17. yüzyıl Osmanlı dünyasının bilim âlemine kazandırdığı üçlü, tarih, coğrafya, biyografi bibliyografi, hukuk, eğitim alanlarının yıldızıydı. Dönemlerinde de değerleri pek bilinmeyen bu büyük isimlerin bugün mezarlarının yeri de bilinmiyor; eserleriyle, çalışmalarıyla yaşıyorlar.
Mustafa bin Abdullah/ Hacı Kalfa/Halife, Kâtip Çelebi (İstanbul: Şubat 1609- 4 Ekim 1657); Evliya Çelebi(İstanbul: 1611 – Mısır? 1681’den sonra); Hüseyin Hezârfen (İstanköy 16..? – İstanbul 24 Eylül 1691)…
17. yüzyıl Osmanlı dünyasının bilim âlemine kazandırdığı bu üçlü, tarih, coğrafya, biyografi bibliyografi, hukuk, eğitim… alanlarının birer yıldızıydı. Peki ne oldu?.. Evleri, kişisel öteberileri, kitaplıkları bir yana, mezarları bile yok!
Bu çağdaş üçlünün verimli yetişkinlik evreleri, öncül ardıl üç padişahın IV. Murad (1623- 1640), -çok sonraları “Deli” lakabı yakıştırılan Sultan İbrahim (1640-1648) kardeşlerle ikincinin oğlu “Avcı” IV. Mehmed’in (1648- 1687) toplam 64 süren saltanatları sırasındadır. Adı geçen padişahlardan ilki asıp-kesip terör estirmiş, aşırı içkiden 29 yaşında ölmüş. İkincisi Harem çılgınlıkları sonucu tahttan indirilip boğulmuş, “babası kadın delisiydi bu da av delisi” dedirten üçüncüsü Avcı Mehmed’in uzun saltanatı da, babası gibi tahttan indirilerek noktalanmıştı.
Kâtip Çelebi
Bunlarla çağdaş, daha doğrusu bunların “kulu” yazarlara gelince:
Kâtip Çelebi eserleriyle evrensellik kazansa da kısa yaşamını kâtiplikle sürdürmüştü. Çektiği sıkıntılar ibretliktir. Dönemin koca kavuklu müderrisleri, medrese çıkışlı olmadığı için onu, “ketebe taifesinden Mustafa!” diye küçümserlermiş. Hicrî 15 Zilhicce 1067’de 49 yaşında fücceten (ansızın) ölmüş. Son görevi, Süvari Kaleminde ikinci kâtiplikmiş.
Oysa Batı bilginleri onu farklı tanıyorlar. Hammer, Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri’nde (Çev. Coşkun Üçok) “Kâtib Çelebi, bilgisi, akla gelebilecek bütün alanlara yayılmış olan en büyük Osmanlı tarihçisi” diyor. Ona burun büken ulema efendilerinse ne adlarından ne ünlerinden iz var. Mezarlıklardaki tek tük devrilmiş, yatmış koca sarıklı mezar taşları da sahipsiz. Kâtip Çelebi, medreselerdeki aymazlığı, müderrislerin yetersizliğini acıklı bir dille yazmıştır.
Gelgelelim, 20. yüzyılın İstanbulluları da Kâtip Çelebi’nin değerini bilememişler. Vefa’dan Zeyrek’e inen yolun sol tarafında kendi adını taşıyan (yanmış) mektebin avlusundaki mezarı, Cumhuriyet döneminin bulvar meraklısı belediyecileri kaldırmış! Türkiye’de yol uğruna en kolay yok edilen yerler, aslında kent arşivleri sayılması gereken mezarlıklardır. Bunları kaldırmak kolaydır. Çünkü alttakinden ses gelmez, üsttekiler de onları unutmuşlardır. Kâtip Çelebi için 1953’te Unkapanı İMÇ Blokları önünde yapılan yapay mezarlardan biri de Kâtib Çelebi’yi tanıtıyor. Bu ve arkasındaki lahitle sanduka arası, Türk-İslâm-Osmanlı mezar taşlarına benzemeyen taş, yapay bir simgedir.
Kâtib Çelebi’nin 20’den fazla eseri arasında, 15.001 yazma kitabın ve 9.501 yazarın künyelerini verdiği kapsamlı bibliyografya kaynağı Keşfü’z-zünûn ile büyük bir coğrafya ansiklopedisi olan dünyaca ünlü Cihannümâ, başyapıtlarıdır. Cihannümâ’nın yazgısında sahibinin yazgısına koşutluk vardır: 1648 de başlayıp altı yılda tamamlanan bu yapıtın yazma tek nüshası saray kitaplığında imiş. İstanbul’da Türkçe ilk matbaayı kuran Müteferrika İbrahim’e, zamanın şeyhülislâmı, Frenk kitaplarının içeriklerini anımsatan Cihannümâ’nın basımında günah görmemiş olacak ki, saray kitaplığından çıkartıp “al sana basılacak kitap” diye Müteferrika’ya vermiş. O da yarı yarıya metinler, harita ve çizim ekleyerek 1732’de 500 adet basmış. O arada asıl –yazma- Cihannümâ “kaybedilmiş”!
Türkiye’de matbaacılık tarihinin galiba bu konuda bir sabıkası var. Kimi matbaacılar, bastıkları eserin yazması tek nüsha ise yok ederek baskının satışını arttırmayı düşünmüş olmalılar (Yahya Efendi’nin Târih-i Sâf Tuhfetü’l-ahbab’ının (Duru Tarih), 1871 (H.1287) Terakki Matbaasındaki ilk baskısında da yazması zayi veya yok edilmiştir).
Kâtip Çelebi’nin yaşam öyküsü ibretliktir. Taşra görevleriyle o diyar senin bu diyar benim gezerken, öğrendiklerini not eder, İstanbul’da kaldığı zamanlarda ise kuşağının arasında diviti, kâğıt tomarı, mumları, kütüphanelerinde çalışmak için sabah erkenden evinden çıkar, yürüyerek Üsküdar İskelesine iner, bir pazar kayığında yüklerin üstüne oturur, yağmur, rüzgar, soğuk, sıcak demeden İstanbul’a geçer yokuşları tırmanır, loş kütüphanelere kapanır, rahlesini mumla aydınlatarak kitaplardan notlar alır, ders dinlemek için de cami derslerine devam edermiş.
Evliya Çelebi
Bu çok bilinen sevilen popüler yazarımız, Türklerin İbn Battutası, Bursalı Tâhir’in tanıtımıyla geçici- gezici ufak tefek görevler, maiyet memurluklarla geçinmişti. Çok sonraları Seyahatnâme adı verilen Evliya Tarihi, tek eseridir. Kalemini doğal işlekliğine, üslubunun renkliliğine karşın, o da Kâtip Çelebi gibi kâtip, müteferrika, mevkufatî, yoklamacı… gibi geçici görevlerle Avusturya sınırından, Karadeniz yalılarına, doğu bölgelerine, Mısır’a Sudan’a kadar, serdarların valilerin peşine takılarak gidebilmişti. Onun, “Osmanlı ülkelerini gez-dolaş, tanıtıcı bir eser yaz, harcamalarını ben karşılarım” diyen –kısa bir süre Melek Ahmed Paşa dışında- devletli bir hâmisi olmamıştı. Oysa Kâtip ve Evliya Çelebilerin çağdaşları Avrupalı gezgin ve araştırmacılara parasal olanak sağlayan krallar, prensler, lordlar vardı.
Hezarfen (bin fen sahibi) Hüseyin Ayvansarayî
Kâtip ve Evliya Çelebiler düzeyinde ünlenmemesine karşın, bu zâtın, Osmanlı tarih yazarlarından farklı bakışlarla kaleme aldığı tarih, siyaset, kanun, edebiyat, lisan… alanlarındaki eserleri özgündür. Özellikle ikisini, Avrupa yapıtlarında da kullanılmıştır. Bunlardan biri, Osmanlı devlet yapısını, kurumlarını, meslekleri, sivil-asker örgütleri, sarayı, toplum katmanlarını açıklayan Telhisü’l-beyân fî kavânîn-i Âl-i Osman’dır. Bu eserin Lûtfî Paşa’nın Âsaf-nâme’si, Kâtib Çelebi’nin Düstûrü’l- amel’i, Ayni Ali Efendinin Kavanîn-i Âl-i Osman’ı, Eyyûbî Kanunnâmesi ile içerik örtüşmeleri vardır ve Batı dillerine de çevrilmiştir.
İkincisi Tenkihü’t- tevârihi’l-mülûk, bir dünya tarihi olup geleneksel Osmanlı tarihlerinden farklıdır. Bu yapıtta Yunan, Roma, Bizans, Arap, İran, Türk-Moğol, Hind, Çin … tarihleri, Anadolu beylikleri; Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfi dahi işlenmiştir. Bu yapıt, Osmanlı tarih yazıcılığında önemli bir yeniliktir. O çağda ve öncesinde Hezarfen’den başka, eserlerinde Roma ve Bizans imparatorlarına, pagan filozof ve bilginlere, Avrupa Hıristiyan devletlerine yer veren Osmanlı tarihçisi yoktur. Ayvansarayî, tarihçilerin ağız birliği ederek yineledikleri İstanbul’un fethini ise Grekçe-İtalyanca-Rumca kaynaklara da başvurduğu için hayli farklı anlatmıştır.
Ayvansarayî’yi çağdaşı Kâtip ve Evliya Çelebilere yaklaştıran iki durum, çağdaşlıkları ve onlara koşut medrese belletmesinden geçmemesidir. İstanköy’deki çocukluk-gençlik evrelerinden başlayarak, kendisini yetiştirerek Türkçe, Arapça, Farsçadan başka Avrupa dillerini öğrenerek yabancı kaynaklara başvuran ilk tarihçi ve biliminsanımızdır. İstanbul’a gelen yabancı araştırmacılarla konuşup tartıştığı, dostluk kurduğu da biliniyor. IV. Mehmed’e tarih hocalığı yaptığına bakılırsa, Evliya gibi bunun da Enderunla ilişkisi vardı. Enderunlu Bobovi’nin (Ali Ufkî) yanında, Divân-ı Hümayun tercümanlığı da yapmıştır. Medrese belletmesinden uzak kalması sayesinde tarih konularına objektif bakabilmişti.
Bu üç yazarımızın yaşamları konusunda ulaşan bilgiler sınırlıdır. Bunun nedeni, medrese çıkışlı (müderris-kadı), şair, hattat, bestekâr, şeyh, veli veya yüksek düzeyde kamu görevlisi, yani sınıfsal mensubiyet ve seçkinlikleri olmadığından, yaşamöyküleri içeren tabakat, teracüm, sefine, ravza, riyaz… ön adlı, katagorik içerikli biyografi eserlerinde yer almamış olmalarıdır.
Bu nedenle Evliyâ’nın ne zaman nerede öldüğü, Hezarfen Hüseyin Ayvansarayî’nin İstanbul’da hangi mezarlığa veya hazireye gömüldüğü bilinmemektedir. Kâtip Çelebi’nin yokedilen mezarı yerine de ödeşilmez bir değerbilirlikle (!) İstanbul’un 500. yıldönümü 1953’te İstanbul Belediyesi sanki “manifaturacılar şeyhi”ymiş gibi İMÇ bloklarının önüne sembolik bir mezar yapılmıştır.
Bir yüzyıl geriye gidildiğinde, bu üçlüye benzerliğinden sözedilebilecek yine çok yönlü bir başka tarih ve kültür insanımız, Gelibolulu Mustafa Âlî karşımıza çıkar.
KÂTİP ÇELEBİ YAZIYOR…
Mizanü’l hak’tan: Okumak, yazmak sanatına meylettim…
Kâtip Çelebi, Mizânü’l hak adlı eserinin sonunda kendi özgeçmişini: “Bu risâlenin muharriri Mustafa Abdullah eş-Şehir (İstanbullu) Hacı Abdullah Halife ki ulemâ cihetinde Kâtib Çelebi demekle meşhûrdur” başlığı altında özetle şöyle anlatmıştır:
“…Okumak yazmak sanatına meylederek bin otuz iki (1623) tarihinde Anadolu Muahasebesine şakird olup fenn-i kitâbet ve hesab-ı siyakata (çalıştım). Mukaddemat-ı Ulûm-ı Âlîyeye (yüksek din bilimlerine giriş)ye, tekrar be-tekrar döndüm. Az zamanda İ’râb-ı kîb (Arapça konuşma) melekesine mâlik oldum. Kadızâde Efendinin dershânesine varıp va’z ve ders dinledim. Merhum dersinde Tefsir, İhyâ-i ulûm, Şerh-i Mevakıf ve Dürer-i Tarikat okuturdu. Ekser dersi kışrice basit (yüzeysel) idi. Diyarbekir’de iken o kış şehirde bazı ulema ile sohbet ve istifadeye rağbet olundu. Kadılığı bırakıp tedrise heves eden Arec Mustafa Efendiden Tefsir-i Beyzâvî dersi dinledim ve Ma’kulat ve Menkulât vesâir derslerde hazır oldum. Kırk dokuzda (1640) Ayasofya ders-i âmı Kürt Abdullah Efendi meclisine devam, Ellide (1641) Süleymaniye ders-i âmı Keçi Mehmed Efendi derslerini dinledim, Hemedanî Ahmed Haydar şakirdi Velî Efendiden Mantık, Me’anî ve Beyân müzakere ettim. Elli birde (1642) tarih kitaplarından yüz elli kadar devletin meliklerini Fezleke defterine özetledim. Şeyhülislam Yahya Efendi, saltanat makamına (Sultan İbrahim’e) irsal etmek üzere bunu beyaz eyle (temize çek) dedi. Elli ikide (1643) va’iz Velî Efendiden Elfiye dersine başladım. İki senede Usûl-i Hadîs dersi tamam görüldü. Bu esnâda Şeyh-zâde ile Sadrü’ş- Şer’iyye, Kara Kemalî tarzında yazılmağa başlandı. Yüz sayfa yazılır idi. Elli üç Elli dörtte (1644-45) dahi derslerle meşgul olunarak geçti. On sene kadar gece gündüz çalışıp kitaplar görmek ve ekser fenleri tetebbu etmek müyesser oldu.
(H. 1161-1748 tarihli yazma nüshadan: Mizânü’l-hakk fî İhtiyârü’l ahakk)