Kasım
sayımız çıktı

Selçuklular, Osmanlılar, savaşlar ve krizlere rağmen…

Anadolu’ya geliş sürecindeki sıkıntıları bir kenara bıraksak bile, Türklerin şöyle “oh!” diyerek rahat ettiği dönem tarihte çok azdır. Bu nedenle “istikrarsızlık karakterimizdir” sözü doğrudur ama istikrarsızlığa tahammül gücümüz fazladır. Selçuklu dönemi ve Haçlı Seferleri’nden Beylikler ve Osmanlı dönemine uzanan; savaşlar, içsavaşlar ve isyanlardan sonra cumhuriyetle taçlanan 1.000 yılın retrospektifi.

Türkler en azından 7. yüzyıldan itibaren Ana­dolu’ya girmişti. Ancak 11. yüzyıldan önceki perakende göçlerle gelenler bu coğrafyaya damgasını vuramamış; bir kıs­mı Bizans toplumuna entegre olmuş; toplumun askerî yapı­sında ve bürokrasisinde yer al­mıştı. Bizans ordusunun daimi alaylarından ikisi Türklerden oluşurdu. Selçuklular büyük bir dalgayla gelince, bunların bir kısmı kavmine döndü, ama ne kadarı, bilmemize olanak yok. Keza Erzurum, Malatya, Sivas ve Kars, daha Malazgirt önce­sinde Türklerin eline geçmiş­ti. Romen Diyojen bu gelişme­nin önünü kesmek üzere tayin edici sonuç için Doğu Anado­lu’ya ilerledi ama kesin sonuçlu bir yenilgiye uğradı ve Anado­lu’nun Türk yurdu olması hız kazandı. Malazgirt’den 20 yıl sonra İznik’te ilk Türk camisi yapılmıştı bile.

Ne var ki Anadolu’da çok ra­hat bir hayat süremedik. Asır­lar boyunca Hazar Denizi’nin kıyılarından batıya akan ata­larımız, oradan daha sorunlu bir bölgeye geldikleri bilmiyor­lardı. Torunları büyük sıkın­tı çekerek bunu öğrenecekti. Hemen her asırda ayrı bir dizi kriz kapımızı çaldı. 21. yüzyıl­da da iklim krizinden mülte­ci akınına ve dörtbir yanımızı saran savaşlara kadar aralıksız krizler yaşıyoruz. Bunları başka ülkelerde olduğu kadar yadırga­mıyor, sonunda başa çıkmanın yollarını bir şekilde buluyoruz; çünkü, hep kriz ve istikrarsızlık içerisinde yaşadık. Anadolu’ya geliş sürecindeki sıkıntıları bir kenara bıraksak bile, şöyle “oh!” diyerek rahat ettiğimiz dönem çok azdır. Bu nedenle “istik­rarsızlık karakterimizdir” sözü doğrudur ama istikrarsızlığa tahammül gücümüz fazladır. Sürekli istikrarsızlık içerisinde hayatı idame ettiriyoruz.

2. Murad; bir yandan Avrupa’dan gelen Haçlılarla mücadele için Rumeli’ye diğer yandan isyan eden Türk beyliklerine müdahale için Anadolu’ya at koşturmaktan bitap düşmüştü. Hünername’de okçuluk talimi yaparken görülüyor (1523).

Haçlı seferleri

Anadolu’da yaygın bir yerleşi­me geçip tam da rahata erme­den, daha ayağımızın tozuyla Haçlı Seferleri’yle uğraşmak zorunda kaldık. Bu seferlerin örgütlendiği Clermont Konse­yi’nde sözalan Flandr Kontu Robert, Türklerin Boğazlar’a kadar geldiğini, Anadolu’daki Hıristiyanların desteklenmesi gerektiğini gündeme getirniş­ti. 1096’da Anadolu’ya ulaşan 1. Haçlı Seferi’nin ilk hedefi İznik oldu. Daha sonra Eskişe­hir ve Konya üzerinden güneye ilerleyerek Antakya’yı kuşat­tılar ve burayı ele geçirip bir prenslik kurdular. Bu arada bir kolları da doğuya ilerleyip Urfa Kontluğu’nu kurdu. Bir kısım Haçlılar (Normanlar ve sonra Katalanlar) daha sonraları iç ve batı Anadolu’da kalıp başka Haçlı devletleri oluşturmaya çalıştılar.

Haçlılarla mücadele

Alp Arslan, İmparator Romen Diyojen’i küçük düşürürken. Boccaccio’nun De Casibus Virorum Illustrium eserinin 15. yüzyılda resmedilmiş bir Fransız çevirisinden (yanda) 1. Dorileon Muharebesi, 1 Temmuz 1097 tarihinde Birinci Haçlı seferi’nin başlangıcında Eskişehir yakınlarında yaşandı (altta).

Haçlıların Anadolu’dan geç­mesini engelleyemedik ama yol üzerinde onlara büyük kayıp­lar verdirerek Doğu Akdeniz’de kalıcı olmalarını önledik. Bu­nunla birlikte, bu durum Bi­zans’ın harekete geçerek bazı bölgeleri geri almasına yol açtı ki, bu girişimleri durdurmak ancak onları 1176’daki Mirya­kefalon Muharebesi’nde hezi­mete uğratarak mümkün oldu. Doğu Anadolu’daki Malazgirt ve Batı Anadolu’daki Mirya­kefalon yenilgileri sonrasında gücü tükenen Bizans, bir daha Anadolu’ya büyük bir ordu gön­deremedi; faaliyetleri Marmara bölgesiyle sınırlı kaldı. Ne var ki Haçlıların yarattığı sıkıntılar henüz geçmeden, Doğu’dan çok daha büyük bir fırtına yaklaş­maktaydı.

Moğol istilaları

Moğol akınları Anadolu’yu bü­yük bir krize sokmuş, o sırada Babailerin isyanıyla uğraşan Selçuklular kötü bir yönetim sergilemişlerdir. Bir kısım gö­çerlerin toprağa bağlı vergi mükellefi olmaktan kaçmala­rı, içerdeki isyanların temelde­ki nedenleri arasındadır. Ayrıca Selçukluların, Moğolların he­defi olan Harezmlilerle ittifak yapacaklarına onlarla savaşma­ları, iki tarafı da kolay yem hali­ne getirmiştir.

İlk Moğol istilasını önlemek için hazırlanan Selçuklu Or­dusu, yerleşik hayata geçtikten sonra geleneksel savaş yete­neğini yitirmiş bir yönetimin liderliği altında varlık göste­remedi. Saray hayatı Selçuklu yönetimine hiç yaramamıştı. 1243’teki Kösedağ muharebe­sinde Selçuklu öncü kuvvet­lerinin bir kısmı imha olunca, geri kalan birlikler utanç verici bir şekilde dağıldı. Bunu izle­yen yarım yüzyılda Selçuklu­ların bakiyeleri İlhanlı valile­rin altında sürekli aşağılanır­ken, ahali de işgalcinin altında ezildi. Kısa vadede Anadolu’da Türk birliğini kuracak bir güç ortaya çıkmadı ve en büyük aday, hatta onların doğal varisi sayılan Karamanlılar da bunu başaracak kabiliyet ve yapıda değildi. Moğol zulmünün bü­yüklüğü Nasreddin Hoca fık­ralarına bile konu olmuştur. Bununla birlikte, Anadolu Türk birliğinin dağılması Osmanlıla­rın devlet kurmaları için uygun koşulları oluşturdu. Esaret al­tındaki Selçuklular 1300’lerin başlarında tarihten silinirken, aynı tsıralarda Osman Bey İz­nik’i tekrar alıyor ve Bizanslı­ları İzmit yakınlarında Koyun­hisar’ında yenilgiye uğratarak (1302) büyük yürüyüşüne ge­çiyordu.

Timur tehlikesi Timur’un esaret altında tuttuğu Yıldırım Bayezıd’ın resmedildiği tablo, Stanisław Chlebowski tarafından 1878’de yapılmış. Padişah, tutsak olarak ölmüştü (üstte). 15. yüzyıldaki Antakya kuşatmasını gösteren minyatür (altta).

Osmanlı dönemi

İlk Moğol istilasının sona er­mesi Anadolu’ya dirlik ve dü­zen getirmedi. Osmanlılar Ana­dolu’yu fethetmek için 200 yıl daha savaşacaklardı. Dördüncü padişah olan Yıldırım Bayezıd İstanbul’u kuşatmayı düşün­düğü sırada Timur felaketi ya­şandı. Ankara Muharebesi’nde yapılan stratejik ve taktik hata­lar sonunda esir düşen padişah tutsak olarak öldü. İlginçtir, bu muharebede de şehzadeler pa­dişahı bırakıp emirleri altında­ki birliklerle kaçmışlardı. Bu sırada bir kısım ahali önceki Moğol zulmünü hatırlayarak Rumeli’ye kaçmaya çalıştı; Ça­nakkale’de bekleyen Ceneviz gemileri karşıya geçmek iste­yenlerden fahiş paralar aldılar.

Ayaklanmalarla örülmüş tarihimiz İzmir sokaklarında bir Yeniçeri devriyesi, Alexandre-Gabriel Decamps.

Ne var ki Anadolu’da kurul­muş olan irili ufaklı 60 kadar Türk Beyliği, kendi bölgelerin­de belli bir düzen tesis ederek ahalinin ayakta kalmasını sağ­ladı. Bunların bazıları ileri­de Osmanlılara katılırken, en başta Selçukluların varisi ola­rak görülen Karamanoğulları olmak üzere bazıları da 16. yüz­yılın başlarına kadar direndiler. Osmanlılara defalarca boyun eğip her seferinde ilk fırsatta, özellikle de ordu Balkanlar’da savaşırken isyan ettiler. Ne var ki, o dönemde Anadolu hâlâ İpek Yolu’nun ucunda bir di­zi ticaret merkezine sahipti ve ayrıca Moğol istilaları Anado­lu’ya yeni bir Türk göçü dalgası getirmişti. Böylece Osmanlılar Fetret Devri’ni çabuk atlattı­lar ve Bayezıd’dan 50 yıl son­ra İstanbul’u aldılar. Ancak bu ara dönemde Osmanlı sultan­ları, örneğin en tipik olarak 2. Murad; bir yandan Avrupa’dan gelen Haçlılarla mücadele için Rumeli’ye diğer yandan isyan eden Türk beyliklerine müda­hale için Anadolu’ya at koştur­maktan bitap düşmüştü. Şu iyi bilinmelidir ki, Anadolu sürekli isyan ve içsavaşlarla örülü bir tarihe sahiptir. Her isyan sayı­sız ölüm, sürgün ve acı getir­mekteydi. Osmanlılar, beylikle­rin yanısıra güneydeki Mem­lûkleri de yenerek Anadolu’ya hakim olduklarında 16. yüzyılın büyük bunalımı başlamıştı.

Çok hazin bir şekilde öldürülen Genç Osman’ın cülus töreni.

16. yüzyıl: Büyük Kaçgun

Sözkonusu uzun kriz dönemi 2. Bayezıt ve özellikle Anado­lu’nun fethini tamamlayan Se­lim’in dönemlerinde kendini belli etmekle birlikte, esas ola­rak onuncu Padişah 1. Süley­man’ın devrinde gelişti ve to­runlarının döneminde patladı. Yani, aslında durum pek “muh­teşem” değildi. Sorunlar her ta­raftan geldi; hiçbir ülke bu ka­darıyla başaçıkamazdı.

Öncelikle Anadolu’da çok büyük bir nüfus artışı yaşandı. Artık artan nüfusu sevkedecek fetihler de yapılamıyordu; hat­ta Kıbrıs’a bu nedenle çıkıldığı söylenir. Şehirlere akan ancak işsiz kalan medrese talebele­ri suhte isyanlarını başlattılar ki, bunlar Celâlî adı verilen is­yanlarla birlikte yayılacaktı. Bu arada devlet merkez teşkilatı­nın yerleşmesine rağmen şeh­zadeler arasındaki taht savaşla­rı da kesilmedi. Ne var ki artık, tipik olarak Cem Sultan vaka­sında olduğu gibi, bürokrasinin uygun gördüğü şehzade tahta oturmaktaydı.

Esas felaket dönemi, 16. yüzyılın ikinci yarısında kurak­lık, veba, fare ve çekirge istila­ları ile aşırı soğuklar nedeniyle oluşan kıtlıkla başladı. 1564- 65, 1570-1, 1574, 1579 ve 1583- 5 yıllarında kuraklık ve açlık, o dönemde kendisini iyice hisse­tiren “küçük buz çağı” ile bir­likte ahaliyi büyük sıkıntıya soktu. Aynı dönemde, 1585’te, paranın değeri büyük ölçüde düşürüldü ve tahmin edile­bileceği gibi bunun ardından 1589’da o güne kadar görülen en büyük Yeniçeri isyanı baş­gösterdi. Devlet, Fatih’ten beri her zaman mali kriz içerisinde olup süreki olarak daha düşük değerde para basıyordu. İstan­bul’da ilk yağma, Fatih ölünce meydana geldi. Kapıkulları oğ­lu 2. Bayezıd’ı paranın değerini düşürmemesi koşuluyla tahta çıkardılar ama, bu daha son­ra sürekli bir uygulama hâline geldi. Tüm bunlarla birlikte 16. yüzyılda Safevilerin Anadolu’ya gönderdikleri kızıl börklü der­vişlerin isyan çıkarma girişim­leri, İran savaşlarıyla birlikte muazzam kaynak yuttu. Ana­dolu ahalisinin isyancılara ya­kın duran kısmı daha büyük bir baskı gördü. Kaldı ki, Tuna boy­larında ve Akdeniz’de yapılan seferler da gelir getirir olmak­tan çıkmış; uzaklaşan sınırlar­da kale garnizonları bulundu­rulması gereği ortaya çıkınca, her kış evine dönen tımarlı si­pahiler işlevini yitirmiş; pahalı profesyonel askerler ise hazi­neyi büsbütün tüketmişti.

Devlet içinde devlet kuranlar Kavalalı İbrahim Paşa gibi bazıları kendi devlet yönetimlerini kurarak Anadolu’da ilerlemişti.

Tüm bunların üzerine 1590’ın aşırı soğuk dalgası, er­tesi yıl kıtlık ve eşkıyalığı art­tırdı. Sonrasında Karayazıcı ile birlikte sürekli isyanlar dönemi başladı. 1590’lar, önemli bir dö­nüm noktasıdır. Ovalarda yaşa­yan ahalinin bir kısmı uzak dağ köylerine çekildi. Orada kısa bir süre kalıp çatışmaların so­na ermesini umuyorlardı ama bu fırsatı bulamadılar. Geçici olacağını düşünerek yerleştik­leri derme-çatma konutlardan dönemeyecekler ve uzun süren bir sefalete sürükleneceklerdi.

Bu olayların sonucunda Anadolu’da dirlik-düzenlik kal­madı. Ayrıca Osmanlıların 16. yüzyılda Doğu ticaretinden ge­len geliri büyük ölçüde yitirdik­lerini; İpek Yolu’nun önemini kaybetmesinden sonra Baharat Yolu’nun da Batı Avrupalıların eline geçtiğini; Osmanlı deniz­cilerinin Hint Okyanusu’ndaki girişimlerinin akamete uğra­dığını ve Akdeniz’de üstünlük mücadelesinde geri kaldıkları­nı; Batılıların sömürgelerden taşıdıkları altın, gümüş ve diğer mallar karşısında şaşırdıkları­nı, özellikle dokuma imalatında rekabet edemeyip atölyeleri ka­pattıklarıni görürüz.

Fransız İhtilali sonrasında ise milliyetçi cereyanlar İmparatorluğu tehdit etmeye başlamıştı

Tüm bunlara rağmen, artık Anadolu’nun kılcal damarla­rına kadar nüfuz edildiği için toplum ayakta kalmıştır. Kent­lere ve kasabalara yayılan iş­sizlerin bir kısmı eşkıyalara katılmış, bir kısmı da paşaların yanında paralı asker olarak işe alınmıştır; artık kısmetine göre neresi nasip olmuşsa. 17. yüz­yıl başında, Padişah 1. Ahmed (saltanatı 1603-1617) dönemin­de İstanbul’a gelen Batılılar, imparatorluğun yıkılmak üzere olduğu yorumunu yapıyorlar­dı. Nitekim ondan sonra tahta çıkan 1. Mustafa hapsedilmiş, yenine geçirilen 2. Osman öl­dürülmüş, 4. Murad zamanında bunalım sürmüş, 1. Ahmed’in en küçük oğlu İbrahim ise tahta çıktıktan sonra önce hapsedi­lip sonra devlet ricalinin kara­rıyla boğdurulmuştur. Osmanlı Devleti kendisini toparladı ama bu defa da Orta Avrupa’da yü­rütülen Uzun Savaş ile birlikte Rusların Karadeniz’e inmesi, Venedik savaşları ile birlikte 17. yüzyıla damgasını vurdu. Bu sı­rada Anadolu’da istikrarsızlık sürüyordu. Kapıkulları kont­rolden çıkmış, başarısız savaş­lar birbirini izlemiş, paranın değeri düşmüş, reaya toprağı terketmeye devam etmiş, Kapı­kulu askerlerinin sayısı artmış, isyancılar paşaların kellelerini almaya başlamışlardı.

Nasıl ayakta kaldık?

Anadolu Türk varlığının bu ka­dar olumsuz koşullara rağmen ayakta kalmasının iki önemli nedeni vardır. Birincisi Türk­lerin Anadolu’da kesin nüfus çoğunluğuna sahip olmasıdır. Aynı çoğunluğa sahip olama­dıkları, coğrafyanın en ince da­marlarına kadar yerleşmedik­leri Balkanlar’da durum farklı oldu.

İkincisi örgütlenme yete­neğidir. Selçuklular çökün­ce kentlerde ahiler, fütuvvet örgütleri, bölgelerde Anado­lu Beylikleri çerçevesinde ör­gütlenerek güç oluşturdular. Osmanlılar çökünce de hem Müdafayı Hukuk cemiyetleri liderliğinde yerel millî kongre iktidarları oluşturdular hem de merkezî devlet idaresini Ana­dolu’ya taşıyabildiler. Bunlar büyük olaylardır. Temelinde ahalinin beka sorunun farkında olması ve Osmanlıların Türk tarihinde ilk defa kalıcı bir dev­let geleneği yaratması vardır. Daha önce Asya coğrafyasında kurduğumuz çok sayıda devle­tin hepsi kısa sürede çökmüş­tü; çünkü veraset kanunu ol­madığı için her tahta çıkış bir içsavaşa yol açıyordu. Osmanlı sisteminin önemi, merkezî bir devlet bürokrasisi yaratmasıdır ki, çoğu zaman veraset işini de bu bürokrasi kararlaştırıp çöz­müştür. Bürokrasinin örgütlü­lüğü devletin hem zaafı hem de gücüdür; buna hem lanet hem lütüf diyenler de olmuştur. Bü­rokrasi, varlığının tek teminatı olan devleti ne yapıp edip ayak­ta tutmuş, sonunda cumhuriye­ti de onlar kurmuştur.

Balkanlarda mağlubiyet Devletin memur ve subaylarına bile düzenli maaş veremediği 20. yüzyılda Balkan Savaşı hezimetiyle Rumeli yitirilmişti.

Öte yandan bürokrasi­nin her reformu yarım yama­lak olmuş, ülkeyi imar etmeyi nadiren hedef hâline getirmiş, görevliler genelde başını der­de sokmadan yeni tayin bek­lemiştir. Devlet de yöneticiler (paşalar, kadılar, valiler), yerel nüfuzlular ile sıkı bağ kurup sömürü çarkına fazla kapılma­sınlar diye sık sık memurların yerini değiştirmiştir. Tabii bu durum adaletsiz çarkı durdur­mamıştır. “Tayin geleneği” gü­nümüzde hâlâ devam etmek­tedir.

Diğer bir faktör de ilk 10 pa­dişahımızın Tuna’dan Basra’ya kadar uzanan büyük bir toprak sermayesi oluşturmasıdır. Böy­lece, çoğu zaman zar zor da ol­sa her krizle başa çıkabilecek yedek kaynaklar oluşturulabil­miştir. Osmanlı Devleti merke­zileştiğinde, Avrupa’da sade­ce İngiltere ve Fransa merkezî monarşi yolunda adım atmak­taydı ve doğal sınırlarını henüz fethedememişlerdi. Toprak sermayesi imparatorluğun son yılına kadar parça parça elden çıkarılarak kullanıldı, sonun­da tükendi; hatta Misak-ı Milli sınırlarından da taviz verilmek zorunda kalındı. Ancak tüm bu büyük mücadeleyi sonuna erdi­ren, eksiklikleriyle de olsa top­lumu ayakta tutan tüm kurum­ları oluşturan, okulları, has­taneleri açan gücün devletin merkez teşkilatı olduğu daima hatırda tutulmalıdır.

19. yüzyıl: Bitmeyen çile

İlber Ortaylı 19. yüzyılı “İm­paratorluğun en uzun yüzyı­lı” olarak nitelemiştir. Sayısız gaile imparatorluğun üzerine çökmüş, krizler biribirini izle­miştir. İyi padişahımız 3. Selim öldürülmüş; Rus savaşları sü­reki kaynak tüketmiş; İngiliz ve Fransızlar da savaşların gidişa­tına göre işgalci veya müttefik olarak topraklarımızı karıştır­mış; buna Büyük İhtilal (1789) sonrasında artan milliyetçi ce­reyanların faaliyetleri eklen­miştir.

Diğer yandan ayanlar ye­rel iktidarlarının tanınmasını istemiş, Kavalalı gibi bazıları kendi devlet yönetimlerini ku­rarak Anadolu’da ilerlemiştir. Rumeli âyanları devlet içinde devlet hâline gelmiş, Anado­lu’da da bazı yerel nüfuzlular güç kazanmıştır. Yeniçeriliğin kaldırılmasından sonra dev­let bir süre derme-çatma ve işe yaramaz bir orduyla başbaşa kalmış; bu ordu benzeri güruh, örneğin Nizip Muharebesi’nde kimi zaman daha düşmanı gör­meden dağılmış; donanma ise komutanı tarafından kaçırıla­rak İskenderiye’de Kavalalı’ya teslim edilmiş, ancak İngiliz­lerin aracılığıyla 2 yıl sonra İs­tanbul’a dönebilmiştir.

2. Mahmud Sened-i İttfak’ı yokederek âyanların gücünü kırmaya büyük önem vermiş yeni ordu ve kurumlar oluştu­rarak devleti yeniden toparla­mayı amaçlamış; onu izleyen Abdülmecid döneminde iste­nilen reformlar güdük kalmış; Abdülaziz darbeyle iktidardan düşürülmüş; Kırım Savaşı ile başlayan dış borçlanma devlet gelirlerine yabancıların elkoy­duğu Düyun-u Umumi utan­cıyla sonuçlanmıştır. Yüzyılın sonunda, devletin memur ve subaylarına bile düzenli maaş verilememiş, ordu reformu ta­mamlanamamıştı. İşte Osman­lı toplum bu şekilde 20. yüzyıla girmiş ve Balkan Savaşı hezi­metiyle Rumeli’yi yitirmiştir ki, bu coğrafyanın kimi yerleri -örneğin Rodoplar- bizim için Ankara veya Kastamonu kadar Türk vatanıydı. Her halükarda Osmanlı hanedanı yokolmaya mahkumdu; çünkü 1918’de sa­dece onlar değil, Romanovlar, Habsburglar ve Hohenzoller­nler de tarihe karıştı. Ancak 1. Dünya Savaşı sonrasında Mer­kezî İttifak’a dayatılan parça­layıcı antlaşmaları ilk yırtan, Sevr’in yerine Lozan’ı koyan Türkiye oldu.

Nizip Savaşı sırasında Hafız Osman Paşa ve Alman müşavir ve Osmanlı topçularının komutanı Prusyalı Helmuth von Moltke.

Osmanlı Devleti Türkle­re huzurlu bir hayat sunma­dı; ama en uzun ömürlü Türk devletini oluşturarak nüfusun Anadolu’da yoğunlaşmasını ve örgütlenmesini sağladı. Bir dö­nem, dünyadaki tek bağımsız Türk devleti bizdik. Bu arada, imparatorluğun tüm tarihi bo­yunca Asya’dan bazen az bazen az bazen çok, ama sürekli göç­ler geldi. Bu göçler her dönem­de taze kan getirdi ki, bunlar, imparatorluğun felaketli son günlerinde çok kritik bir insan­gücü sağlamıştır.

Selçuklular bir geçiş döne­miydi ve Türkleri kritik böl­gelere yerleştirdiler. Anado­lu Beylikleri, kriz döneminde Türk varlığına çatı oluşturdu­lar. Osmanlılar uzun ömür­lü ilk Türk devletini kurarak sıkıntılı da olsa cumhuriye­te yetecek bir insan ve toprak sermayesini korudular. Bu top­raklar tarih boyunca istikrar­sızlık üretti. Bizans zamanında da benzer sorunlar vardı. Ana­dolu, İstanbul’dan müdahale eden merkezî bürokrasi ile ye­rel nüfuzlular arasında sıkışıp dururdu. Osmanlılar da benzer sorunlarla karşı karşıya kaldı­lar. 19. yüzyılda yerel nüfüzlu­lar merkezî otoriteye kafa tuta­cak güce eriştiler ama, sonra­sında sisteme entegre oldular. 1911-22 savaşlarından sonra nüfus daha homojen hâle geldi ve dünya tarihinde eşi görül­memiş bir oranla 100 yılda yedi kat artış gösterdi. Günümüzde bunun sosyal ve siyasal sonuç­ları ile boğuşuluyor; bu nüfus, dinamizmini yeni kanallara ak­tarmanın yollarını yaratıyor. Müthiş maceramız sürüyor.