“Mikrop teorisi” çağında elle tutulmaz, gözle görülmez mikroorganizmaların hastalıkların tek sorumlusu olduğu sanılıyordu. Hastalar üzerinde yapılan gözlemler, hayvanlar üzerinde gerçekleştirilen deneyler, kimi hastalıkların besinlerle ilişkisini ortaya koydu. 19. yüzyıl tıbbı iskorbit, beriberi, pellegra gibi vahim hastalıklarla mücadele ederken, sağlığı mevcudiyetleriyle değil, noksanlıklarıyla tehdit eden bazı organik bileşenleri saptamaya başladı. A’dan K’ya vitaminlerin keşif hikayesi…
Hayatlarını avladıkları ve topladıklarıyla idame ettiren atalarımızın vitamin yoksunluğu çekmedikleri bir yana, vitamin zengini olduklarına şüphe yok. Tarım yapmaya başladıklarında ise daha çok buğday ve mısır gibi vitamini fakir nişastası bol beslenmeye yöneldiler.
Vitaminler, normal büyüme ve gelişmenin sağlanması, sağlığın devam etmesi için gerekli olan “hayat için elzem” ve fakat protein, yağ ve karbonhidratlardan farklı, organik bileşikler. Bunlar besinlerle yeterli miktarda alınmadıkları zaman, kendine özgü bazı hastalıklar ortaya çıkar.
19. yüzyılın ilk yıllarında başlayan ve 20. yüzyılın ortalarına kadar devam eden “vitaminlerin keşif serüveni”, sağlığımızı anlamamızda en büyük bilimsel ilerlemelerden biridir.
Bugün vitamin eksikliğine bağlı geliştikleri bilinen hastalıkların ortaya çıkışı oldukça yenidir. Bilim alanında 19. yüzyıldan itibaren Louis Pasteur ve Robert Koch tarafından ortaya konan, hastalıklara mikropların ya da bu mikropların ürettiği toksinlerin yolaçtığını savunan “mikrop teorisi” hüküm sürmekteydi. Araştırmalar şarbon, sıtma, tüberküloz, kolera, lepra ve difteriden sorumlu mikropları tanımlamıştı. İskorbüt, beriberi, raşitizm, pellagra, tavuk karası gibi hastalıkların da mikrobik oldukları sanılıyordu; oysa bu hastalıklar mikroplara ya da onların toksinlerine bağlı değildi.
Hastalar üzerinde yapılan gözlemler ve hayvanlar üzerinde yapılan deneysel tıp araştırmaları bazı hastalıkların besinlerle olan ilişkisini aydınlatmayı sağladı ve vitaminlerin keşif süreci başladı. Bu süreç, beslenme biliminde de bir devrim yarattı ve bilimsel prensiplerin geçerli olduğu başlıbaşına bir bilim dalı doğdu.
Vitaminler birbiri ardına keşfedilirken, bir taraftan da kimyasal yapıları tanımlandı ve sentetik üretimleri için yöntemler geliştirildi. Bugün yalnızca Amerika’da yıllık 12.5 milyar dolarlık satışı olan dev bir endüstri var.
Denizcilerin kabusu: İskorbüt hastalığı
Hastalıklar 1700’lerin denizcilerinde, kılıçtan daha çok can alırdı. 10-12 hafta boyunca açık denizlerde yol alan ve yalnızca gemi erzaklarındaki kuru gıdayla beslenen denizciler iskorbüt hastalığına yakalanıyordu. Yolculuğun dört ila altıncı haftasında belirtiler başlıyordu: Hastalığa yakalanan denizcilerin diş etleri şişiyor, kanıyor ve dişleri dökülüyor; eklemleri şişiyor, ağrıyor ve kuvvetten düşüp takatsiz kalıyorlardı. Nihayetinde pekçoğu, aniden ortaya çıkan büyük bir kanama ile ölüyordu.
Ölmeyip sağ kalanlar ise karaya ayak bastıklarından itibaren meyve, sebze yiyebildikleri gündelik hayatın içinde 10 gün gibi kısa bir zamanda hızla iyileşiyorlardı. İskorbüt, Kuzey Avrupa’da çok yaygındı. 1753’te İskoçyalı donanma hekimi James Lind, iskorbüt belirti ve bulgularına dair gözlemlerini yazdı; önemli bir notu da portakal ve limonun hastalığı önlediğiydi. Daha sonraki yıllarda donanma erzaklarına limon suyu da eklendi.
Uzun yıllar süren çalışmalardan sonra iskorbütü önleyen faktör 1928’de izole edildi; Macar asıllı biyokimyacı Albert Szent Gyorgyi suda eriyen bu C faktörü, “askorbik asit” olarak isimlendirdi. Bu keşif 1937’de Nobel aldı. C vitamini 1935’te İsviçre’de suni olarak sentez edilen ilk vitamindir.
Vitaminli Nobel
Christiaan Eijkman ile
birlikte vitaminlerin keşfi
nedeniyle 1929 yılında
Nobel Fizyoloji veya Tıp
Ödülü’nü kazanan İngiliz
biyokimyacı Sir Frederick
Gowland Hopkins.
Beriberi kabusu
1800’lerin ortalarında pirinç üreticileri pirinci buharlı değirmenlerde işleyerek kabuklarından arındırmaya ve beyaz pirinç elde etmeye başlamışlardı. Beyaz pirincin yaygınlaşmasıyla birlikte, “beriberi” denilen ayaklarda his kaybı, güçsüzleşme, yürüme zorluğu ve felç ile seyreden bir hastalık da yaygınlaşıyordu.
Bugün Endonezya toprakları olan, zamanın Hollanda sömürgesi Doğu Hint Adalarında yaşayan yerlilerde sık görülen beriberi bulgularını gözlemleyen Christiaan Eijkman adında Hollandalı bir askerî hekim, tavuklarda da Java yerlilerindeki beriberiye benzer bir hastalık geliştiğini fark etti. Tavuklar askerî hastanenin pirinç ağırlıklı yemek artıklarıyla besleniyordu; aşçı değiştiğinde yerine gelen yeni aşçı yemek artıklarını vermeyi kesince tavuklar büyük bir hızla iyileşmişti. Öyleyse beriberi hastalığının müsebbibi beyaz pirinç olmalıydı; hastalık pirincin nişastasındaki bir toksinden kaynaklanıyor olabilirdi. Daha sonra 1896’da bir başka Hollandalı hekim Gerrit Grijns deneylere devam etti ve bir toksinin varlığının değil de hayati bir maddenin eksikliğinin bu hastalığa yol açtığını fark etti. O hayati madde, pirincin kabuklarında bolca bulunan B1 (thiamine) vitaminiydi.
Bilinmeyen eksiklikler
19. yüzyıl boyunca besinlerin içerikleri ile insanların ve hayvanların besin ihtiyaçları üzerinde çalışan kimyacılar, insanın azot taşıyan protein ile yağlar ve nişasta, şeker gibi karbonhidratlara ihtiyaç duyduğunu bulmuşlardı; proteinler vücudun yapıtaşını oluştururken yağlar ve karbonhidratlar hayatın devamı için gerekli olan enerjiyi sağlıyordu. Bu temel besin gruplarını yeterli miktarda tüketmek de beslenme için yeterli olsa gerekti. Fakat yeterli olmuyordu; bir şeyler eksik kalıyordu.
20. yüzyıl başlarında hâlâ ana besin maddelerinin sadece protein, yağ, karbonhidrat ve mineralden oluştuğu sanılıyordu. Hastalıkların sebebi de mikroplar ve bunların ürettiği toksinler olarak görüldüğü için, tahıllar kabuklarından tümüyle temizlenmeye çalışılırdı. Oysa tahıllar işlem gördükçe B vitaminlerini kaybediyor; insanlarda pellagra ve beriberiye yol açıyorlardı.
Laboratuvarlar ve ilk deneyler
Pirinç kabuğundaki bu bilinmeyen maddeyi tanımlayabilmek ve belki de sentez edebilmek için laboratuvar çalışmaları başlatıldı. Bunlardan biri de 1910’da Londra’ya göçetmiş olan Polonyalı biyokimyacı Casimir Funk idi. 1911’de Casimir Funk, pirinç kabuğundan elde ettiği konsantre ile güvercinlerdeki sinir iltihabını (polinevrit) iyileştirmeyi başardı. Azot ihtiva ettiği için bir çeşit “amin” olarak düşündüğü bu maddeye hayati önem arzetmesine istinaden “vital” tanımını uygun görmüş ve 1912’de bu gizemli maddeye “vitamine” (vital amine) adını vermişti. Daha sonraki yıllarda besinlerde keşfedilen diğer hayati maddelere de “amin” yapısında olmasalar bile “vitamin” adı verilmeye devam edilecekti.
Bilinmeyen bir maddenin eksikliğinin en bariz kanıtı, yine 1912’de Cambridge’den biyokimyacı Sir Gowland Hopkins tarafından bulundu. Sir Hopkins bir deney metodu geliştirmişti: Yavru fareleri saf karbonhidrat, yağ ve proteinle besliyor; yarısına ise ilave olarak süt veriyordu. Süt verilen fareler büyürken diğerlerinde büyümenin durduğunu gördü. İki hafta sonra grupları değiştirdi; bu kez diğer gruba süt vermeye başlamıştı ve iki hafta sonunda süt verilen grup büyümeye başlamış, diğer grupta ise gelişim durmuştu. Sütte başka bir şeyler daha olmalıydı. Bu bulgulardan yola çıkarak, henüz bilinmeyen bazı organik besin ögelerinin yoksunluğunun probleme yolaçtığını ve bu problemin insanlarda görülen beslenmeyle ilişkili hastalıkların bir analogu olduğunu beyan etti. Böylece 1912 yılında, Casimir Funk ve Sir Frederick Hopkins vitamin hipotezini formüle ettiler.
Vitaminin isim babası
Polonyalı biyokimyacı
Kazimierz (Casimir) Funk,
Christian Eijkman’ın,
beriberi hastalığına
esmer pirinçle beslenen
insanların darı ürünleri
yiyen insanlara göre daha
dirençli olduğunu belirten
bir makalesini okuduktan
sonra bu maddeyi izole
etme konusunda çalışmış
ve 1912’de başarılı olmuştu.
Funk, bu maddede bir amin
grubu bulduğu için önce
onu vital amine (yaşamsal
amin) şeklinde adlandırmış,
vitamin sözcüğü bu
kavramdan türemişti.
Pellagra problemi
1914’te Dr. Joseph Goldberger, ABD’de halk sağlığı merkezinde çalışıyordu. Ülkenin güneyinde yoğun biçimde gözlenen pellagra hastalığını araştırmakla görevlendirilmişti. Hastalıktan muzdarip olanlarda derinin güneşe maruz kalan bölgelerinde yaralar açılıyor, ishal meydana geliyor, akıl sağlığı bozuluyordu ve bu nedenle çoğu akıl hastanelerine kapatılıyordu. Ölüm oranı çok yüksekti. Hastalık yoksullarda çok daha fazlaydı; temel besinleri mısırdı. Hastalığa, küflenen mısırın toksik etkisinin sebep olabileceğini ya da sıtmada olduğu gibi haşerelerin taşıdığı bir nevi enfeksiyon olabileceğini düşünüyordu.
Enfeksiyon teorisi üzerinde düşünmekle birlikte, o güne kadar hastalığın bulaştığı hiçbir doktor ve hemşirenin olmaması da kafasını karıştırıyordu. Hastalık hapishanelerde, yetimhanelerde ve akıl hastanelerinde çok yaygındı. Diğer taraftan yetimhane çocuklarının beslenmesine yumurta ve süt eklendiğinde, vaka sayısının ciddi miktarda azaldığını gözlemledi. Gönüllüler üzerinde yaptığı bir araştırma, hastalığın beslenmeyle olan ilişkisini teyit ediyordu. Hastalığı köpeklerde deneysel olarak oluşturdu ve mayanın iyi geldiğini buldu. Bu bulguyu gerçek hastalar üzerinde de doğruladı. 1929’da öldüğünde, çalışma arkadaşları halen mayadan etken maddeyi izole etmeye çalışıyorlardı ve nikotinik asit (niasin) ancak 1935 yılında tanımlandı.
Raşitizm ve yağda eriyen vitaminin keşfi
1600’lerde raşitizm, majör sağlık problemiydi. Halk kentlere doğru göç ediyordu; hayat tarzı değişiyordu ve insanlar yeteri kadar günışığı görmüyorlardı. Francis Glisson tarafından 1650’de tanımlanan raşitizm (De Rachitide), 1800’lerin başlarında sanayi devrimiyle birlikte Kuzey Avrupa ve Amerika’nın sanayileşen kuzey bölgelerinde hızla yükselecek ve adeta salgına dönüşecekti. 17. yüzyılda raşitizm salgını, “İngiliz hastalığı” diye adlandırıldı. İskorbüt ve raşitizm Viktorya dönemi hastalıklarıydı.
1770’lerden beri tedavi amaçlı kullanılagelen balık karaciğeri yağının raşitizm, kemik erimesi, genel beslenme yetersizliği ve bazı göz problemlerinde faydalı olduğu 19. yüzyıl ortalarında da gözlenmiş olmakla birlikte, bunun bir açıklaması yapılamıyordu. 1930’larda balık yağı takviyesi ve beslenmenin düzelmesiyle, raşitizm 20. yüzyıl başlarında önemli ölçüde geriledi. Bugün halen D vitamini eksikliği, dünyada özellikle anne ve çocuklarda çok yaygın bir problem.
A vitamini ve isimlendirme sistemi
Wisconsin Üniversitesi ziraat okulunda Elmer Vernon McCollum, süt ineklerinin beslenme ihtiyaçları üzerinde çalışıyordu. Sıçanlar üzerinde yaptığı bir çalışmada saflaştırılmış diyete tâbi tuttuğu sıçanların zayıfladığını, daha sonra ise besinlerine zeytinyağı eklediklerinin değil ama tereyağı eklediklerinin düzeldiğini buldu. A vitaminini keşfetmişti. 1914’te buna “yağda eriyen faktör A” adını verdi. Vitaminleri isimlendirirken bugün de kullandığımız sistem işte böyle başladı. 1947’de sentez edilen A vitamini eksikliğinin nelere yolaçtığı ise sonraki yıllarda anlaşıldı: Gece körlüğü, göz kuruluğu ve sonuçta göz harabiyeti. Bu vitaminin noksanlığı günümüzde hâlâ 3. Dünya ülkelerinde körlüğün başlıca sebeplerinden biri.
Beriberinin yol açtığı yıkım
B1 (Tyamin) noksanlığı
nedeniyle ortaya çıkan bir
sinir sistemi hastalığı olan
beriberi’ye yakalanmış üç
çocuk.
İngiliz hekim Sir Edward Mellanby özellikle şehirlerde büyüyen çocuklarda büyük bir problem olan raşitizmi tedavi edecek bir yol arıyor; köpekler üzerinde deneyler yapıyordu. Yulaf lapasıyla besleyip kapalı mekanda tutulan köpekler raşitik olmuştu. Balıkyağı ile iyileşmeleri üzerine, A vitamininin bu hastalığı tedavi ettiğini düşündü. Ancak Mc Collum, balıkyağından A vitaminini çıkardıktan sonra yine de iyileştirici etkinin devam ettiğini görünce, balıkyağında başka bir etken maddenin daha olduğu anlaşıldı: Vitamin D.
1922’de yeşil yapraklı bitkilerden yağda eriyen diğer bir vitamin olan E vitamini keşfedildi. 1943’te Nobel ödülü alan, bir diğer yağda eriyen vitamin olan K vitamininin keşfi oldu. Bazı kuşlar, kanları pıhtılaşmadığı için ölüyorlardı; kuşlar yeşil yapraklı bitkiler ve karaciğerle beslendiklerinde ölümden kurtulmuşlardı. Hollandalı hekim Henrik Dam tarafından keşfedilen K vitamini Edward Doisy tarafından sentezlendi ve pratikte kullanılmaya başlandı.
Vitaminlerin endüstrileşmesi
Kimyagerler 20. yüzyılın henüz başlarında, tükettiğimiz besinlerde bulunan ve hayat için elzem, o zamana kadar bilinen protein, yağ, karbonhidrat ve mineralden tamamen farklı, adeta esrarengiz biyolojik maddeleri -vitaminleri-keşfettiklerinde; bu aynı zamanda günümüzün en popüler pazarlama ürünlerinden olan vitamin hapları ve devasa bir vitamin endüstrisinin de doğumu oldu.
Vitaminler savaşın devam ettiği ekonomik buhran yıllarında keşfedilmişti; fakat savaş sonrası dönemde refahın giderek artmasıyla paralel olarak endüstrileşme imkanı buldu. Renkli vitaminleri kimileri insan sağlığına faydalı buluyor; kimileri ise bir nevi dolandırıcılık olarak görüyordu. 1950’lerin sonuna doğru, bu renkli vitamin hapları albenili paketleriyle artık hayatımıza girmişti. Beslenme bilimi geliştikçe toplumsal bilinçlenmeye de imkan sağlıyordu. Gazete ve dergilerde sağlık köşeleri yayımlanıyordu.
Vitaminlerin keşfi, yoksunluklarına bağlı ciddi hastalıklar nedeniyle olmuştu; fakat yıllar boyunca edinilen bilgi birikimi günümüzde sağlıklı ve uzun yaşam odaklı hale gelmiş durumda.
Mültivitaminler
1920 yılında Parke-Davis firması ilk mültivitamini üretti. “Metagen”, o zamanın bilinen tüm vitaminlerini içeriyordu. Bugüne kadar gelecek olan mültivitamin akımının başlangıcında olay şöyle izah ediliyordu: “Konserve besinlerin, beyaz pirincin, suni tereyağı (margarin), yoğunlaştırılmış süt, beyaz un ve 20. yüzyıl medeniyetinin sunduğu diğer rafine gıdaların çağındayız. Bütün bunlar hayatımızı kolaylaştırıyor elbette ama ciddi bir beslenme problemini de beraberinde getiriyor”.
Parke-Davis kendine ait araştırma laboratuarı olan bir ecza firmasıydı ve Metagen de doktor reçetesiyle satılıyordu. Fakat piyasaya çıkan diğer pekçok ürün şahıslar tarafından üretilip doğrudan tüketiciye sunuluyordu. Sadece işadamı olan bu üreticiler, ilaçların yalnızca hekimler tarafından tavsiye edilebileceğini belirten Amerikan Tıp Birliği’nin etik kurallarına uymak derdinde değildi.
Daha sağlıklı bir yaşam vaadinin toplum üzerindeki doğrudan etkisi, vitamin ürünlerine büyük bir talep oluşturdu. Örneğin “Mastin Vitamin” tableti adlı bir vitamin ve mineral kombinasyonu ürün “mültivitamin” olarak pazardaki yerini aldıktan sonra; mal sahibi Francis B. Mastin ürününü bir yıldan az bir zamanda aylık 1 milyon dolar ciro yapan bir işe dönüştürmüştü. Ürünün reklamları, vitaminin iştahı açtığı, hazmı kolaylaştırdığı, kabızlığa iyi geldiği, cildi düzelttiği ve enerjiyi arttırdığını ilan ediyordu.
Başlangıçta tıp dernekleri bu reklamları desteklemedi. Tüketici hiçbir işe yaramayacak ürünler için tuzağa düşürülmemeliydi. Vitaminler besin miydi, ilaç mıydı? Doktorlar kimi zaman arada kalıyordu. Bazı otoriteler hazır vitaminlere karşıydı; iyi beslenerek tüm vitaminlerin zaten alındığını düşünüyorlardı. Vitamin üreticileri, kararın tüketiciye bırakıldığı bir pazarın parçası olmayı sürdürdüler.
Amerikan Tıp Derneği onaylı ilk vitamin tableti “Oscodal” oldu. Balık karaciğerinden elde edilen A ve D vitamininin şeker kaplamalı tabletiydi. 1920’lerde Funk tarafından geliştirilen yöntemle yapılıyordu. O zamanlarda doğal kaynaklardan vitaminleri elde etmenin teknik zorlukları vardı. İlaç şirketleri kendi araştırma laboratuarlarını kurdukça ve akademik işbirliği ile bu engeller aşıldı. 2. Dünya Savaşı arifesinde ilaç endüstrisi, vitamin sentezini endüstriyel ölçüde öğrenmiş durumdaydı.
Yeterli beslenme ve ‘destek’ anlayışı
1930’ların ortalarına gelindiğinde pekçok yiyeceğin içeriğindeki besin ögeleri ve bunların miktarları biliniyordu. 1941’de ilk olarak günlük vitamin ve mineral ihtiyacını kapsayan tabletler üretildi ve “tavsiye edilen diyet desteği” (recommended dietary allowance: RDA) kavramı ortaya çıktı.
Amerikan Ev Ekonomisi Bürosu, ortalama Amerikan ailesinin beslenme alışkanlıklarını araştırarak bir rapor yayınladı ve sadece 1/4 oranında iyi beslenildiği saptandı; protein, demir, kalsiyum ve dört vitaminden oluşan temel besin maddelerinin en az yarısı sağlanıyorsa, bu “iyi” olarak değerlendiriliyordu.
Beslenme uzmanları, bebekler, çocuklar, ergenler, gebeler, süt veren anneler gibi farklı gruplar için değişen ihtiyaçları belirledi. Şehirlerde yaşayan düşük gelir grubundaki aileler genelde daha kötü besleniyordu; kırsal alandan uzaklaştıkça süte, yumurtaya ve taze sebzelere erişimleri de kısıtlanıyordu. Diğer taraftan özelikle beyaz ekmek ve şeker için “boş kaloriler” gündeme geldi. Modern yöntemlerle rafine edilen un, bütün doğal vitamin ve minerallerinden yoksun bırakılıyordu.
Çözüm yolu olarak zenginleştirme önerildi. Un zenginleştirilmesi, 1930’ların sonlarında endüstriyel olarak üretilebilen B vitaminleri eklenmesiyle başladı. Ortalama Amerikan beslenmesindeki yetersizlikler toplumsal dikkati de çekiyordu ve un endüstrisinin de gönüllü desteği ile un ve ekmeğin zenginleştirilmesi sağlandı.
Ekmek aslında vitamin takviyesi yapılan ilk besin değildi. D vitamini ile takviye edilmiş sütler yine 1930’larda piyasaya çıkmıştı. Vitamin takviyeli kahvaltılık gevrekler 1938’de belirdi. Vitamin endüstrisi de gelişiyordu ve birçok besin ya zenginleştirilmiş ya da takviye edilmiş oldu; tabii bu iki durum farklıydı.
Vitamin endüstrisi geliştikçe maliyetler de düştü. Örneğin 1935’te 1 gr B1 vitamininin doğal kaynaktan üretilmesi 300 dolara mal olurken, 1937 yılında 7,5 dolar oldu; aynı vitamin 1942’de sentetik olarak üretildiğinde, gramı sadece 53 sent idi.
2. Dünya Savaşı’nda askere alınan Amerikalıların üçte birinin yetersiz beslenmeye bağlı rahatsızlığı olduğu gözlendi. Bunun üzerine başkan Roosevelt 1941’de ulusal beslenme konferansı topladı. Sonuçta devlet destekli “tavsiye edilen diyet desteği” (recommended dietary allowance: RDA) altı vitamin ve iki mineralden oluşuyordu. Daha sonra başka vitamin ve mineraller de eklendi. İlk “one-a-day” 1943’te piyasaya sürüldü. 2. Dünya Savaşı sona erdiğinde, gerçek kazanan ilaç endüstrisi oldu. Antibiyotikler, aşılar, vitaminler… Üretim teknolojilerinin ilerlemesi ve yenilikçi pazarlama stratejileriyle vitaminler artık her noktaya ulaşıyordu.
KORUYUCU VİTAMİNLER
Çocukların ihtiyacı: A, D ve folik asit
Yeterli ve dengeli bir beslenmede genel olarak yeterli vitamin vardır. Bu sebeple, yeterli ve dengeli beslenenlerde vitamin destekleri gerekli olmayabilir. Ekstra vitaminlerin hastalıktan koruyacağına dair halihazırda kesin bir kanıt yok. Bunun istisnaları var elbette; örneğin hamilelere Vitamin B9 (folik asit) desteği gibi.
Diğer taraftan vitamin eksikliği, yeterli beslenmenin mümkün olamadığı pekçok yerde sorundur. Beslenme yetersizliğine bağlı vitamin eksiklikleri oldukça yaygın durumdadır ne yazık ki. Körlüğe yol açan A vitamini eksiklikleri gibi. Bugün dünya üzerinde 500 bin çocuğun bu yüzden görme yetisini kaybettiği tahmin edilmekte.
Bebekler doğar doğmaz hemorajik hastalıktan korumak için K vitamini yapılır. Raşitizm ülkemizde süt çocuklarında sık görülen bir sağlık problemidir; kalsiyum eksikliğinin de payı vardır. Raşitizmden korumak için 15. gün D vitamini başlanır ve 1 yaşına kadar devam eder. Hazır mamalarda genellikle takviye vitaminler vardır. Demir eksikliği anemisi de yaygındır. Süt çocukluğu döneminde demir takviyesi verilenlerde IQ puanı 6 puan fazla bulunmuştur. Süt çocukluğunda anemiden korumak için rutin demir takviyesi verilir.
1941’DEN GÜNÜMÜZE
Temel vitamin ve mineraller
1941 itibariyle: A, B1, B2, B3, C, D, kalsiyum, demir
Bugün itibariyle: A, B1, B2, B3, B5, B6, B7, B9, B12, C, D, E, K, kolin, kalsiyum, krom, bakır, iyot, demir, magnezyum, manganez, molibden, fosfor, selenyum, çinko, potasyum, klorid.
UNICEF RAPORLARI
Sadece bir avuç dolar yeterliyken…
Yetersiz beslenmeye bağlı olarak ortaya çıkan temel vitamin ve mineral eksikliği özellikle güney yarım kürede dünya nüfusunun üçte birinin sağlığına ciddi zarar veriyor.Vitamin ve mineral eksikliklerinin bireyler ve toplumlar için ne anlama geldiğinin çok az insan farkında. Dünya Ekonomik Forumu raporlarına göre bazı temel vitamin ve minerallerin eksikliği zihinsel gelişimi yavaşlatıyor, bağışıklık sistemini zayıflatıyor, doğumsal sorunlara yol açıyor ve tahminen 2 milyar insanın gerçek fiziksel ve zihinsel potansiyellerinin çok altında yaşamalarına sebep oluyor. 80 ülkede yapılan yeni bir araştırmanın sonuçları durumu oldukça aydınlatmakta:
• Demir eksikliği çocukların zihinsel gelişimini son derece olumsuz etkiliyor ve ulusal IQ ortalamasını da düşürüyor. Yetişkinlerde üretkenliği düşürerek gayrisafi millî hasılada kayba sebep oluyor. Ciddi demir eksikliği anemisi, her yıl 50 bin kadının doğum sırasında hayatını kaybetmesine yol açıyor.
• A vitamini eksikliği, gelişmekte olan ülkelerde 5 yaş altı çocukların % 40’ında bağışıklık sistemi zayıflamasına yolaçıyor. Her yıl tahminen 1 milyon çocuk ölümüne neden oluyor.
• Gebelikte iyot eksikliği, her yıl 20 milyon bebeğin zihinsel olarak yetersiz doğması anlamına geliyor.
• Folik asit eksikliği, her yıl 200 bin doğumsal anomaliye sebep oluyor.
• Yetişkinlerde vitamin eksikliği, özellikle kadınlarda son derece sinsi seyreden bir durum. Vitamin ve mineral eksikliği en yıkıcı ve kalıcı etkilerini hayatın en hassas ve korunmasız olduğu ilk aylarında yapıyor. Vitamin eksikliğini ancak belirtileri ortaya çıktıktan sonra tedavi etmek artık kabul edilebilir bir şey değil. Bu eksiklikler ortaya çıkmadan önce tüm toplum için, özellikle de çocuklar için korunma yoluna gidilmesi zorunlu. Bunu sağlamak ise, milyar dolarlarla oynayan ilaç endüstrisi için hiç de zor değil: . Yaygın tüketilen temel besinlere (un, tuz, şeker, margarin gibi) vitamin ve mineral takviyesi yapılmasının; yılda kişi başına maliyeti sadece bir kaç sent. Başta özellikle kadınlar ve çocuklar olmak üzere hassas kesimlerin ihtiyaç duyduğu temel vitamin desteklerinin sağlanmasının kişi başı ederi de yıllık birkaç senti aşmıyor. Doğru ve yeterli beslenme konusunda toplumu eğitmek de son derece önemli. Salgın hastalıkların ve parazitlerin önlenmesi, bunların sebep olduğu beslenme yetersizliklerini de ortadan kaldıracak. Bu yöntemler, endüstrileşmiş ülkelerde vitamin ve mineral eksikliğini uzun yıllar önce kontrol altına almayı sağlayan yöntemler. Ancak birçok ülkede, problem ve çözümü bilindiği ve maliyeti çok düşük olduğu halde bir türlü sistematik biçimde uygulanamıyor. Oysa sağlık kazanıldığında, ulusal ekonomiler de kazanacak.