Dönemin “milenyumcu” Hıristiyan tanrıbilimcileri ve kilise adamlarına göre yeni binyılda dinsel bir çöküş yaşanacağı inancı, 1000 yılından itibaren kendine yeni kurbanlar aramaya başlamıştı. Aslında siyaset ve güç alanındaki mücadeleyi kaybedenler, dinî gerekçeler gösterilerek ateşe atılıyor; Katolik Kilisesi kendi alanında başka bir otorite oluşmasını engellemeye çalışıyordu. Dinî gerekçelerle insan yakmanın dönüm noktaları…
Suçlu bulunanların yakılarak öldürülmesi ile ilgili en eski kayıtlar Antik Mısır’a kadar gidiyor. Ancak bunun dinî bir yaklaşımla kurumsallaşması, Katolik otoritenin “sapkın” olarak nitelediği kişilere karşı uyguladığı bir infaz yöntemi olarak Ortaçağ’da başladı. Batı’daki kayıtlı ilk hadise 1022’de, sonuncusu ise Alman hukuk bilimci Eduard Osenbrüggen’e göre 1804’te Almanya’da yaşandı.
Romalılar, ilk Hıristiyanları tunica molesta denen neft yağına veya reçineye bulanmış tüniklerle (ateşten gömlek) canlı canlı yakmış; Ortaçağ’da ise yerleşik inanca aykırı gelen yorumlara sahip olmakla suçlanan Hıristiyanlar, 1022’den itibaren dönemin Katolik otoriteleri tarafından odunların üzerinde yakılmışlardı. Tapınak Şövalyeleri’nin büyük üstadı Jacques de Molay (1314), Protestanlığın öncü düşünürlerinden Jan Hus (1415) ve Yüzyıl Savaşları’nın kahramanı Jeanne d’Arc (1431) Ortaçağ’da yakılarak öldürüldüler. Dönemin “milenyumcu” Hıristiyan tanrıbilimcileri ve kilise adamlarına göre yeni binyılda dinsel bir çöküş yaşanacağı inancı, 1000 yılından itibaren kendine yeni kurbanlar aramaya başlamıştı.
Batı’da Ortaçağ’da bir ilk: Orléans’da Heretiklerin yakılarak öldürülmesi
Zihinlerde Ortaçağ, cadıların, kafirlerin ve Heretiklerin (“sapkınlar/bidatçılar”) ateşe atılarak infaz edildiği bir dönem gibi tahayyül edilse de, insanların yakılarak öldürülmesi görece nadir rastlanan bir vakaydı. Batı’da ilk ateşle yakarak infaz edilen ölüm cezası, bundan tam bin yıl önce 1022’de gerçekleşti. Orléans’da, aralarında kanonların da (katedrale bağlı üst düzey papazlar) bulunduğu 13 kişi idam edildi. Yüksek Ortaçağ (1000-1250) gibi geç bir zamanda yaşanan bu “diri diri yakma” meselesine, daha sonra da Geç Ortaçağ’da ender olarak rastlanacaktı. Ayrıca heretik olmakla suçlanmak da genelde olağandışı olayların ardından vuku bulmaktaydı. Suçluların idamı en fazla asılarak infaz ediliyor, yetkin bir cellat bulmak zor olduğundan “kelle uçurmak” daha az görülüyordu. Fransa ve Almanya’nın bazı bölgelerinde geleneklere göre kadınlar asılamadığı için; farklı suçlardan hüküm giyenler bazen diri diri gömülerek, bazen yakılarak, bazen de suda boğarak öldürülürdü. Bu anlamda yakarak idam, sadece “din sapkınları”na özgün değildi. Haçlı Seferi ve ardından gelen katliamların yaşandığı 13. yüzyılda bile, her zaman olmamakla beraber diri diri yakma sadece tövbe etmeyen heretiklere karşı uygulanıyordu. Umberto Eco’nun tarihî romanı Gülün Adı’nda da bahsedilen ünlü 14. yüzyıl engizisyoncusu Bernard Gui’nin belirttiğine göre 633 idam hükmünün yalnızca 41’i ateşe atarak infaz edilmişti.
Hasmını arayan yeni ruhban sınıfı ve farklı coğrafyalardaki yeni akımlar
Ortaçağ, gerçekten de Avrupa kıtasında entellektüel üretimin azaldığı, nüfusun düştüğü, kırsallaşmanın arttığı ve merkezî devletin zayıfladığı “karanlık” bir dönemdi. Şarlman dönemi ve (Karolenj) reformları bir istisna teşkil etse de süreklilik göstermemişti. Kilisede ise 10. yüzyılda yapılan bir reform -Cluny ya da Benedikten reformlar- yerel derebeyine değil de Papalığa bağlı ve hem dinî hem de bir ölçüde seküler eğitim almış bir ruhban sınıfı ortaya çıkarmıştı. Bu eğitimli sınıf, monarklara danışman olarak merkezîleşen devletlerde önemli roller üstlenmeye başlamıştı.
Sistematikleşen ve “yerleşik” olan dinî inanç, artık kendinden farklılaşanları yaftalıyordu. Bulgaristan’da 10. yüzyılda başlayan düalist (iyi ve kötü olarak iki zıt Tanrısal gücün mücadele içinde olduğunu savunan inanış) bir dinî akım olan Bogomilizm Batı’ya da uzandı veya farklı düalist inançlar bu isimle yorumlandı.
1022 Orléans hadisesinden sonra, 1209-1229 arasında Güney Fransa’daki Katarcılara karşı yürütülen (Albigeois) Haçlı Seferleri’ne kadar ve ardından yine bunlara karşı yapılan 14. yüzyıldaki katliamların hepsi, dönemin din adamları ve yöneticileri tarafından aynı kefeye konmuş ve o şekilde yaftalanmıştı. Halbuki aynı dönemde farklı coğrafyalarda başgösteren dinî akımlar arasında tam anlamıyla bir birlik bulunmuyordu. O dönemde sanki Katolik Kilisesi’nin paralelinde başka bir kilise yapılanması varmış gibi bu hareketler suçlanmış, çoğunlukla da Orléans’da olduğu gibi siyasi rekabet veya güç kazanmak adına bu idamlar gerçekleştirilmişti.
Sapkın olarak suçlananlar aslında din alanındaki güç mücadelesini kaybedenlerdi
Orléans’daki Sainte-Croix Katedrali, bugüne kadar Bourbon Hanedanı gibi alt dallarıyla hâlâ sürmekte olan Capet Hanedanı’nın ana kilisesi ve tac giydiği yerdi. Fransa Krallığı’nın başındaki ikinci Capet olan “Dindar” 2. Robert, Papalığın izniyle örneğine az rastlanır şekilde ilk iki eşinden boşanıp üçüncü eşiyle evlenebilmişti. Buna rağmen ikinci eşi Burgonyalı Bertha’yı hâlâ sevdiği ve onunla tekrar evlenmeye çalıştığı bilinen bir gerçekti. Burgonyalı Bertha’nın ilk eşi 1. Odo’dan olma oğlu Blois Kontu 2. Odo hırslı bir hükümdardı ve annesinden boşanmış olan 2. Robert’in yeni eşi kraliçe Constance’ın gücünü azaltmaya çalışıyordu. Son atanan kanonlar Lisoie ve Etienne (Stephen), Constance’a yakındı; hatta Etienne, kraliçenin bizzat günah çıkardığı papazdı. Ülkenin bu en önemli katedralindeki güç mücadelesini kraliçe sonunda kaybetti. Kendisine yakın olan bu din adamları, dönemin önemli kilise kroniklerinin aktardığına göre Manici inanca mensup oldukları suçlamasıyla sapkın olarak değerlendirildi ve alevlerin arasına atılarak yakıldı.
Bir azizenin doğuşu
Yüzyıl Savaşları’nın kahramanı Jeanne D’Arc, bir kafir olduğu öne sürülerek henüz 19 yaşında diri diri yakılarak ölüme mahkum edilmiş; ancak bu hazin son, bugün bile dünyanın en çok tanınan kutsal ikonlarından birinin doğuşu olmuştu. (Hermann Stilke’nin, 1843 tarihli “Jeanne d’Arc’ın kazıktaki ölümü” tablosu, Hermitage Müzesi’nde.)
Eskatoloji, Milenyumculuk ve Heretikler: Alevlere atılan “sapkın”lar…
Katolik inanca karşı bir antagonist/zıt olarak heretiklik tanımının 1000’li yıllarda ortaya çıkmasında, alaylı değil “eğitimli” yeni ruhban sınıfın oluşması kadar, dünyanın sonu ile uğraşan dönemin “eskatalojik” yorumlarının da etkisi çoktur. Yeni milenyuma girerken Avrupa’nın önce Viking istilasına uğraması, ardından Macar akınları; zamanın tanrıbilimcileri ve kilise adamları açısından “Hz. İsa’nın ikinci gelişi öncesi karmaşa”nın başladığının göstergesiydi. Köln Başpiskoposu ünlü (Aziz) Heribert, doğudan gelen Bogomilciliği de kastederek “günümüzde yeni bir heretiklik doğuyor” diye dindaşlarını uyarıyordu. Daha sonra Lutherciler tarafından “Proto-Protestanlık” olarak da yorumlanan, Katolik Kilisesi’nin bazı “yerleşik” öğretilerine karşı durmasıyla bilinen tüm 11. , 12. yüzyıl dinî akımların mensupları heretik/sapkın olarak değerlendirilerek tövbeye çağrılıyor, etmeyenler ise yakılarak veya başka metotlarla öldürülüyordu.