Fransa’nın Türkiye Büyükelçisi Hervé Magro, 1960 Ankara doğumlu bir diplomat. Pandemi sürecinde, 2020 ortasında göreve başlayan Magro; çocukluğundan gençliğine, tarih eğitimine ve Dışişleri kariyerine kadar Türkiye coğrafyası ve halkı ile içiçe yaşamış bir insan. Magro, Türk-Fransız kültürlerinin ortak kimyasını anlattı.
Sayın Büyükelçi; Ankara doğumlusunuz ve sonrasında diplomatik kariyerinize burada devam ettiniz. Bize çocukluğunuzun Türkiye’sinden ve bugünle ilişkisinden bahseder misiniz biraz?
Çocukluğum 1970’lerdeki bir Ankaralının çocukluğudur. Her ne kadar Fransız okuluna gitmiş olsam da Türk kültürünün içinde, Türklerle birlikte büyüdüm. Dersler bittikten sonra, sonu gelmeyen futbol ya da misket oyunları, ağaçlardan dut yemek için çıkılan şehir gezileri… Gündelik hayattaki tüm bu detaylar, muhteşem bir ülkeyi keşfetmeme de vesile oldu. Ayrıca, şüphesiz ülkenin zengin tarihini keşfetmem ve sevmem, çocukluğumun kayıp bir cenneti olan Side seyahatleri sırasında gezdiğim harabeler ve antik tiyatro gezileri sayesinde oldu.
Daha geniş anlamda hiç kuşkusuz Türkiye, halkı ve inanılmaz tarihî zenginliği; iki ülke arasındaki karmaşık ve verimli ilişkiler de dahil olmak üzere tarih algımı şekillendirdi. Türkiye-Fransa ilişkilerinin bir aktörü olmaktan ve geleceğe doğru, onun getireceği zorluklara rağmen birlikte ilerleyebilmemiz adına elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışmaktan dolayı çok mutluyum.
Nasıl bir eğitim süreci geçirdiniz?
Gençliğimin bir kısmını Ankara’da geçirdim. Burada, Fransız mektebi “Küçük Okul”a (La petite école) gittim. Daha sonra, Charles de Gaulle Lisesi henüz yokken, Kızılay’da bulunan kültür merkezindeki koleje devam ettim. Lise eğitimim sürerken Fransa’ya gittim. Tarih alanında yüksek lisans diploması ve Ulusal Doğu Dilleri ve Medeniyetleri Enstitüsü’nden (Institut National des Langues et Civilisations Orientales) Türk dili ve uygarlığı alanında diploma aldığım Sorbonne’da okudum. Daha sonra, Avrupa ve Dışişleri Bakanlığı’na giriş sınavındaki başarım nedeniyle, eğitim henüz bitmeden bıraktığım Paris Siyasal Araştırmalar Enstitüsü’ne (Institut d’Etudes Politiques) katıldım.
Bir tarihçi olarak, özellikle ilginizi çeken dönemler hangileri?
Her ne kadar antik döneme karşı bir zaafım olsa da hiç şüphe yok ki daha çok çağdaş dönemlerle ilgilendim, ilgileniyorum. Antik dönem, özellikle Antalya bölgesinde Side, Perge, Aspendos ve diğer merkezler benim tutkum. Ancak kendimi diplomasiye adadım ve uluslararası ilişkiler yolunu seçtim. Bu disiplinin en büyük ustalarından Jean-Baptiste Duroselle ile tarih alanında yüksek lisans yapma ayrıcalığına sahip oldum. 1939-1940 arasında Lübnan merkezli Levant ordusunun Bakü’deki Sovyet petrol sahalarını hedef alması dolayısıyla Türkiye’yi de birinci dereceden ilgilendiren Kafkasya’ya yönelik Fransız projeleri üzerinde çalıştım. Ayrıca bu çalışmalar, Fransa’daki 1. Dünya Savaşı travmasının hâlâ ne kadar güçlü hissedildiğini anlamamı sağladı. Her zaman Versailles Antlaşması’nın Almanya üzerindeki sonuçlarından bahsederiz; ancak o zamanın Fransız politikasını, bu bir önceki savaşın dehşetine atıfta bulunmadan anlayamayacağımızı asla unutmamalıyız.
Daha sonra, diplomatik arşivler müdürüyken, özellikle Türkiye için çok önemli olan “1918-1923, Doğu’da Bitmeyen Savaş” (“1918-1923, à l’Est la guerre sans fin”) sergisinin hazırlık çalışmaları çerçevesinde, bu dönemle tekrar ilgilenme fırsatım oldu. Bu dönem hem Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu hem de Fransa ile yeni Türk makamları arasındaki ilişkilerin ilk temellerinin atılması ve 21 Ekim’de 100. yılını kutladığımız Ankara Antlaşması bakımından çok önemli. Tarihsel eğilimlerin her zaman uzun vadede gözetilmesi gerekir; tüm bunları hatırlayarak daha iyi-doğru ilerleyeceğimize inanıyorum.
İstanbul ve Ankara sizin durduğunuz yerden nasıl görünüyor?
Bu iki şehri tam anlamıyla karşılaştırabileceğimizi sanmıyorum. İstanbul, asırlık tarihi ve istisnai coğrafi konumu nedeniyle sıradışı bir şehir. İnsanları, mimarisi, geçmişi, bugün gibi dün de yaşama biçimi olağanüstü. Ankara ziyadesiyle farklı; ama benim için hep çocukluğumun en güzel yıllarının şehri olarak kalacak. Yaşama kolaylığı, misafirperver bir halk ve keşfedilmeyi bekleyen bir tarih… Anadolu Medeniyetleri Müzesi ve Hititler büyüleyici. Zaten burada doğmuş olmamdan dolayı kuşkusuz taraflıyım!
Uzun yıllardır Türkiye’de çalıştınız, çalışıyorsunuz…
Kariyerim de burada başladı diyebiliriz. Büyükelçilik Sekreteri olarak ilk diplomatik görevim 1988-1991 arasında Ankara’daydı. Diğer birçok görevden sonra 2009’da, İstanbul Başkonsolosu olarak 2013’e kadar kalacağım Türkiye’ye döndüm. Son olarak Haziran 2020’de pandeminin ortasında, Fransa’nın Ankara Büyükelçisi olarak görevimi üstlenmek üzere -kapanmadan sonraki ilk Türkiye uçağına- Strasbourg’dan İstanbul aktarmalı olarak bindim. Döngü böylece tamamlandı!
Ankara büyükelçisi olarak İstanbul’a ne kadar zaman ayırabiliyorsunuz?
İstanbul’a asla yeterince zaman ayıramayız!
Tabii düzenli olarak İstanbul’a gidiyorum; ancak bugün orada, özellikle ekonomik veya kültürel alanda birimleri olan büyükelçiliğin hizmetlerinin gerçekleştirilmesinin yanısıra Fransız varlığını günlük olarak sürdürmenin ağır sorumluğu, İstanbul Başkonsolosu Olivier Gauvin’e ait.
Türkiye büyük bir ülke veİstanbul hâlâ ekonomi ve turizmin merkezi. Ancak Türkiye nüfusunun yüzde 75’inden fazlasını ve ülkenin gayrisafi yurtiçi hâsılasının üçte ikisini temsil eden diğer şehirleri, belediyeleri ve insanları da düşünmek ve onlar için çalışmakla yükümlüyüz.
Türkiye ile Fransa’nın kesişim kümesi
Magro, Türkler ile Fransızların listeleyemeyeceği kadar çok ortak noktası olduğu görüşünde. “İyi şeylere olan sevgi, coğrafyaya bağlılık, tarihî miras üzerine çalışmak” ve elbette gastronomi merakı bu ortak noktalardan…
Yaşadığımız küresel salgın, sizin çalışma düzeninizi nasıl etkiledi, değiştirdi?
Bu salgın şüphesiz hepimizi derinden etkiledi. Görevime pandeminin ortasında başladım. Dünya genelindeki tüm kurumlarda olduğu gibi, büyükelçiliğimiz de pandeminin ortaya koyduğu yeni zorluklara uyum sağladı. Uzaktan çalışma ve engelleyici tedbirler artık günlük hayatımızın ayrılmaz bir parçası. Diplomasi zaten beklenmedik durumlara nasıl uyum sağlayacağını bilmek, yeni bir ortama alışabilmek ve ondan en iyi dersi çıkarabilmektedir. Salgın hastalık bizlere yeniden derinlemesine adapte olabilme fırsatı da sundu; bu zor koşullarda tüm çalışmaları çok iyi yöneten ekibime de müteşekkirim.
Sizce Türkler ve Fransızların ortak özellikleri, zevkleri var mı?
Listeleyemeyeceğim kadar çok ortak noktamız var. Mimaride, gastronomide, genel olarak sanatta aynı zamanda sporda veya girişimcilikte olsun, iyi şeylere olan sevgimiz, iyi yapılan iş, ortak noktamız. Coğrafyaya bağlılık, tarih ve tarihî miras üzerinde çalışmak ortak noktalarımız. Elbette sofra sanatı bu alanın en iyi örneği.
Fransız ve Türk halklarının şimdiye kadar olan pandeminin üstesinden gelme biçimi; bu kriz esnasında kendimizde keşfettiğimiz ortak noktalar olan fedakarlığımızı, dayanıklılığımızı ve uyum sağlama kabiliyetimizi de ortaya koyuyor. Fransa’da olduğu gibi Türkiye’de de hekimler ve sağlık çalışanları hepimize örnek oldu. İki ülke de bu kahramanlara borçludur; hem işlerini hem de işlerinden çok daha fazlasını yaptılar, yapıyorlar.