Aralık
sayımız çıktı

Kimseyi görmedim ben senden daha güzel…

1970’lerin ortasından bugüne yarım yüzyıllık bir başarı öyküsü, Tuncay Özilhan’ın hayal olarak görülen girişimleriyle başladı. Anadolu Efes basketbol takımını Avrupa’nın zirvesine çıkaran hadiseler, fedakar hocalar ve olağanüstü sporcuların tarihe geçen hikayesi. Son EuroLeague şampiyonu Efes’in macerası…

İstanbul’da yaşayanların ço­ğunun adını duymadığı ama Kadıköylülerin iyi bildiği bir sokak vardır Moda’da: Cem So­kak. Civardaki okullardan taşan çocukların cıvıltısı ve kırmızı tramvayın çıngırağıyla şenlenen bu sokakta 1800’lerin ortaların­dan beri yükselen Assomption Kilisesi’nin, Türkiye’de basket­bol tarihinde önemli bir döne­meçte yer aldığını söylesem ina­nır mısınız?

Bir spor yazısının giriş pa­ragrafında kilise adı görmek bi­raz tuhaf; farkındayım. Ancak 20’li yaşlarının sonlarında olan ve birkaç yıl kaldığı ABD’den İs­tanbul’a dönen bir gencin, 1976 yazında bir basketbol takımı kurmaya kalkışması o günlerde bu haberi duyanlar tarafından da tuhaf karşılanmıştı.

30 yıl tek karede 1996’da henüz kariyerinin başında genç bir oyuncu olan Ufuk Sarıca, Oktay Mahmudi, Ergin Ataman ve Aydın Örs’ün (soldan sağa) girdiği bu kare, Efes’in ve Türk basketbolunun 30 yılını özetliyor.

Kahramanımızın adı Tuncay Özilhan’dı. Saint-Joseph Lisesi ve İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden sonra yüksek lisans için New York’a gitmiş, içinde filizlenen basketbol fida­nı orada iyice dallanıp kök sal­mıştı. Babası İzzet Bey, o yıllar­da henüz emekleme aşamasında olan bir markanın ortakların­dandı. Bira üretiminde ülkeyi yeni standartlarla tanıştıran bu firmada, oğlunu önemli sorum­lulukların beklediğini düşünü­yordu. Tutkusuyla iş hayatı, pro­fesyonel kariyer ile hobi, içinden yükselen ses ile baba nasihatleri arasında en uygun yolu bulma­ya çalışan genç Tuncay; Yeni Dünya’da gördüklerini doğup büyüdüğü kente taşımak ve Efes Pilsen logosunu bir basketbol takımının formasında görmek istiyordu.

Saint-Joseph’li sporsever gençlerin çoğu Kadıköyspor’da voleybol-basketbol oynuyor; ki­mileri de yüzme, kürek, yelken gibi su sporlarında faaliyet gös­teriyordu. Cem Sokak’taki As­somption Kilisesi’nin bahçesi, kulübün gayriresmî sahası gi­biydi. Yaz akşamlarında iddialı minyatür kale futbol maçları ha­tırı sayılır kalabalıkları bahçe­ye toplar, voleybol ve basketbol takımları antrenmanlarını bu­rada yapardı. Tuncay Özilhan, Kadıköyspor’un basketbol şube­sini satın alıp adını Efes Pilsen’e çevirince, kilise bahçesindeki mütevazı potalar da gelecek yıl­larda büyüyüp çok uzaklara gi­decek olan bebeğin beşiği oldu.

Özilhan, kulübün yönetim sorumluluğunu uzun yıllar Mo­daspor’da basketbol oynamış Pano Natof’a verdi. Lise yılların­dan onu iyi tanıyor ve güveni­yordu. Efes Pilsen markasının sağladığı olanaklarla, Pano Na­tof’un tercihleriyle oluşturulan kadrolar önce o dönem “mahal­li küme” olarak bilinen İstanbul Yerel Ligi’nde, sonraki yıl Türki­ye İkinci Deplasmanlı Ligi’nde yenilgi yüzü görmeden şampi­yonluğa ulaştı ve Birinci Lig’e yükseldi.

Efes’in gurur anı Anadolu Efes, THY EuroLeague Final Four finalinde Barcelona’yı 86-81 mağlup ederek şampiyon oldu. 30 Mayıs’ta kulübün tarihinde ilk kez kaldırdığı kupa, kaptan Doğuş Balbay’ın elinde…

70’ler, basketbola bir başka müessese kulübünün, Eczacı­başı’nın da ağırlığını koyduğu yıllardı. Ancak Efes, büyük sah­nedeki ilk sezonunda (1978-79) koç Faruk Akagün yönetimin­de Doğan Hakyemez’li, Meh­met Döğüşken’li, Aytek Gür­kan’lı, “Şeytan” Billy Lewis’li kadrosuyla Eczacıbaşı’nı geride bırakıp şampiyonluk kupasını kaptı. Çiçeği burnunda kulüp, spor âlemine merhaba deme­siyle birlikte, üç sezon üstüste girdiği liglerin üçünde de ipi en önde göğüslemeyi başarmıştı. Bu, daha önce görülmüş şey de­ğildi. Özilhan’ın rüyaları çok kı­sa sürede gerçeğe dönüşmüştü. Ancak o günlerde, onun gözü­nün daha yükseklerde olduğunu, gönlünde daha büyük aslanların yattığını kimse bilemezdi.

80’li yıllar boyunca çekişti­ği Eczacıbaşı’nın organizasyo­nel yapısını örnek almaktan da çekinmedi Efes Pilsen… Mer­ter’deki fabrikanın arazisine çok amaçlı ve modern bir antren­man salonu yapılmış; günün ne­redeyse yarısını burada geçiren antrenörler, gencecik sporcu­lar, geleceğe umutlu bakılması­nı sağlayan bir basketbol ailesi oluşturmuştu. 90’lara gelindi­ğinde, kulübün müzesinde üç şampiyonluk kupası vardı. Hep zirveye oynamış, kupaya uza­namadıkları sezonlarda da üst sıralarda yer almayı başarmış, daha da önemlisi, altyapıdan on­larca genç yetiştirmişlerdi.

1992’de İstanbul, spor tari­himizde ilk kez bir Final Four organizasyonuna evsahipliği yapacaktı. Avrupa’nın kulüpler düzeyinde en iyi dört takımını buluşturan bu turnuva, Efes’in sponsorluğu sayesinde Türki­ye’ye alınabilmişti. O dönemde ülkemizden bir takımın, değil oralara gelmesi, Avrupa Kupa­ları’nda ilk iki turu geçmesi bile olağanüstü sayılıyordu. Yine de Final Four’u henüz yeni hizmete girmiş olan Abdi İpekçi Spor Sa­lonu’na taşımak, Özilhan’ın viz­yonunu göstermek bakımından önemli bir detaydı.

Kadıköy’deki Assomption Kilisesi’nin bahçesindeki mütevazı potalar, Efes’in yıllar içinde serpilip gelişen başarı hikayesinin beşiği olmuştu.

Aynı yılın Şubat ayında, kulübün teknik yapısını da te­peden tırnağa değiştirecek bir gelişme yaşandı. O sezona kötü başlayan ve raydan çıkmış gibi görünen takımın başına Aydın Örs getirildi. Örs, yıllardır altya­pıda gençlerle çalışan, ön plana çıkmayı sevmeyen, sabırlı, di­siplinli ve çalışkan bir hocaydı. Kulüp yönetimi uzun süredir uyguladığı “Dere geçerken at değiştirilmez” ilkesini çiğne­mek zorunda kalmış; Örs de zor zamanda devraldığı takımı, son haftalarda adeta şaha kaldıra­rak, Efes için ne kadar önemli ve vazgeçilmez bir isim olduğu­nu ispatlamıştı. 1991-92 sezo­nu, play-off’ta fırtına gibi esen Efes’in şampiyonluğuyla sonuç­landı. Bu kulübün tarihindeki dördüncü şampiyonluk olmanın yanısıra yeni bir döneme açılan kapıydı da.

Natof-Örs ikilisi, şampiyon kadroya, dağılan Yugoslavya’dan kaçıp kendine yeni ve huzurlu bir yuva arayan Makedon asıllı Petar Naumoski’yi ekledi. Son­rası, kartopunun çığa dönüş­mesiydi. 1993’te Avrupa’nın kulüpler düzeyinde 2 Numaralı kupası olan -o zamanki adıyla- Saporta Kupası’nda finale kadar tırmanan Efes’in, altyapısından yetiştirdiği Ufuk Sarıca ve Vol­kan Aydın gibi gençleri de bütün yabancı otoriteler tanıyordu ar­tık… 1993 Mart’ında Torino’da Yunan temsilcisi Aris’e 2 sayıyla kaybedilen final maçı kalpleri kırmış, ama bu ekibin sonraki yıllarda daha büyük hedeflere yürüyebileceğini de haber veren bir işaret fişeği olmuştu.

Efes, sonraları EuroLeague adını alacak olan 1 Numara­lı Avrupa kupasında o günden sonra hep iddialı oldu. Devlerle boy ölçüştü. Özellikle Panathi­naikos ve Olympiakos gibi güçlü Yunan ekipleriyle oynadığı maç­lar dört gözle beklenir olmuştu. Büyük rekabetin dışına düştüğü tek sezonda, 1996 Koraç Kupa­sı’nı kazanarak Avrupa’da kupa kaldıran ilk Türk takımı oldu. Koraç, Avrupa’nın kulüpler dü­zeyinde 3 Numaralı organizas­yonuydu. Bir anlamda Galatasa­ray’ın futbolda kazandığı UEFA Kupası’nın muadili… Ancak Ga­latasaray’dan 4 yıl önce!

Rakip tanımayan silindir 2018-2019 sezonunda Vasilije Miciç ve Shane Larkin gibi yetenekli oyuncuların transferiyle oluşturulan kadro, o günden bu yana rakip tanımayan bir silindire dönüştü. Shane Larkin, Anadolu Efes Başkanı Tuncay Özilhan’la…

Burada biraz nefeslenip, öy­kümüze küçük bir detay ekle­yelim: Efes Pilsen markasının reklam bütçesinden basketbol sponsorluğuna aktarmış oldu­ğu para, 90’larda önceki 10 yı­la oranla kaydadeğer miktar­da artmıştı. Bunda 1984’te bira üreticileri ile dönemin iktidar partisi ANAP arasında yaşa­nan sürtüşmenin payı büyüktü. ANAP tarafından meclise getiri­len ve kabul edilen yasayla bira “alkollü içki” kabul edilmiş, bü­fe ve çay bahçelerinde satışı ile televizyon reklamları yasaklan­mıştı. O yaz satışlarının yüzde 40 oranında gerilediğini gören bira üreticileri kara kara ne ya­pacaklarını düşünürken; Ame­rikalı bir danışmanlık firması Efes yönetimine “sanat ve spo­ra sponsorluk desteğini artırın” tavsiyesini vermişti. Natof-Örs ikilisiyle çıkışa geçen basket­bol takımının yelkenlerini şişi­ren rüzgarı, “milliyetçi-mukad­desatçı” bir iktidarın koyduğu yasak da artırmıştı dersek pek yanlış sayılmaz.

Efes, defalarca kapısından döndüğü Final Four’a nihayet 2000’de ulaştığında, takımın başında başarıya giden zahmet­li yolun parke taşlarını döşeyen Pano Natof ile Aydın Örs yoktu ne yazık ki… 1999-2000 sezonu­na yapılan kötü başlangıç, yıllar­dır büyük emek vermiş olan ve giderek artan baskıyı omuzlayan ikiliyi, patron Özilhan ile ilişki­lerinde geri dönülemez bir nok­taya sürüklemiş ve istifa etme­lerine yol açmıştı. Takım, daha önce Örs’ün asistanlığını yap­mış, sonra da Türk Telekom ve Karşıyaka’da kendi kanatlarıy­la uçabildiğini göstermiş Ergin Ataman’a emanet edildi. O da hırsı ve enerjisiyle Efes’i Final Four’a taşıdı. Selanik’teki tur­nuvadan üçüncülükle dönüldü ama; hem Avrupa’nın hem NBA otoritelerinin, son yıllarda Mer­ter’deki altyapıdan yetişen Mir­sad Türkcan, Hidayet Türkoğlu gibi genç yetenekleri konuşuyor olması, alınan dereceden daha gurur vericiydi.

Kısa süren “birinci Ataman dönemi”nin ardından onun yar­dımcısı olan Oktay Mahmuti ile ligde son derece istikrarlı bir grafik (4 sezonda peşpeşe 4 Tür­kiye şampiyonluğu) çizen Efes, Avrupa’da hedef olarak belirle­diği Final Four’un eşiğinden at­layamıyordu bir türlü… Koçluk koltuğunda 7 yıl oturan Mah­muti, 2007’de yerini Amerikalı David Blatt’e bıraktı. Rus Millî Takımı’nı altın madalyaya ta­şıdığı Avrupa Şampiyonası’nın hemen ardından Efes’teki me­saisi için kolları sıvayan Blatt, İstanbul’da büyük bir düşkırık­lığı yaşadı ve yaşattı. Eskilerin “silsile-i meratib” dediği usta-çı­rak hiyerarşisi bozulmuş, sadece oyuncu yetiştirmekle kalmayıp, spor hayatımıza pek çok çalıştı­rıcıyı da armağan eden düzenin dişlileri arasına görünmeyen bir çomak sokulmuştu sanki…

Sonrasında türbülans döne­mi başladı: Bir defa daha Ergin Ataman, şöhretli ya da daha az tanınmış yabancı antrenörler, henüz yolun başındaki Ufuk Sa­rıca derken, nihayet 2017’nin son günlerinde yetiştiği oca­ğa dönüp üçüncü kez sözleşme imzalayan Ergin Ataman… Bu arada, yine siyasi bir kararla ku­lübün adındaki Pilsen atılmış; sportif faaliyetlerin herhangi bir yerinde bira üretimini çağrış­tıracak her türlü ifade ve simge yasaklanmış; takım parkelere Anadolu Efes adıyla çıkmaya başlamıştı. Ancak özlenen istik­rar yakalanamıyordu. Avrupa basketbolunda Efes, her sene silbaştan yapan ama çok istediği zirveye tırmanamayan bir trans­fer hovardasına benzetiliyor­du. Bu arada Ülker’in finansal desteğiyle yola çıkan Fenerbah­çe’nin 2017’de Doğuş Grubu’nun sponsorluğunda EuroLeague şampiyonluğuna ulaşıp, bu bü­yük kupayı Türkiye’ye getiren ilk takım unvanını alması, Efes cephesinde yaraya tuz bastı.

Şampiyon koç Anadolu Efes’in başarısının altında, 2017’nin son günlerinde yetiştiği ocağa dönüp üçüncü kez sözleşme imzalayan Ergin Ataman’ın imzası var.

2018-19 sezonuyla birlikte Anadolu Efes, başka bir boyuta sıçradı. Vasilije Miciç ve Shane Larkin gibi çok yetenekli, aynı zamanda başarıya aç oyuncu­ların transferiyle oluşturulan kadro, o günden bu yana rakip tanımayan bir silindire dönüştü; Avrupa’nın en büyük organizas­yonunda iki final oynadı, birini kazandı. Pandemi nedeniyle ya­rıda kalan 2019-20 sezonunda Efes yine doludizgin giderken, final oynanamadı, şampiyon belirlenemedi ne yazık… Aynı dönemde kazanılan 2 Türkiye şampiyonluğuyla kulübün tari­hinde bu kategorideki kupaların sayısı 15’e yükseldi. Son 3 yılda Anadolu Efes’in, Avrupa pota­larında en çok maç kazanan, en istikrarlı ve en çok saygı gören kulüp olduğunu söylemeye bil­mem gerek var mı?

45 yıl önce genç bir adam, tutkusunun peşinden giderek bir hayal kurdu. O hayale önce onlarca, sonra yüzlerce ve za­manla milyonlarca sporseveri ortak etti. Sayısız insanın ye­tişmesi ve basketbol sahasında üretime katılması için en uygun koşulları sağladı. Geçen ay Ana­dolu Efes, Köln’deki EuroLea­gue finalinde Barcelona’yı dize getirip şampiyonluğu kucaklar­ken, sahada en çok alkış topla­yan oyunculardan birinin, bas­ketbol topuyla Merter’deki sa­londa tanışmış olan Sertaç Şanlı olması; bu başarının ardında yalnızca finansal gücün değil, insana yapılan yatırımın, sabrın ve emeğin olduğunu gösteriyor­du. Tuncay Özilhan, Moda’daki kilisenin bahçesine ilk adımını attığı anda bu kadarını hayal et­miş miydi acaba?