeyse fenomenolojik bir yaklaşım görülebilir. Gazeteler, dergiler için yolları yutmuş Evans. Susuz gezgin. Bir dünya kurulmuş objektifinin gözünden: Tutarlı, duyarlı, engin.
Beaubourg’un ana sergisi, yanılmıyorsam Londra’dan gelen, büyük olasılıkla başka bir başkent müzesine yolcu çıkacak David Hockney retrospektifi. Sanatsever kitle açısından doyurucu, temsil değeri yüksek bir küratörlük çalışması; gelgelelim, daha meraklısı dahasını istiyor, seçilen örnekler sayıca yetersiz göründü bana: Olağanüstü “paper pools”tan yalnızca iki yapıtla yetinmek zor örneğin. Buna karşılık, 2017 tarihli birkaç çok taze işin yeralmış olması önemli.
Adı üstünde ‘retrospektif’, her dönemini, geçirdiği her evreyi temsil etme savında Hockney sergisi. Bütün ressamlar, sanatçılar yolda evrim geçirir; gene de, burada, bir sürekli evrim koşulu ağır basıyor: Baştan uca kendini yenileme isteğiyle kesintisiz bir arayış çizgisi çekmiş Hockney; deyim yerindeyse teknik düzlemde yerinde duramamış, durmak istememiş. Oysa, çıkış noktasında oldukça gelenekçi bir yaklaşım içinde olduğunu gösteriyor genç adalının 1950’li yıllardan tabloları.
İlk büyük dönüşüm Amerika’ya gidişiyle eşzamanlı. 1970’lerin ortasına gelesiye, bile göre seçilmiş bir hafiflik egemen pastel tonlu yağlıboyalarında. “Splash”, sanırım bir başka dönüşüm atılımının başlangıcına denk geliyor. Fotoğrafla, sonradan güçlü bir yenilik hamlesini gerçekleştirdiği kolajlar öncesi sıkıfıkılaşmasının resim çalışmalarının özünü yoğurduğu görülüyor.
O tarihten bugüne bir çifte eksen gerçekliği içerisinde gözüpek bir ilerleme kaydettiğini düşünüyorum Hockney plastisitesinin: Teknoloji ile fırça tekniği arasında doğurgan bir karşılıklı beslenme köprüsü çatmış. Fotografik kolajlarının çarpıcı, özgün, kalıcı bir buluş olduğunu ileri sürmek bilmem abartılı mı olur; varsın olsun – öyle konumluyorum! Bunun, “paper pools” dizisiyle aynı hizada yüksek bir çıta oluşturduğu fikri ağır basıyor bende. Sanat tarihi açısından canalıcı bir halka vaadediyor o resimler: Monet’den, Matisse’den el almış, evet, nasıl da kendi dünyasına, yapıtına yedirebilmiş.
Olgunluk çağından yaşlılığa geçerken “pastel”in hepten geride kalışına tanık oluyoruz: Fütursuz bir renk patlaması, neredeyse denetimsiz bir kromatik cümbüş içinde dönüyor adasına Hockney. Peyzaj geleneğine yepyeni sayfalar ekleyerek. 50 parça tablonun bitişmesiyle yekpâreleşen Yorkshire çalışması, “a bigger picture”, günümüz resim sanatının en görkemli uçlarından biri. “Dört Mevsim” gelmiş son noktayı koymuş. Dijital video dörtgenleri olağanüstü yapıştırma.
David Hockney eserleriyle Paris’te
Fransızlar, Hockney’in 80. yaşını sanatçının retrospektif sergisiyle kutladı. Hockney, Pompidou Merkezi’ndeki serginin açılışına da katıldı.
Hockney’in teknolojideki gelişimleri yakından izlemesine, tablet üstünden resim çalışmalarını çeşitlemesine değineli birkaç yıl oldu. Retrospektif sergiye bu bağlamda seçilen işler de sayıca yetersiz geldi bana; belki de, retrospektifi önceleyen birkaç sergide ağırlıklarını duyurdukları varsayılmıştır. Hockney, bu taze araçlarla resim sanatında “hareket” unsuruna yepyeni boyutlar taşıyor. En önemlisi de, bunu kendi güzergâhını milim terketmeksizin gerçekleştirmesi, araçların marifet ve hünerlerine kapılmaktansa, onları doğru biçimde, seçtiği yolda kullanabilmesi. Serginin bu bağlamdaki eksikliğini tamamlıyor Current başlıklı kitap.
Çağdaş sanatçıların Hockney’den, Kiefer’den, Soulages’dan öğreneceği çok “şey” var. Bu sergileri izleyebilmek ise yalnızca şimdiki zamanı anlamayı kolaylaştırmıyor: Bir yandan da sıcağı sıcağına sanat tarihi dersi alınıyor.