Selçuklu ve Osmanlıların 19. yüzyıla kadar süren döneminde sağlık ve eğitim hizmetleri kamusal kurumlara bağlı olarak verilmiyordu. Bu dönemlerde adlarına bakılarak hastaneydi denilen kurumlar, vakıflara bağlı özel kuruluşlardı. Oysa Osmanlı Sarayı’nda 15. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar başta padişah, saray halkı için bir sağlık örgütü vardı. Bu durum “gavur padişah” olarak da anılan Sultan 2. Mahmud’un (salt. 1808-1839) halk için sağlık ve eğitim hizmetlerini kamu görevi olarak gündeme getirmesine kadar sürecekti.
Sağlık kültürümüzde, din/ inanç kültürümüze koşut, yüzlerce yıllık bir süreklilikten veya örgütlülükten söz edilemez. Söz gelişi 14- 19. yüzyıllar arasındaki 5 asırda, Osmanlı taşralarında sağlıkla ilgili kamusal bir kurum, örgüt ve görevli yoktu. Aynı süreçte bir yokluk ve boşluk da eğitim-öğretim alanındaydı. Bu gerçeğe itiraz edip “Hastane de doktor da mektep-muallim de vardı” diyecek olanlar kaynak ve belgeler bulmalılar. İstanbul’da ve taşrada Şeyhülislâmlık’a bağlı, İslâm dini ve kültürünü öğreten Arapça programlı vakıf medreseleri çok; eğitim için mektep-muallim, sağlık için tabip, sağlık yurdu yoktu.
Bu “yoktu” savım, yarı yüzyıldan beri eğitim tarihi, bir o kadar da –1228 tarihli Divriği Darüşşifası için– tıp/hekimlik tarihi, ayrıca Osmanlı tarihi üzerine yaptığım çalışmalara dayanıyor. Anadolu’da Selçuklu ve Beylikler dönemlerinde yapılan, adlarına bakılarak hastaneydi denen kuruluşlar, vakıf sistemiyle işleyen özel kurumlardı. Bunlar, vakıf senetlerindeki bakım, sağaltım, koruma, tecrit hizmetlerini kamu ödeneğiyle değil vakıf gelirleriyle karşılamaktaydı.
Sağlık ve eğitim alanlarında bir yükümlülük üstlenmeyen devlet, topladığı türlü çeşitli vergilerle sarayın, merkezî yönetimin, ordu ve donanmanın giderlerini karşılar; kimi vergilerle timar, çiftlik gelirlerini, mukataa ve malikaneleri de yerel yöneticilere bırakırdı. Bu kalemlerden sağlığa ve eğitime bir pay/ödenek ayırmak sözkonusu değildi. İl ve sancak kadılarının sicil defterlerine yazdıkları “avarız” denen harcama kayıtlarında sağlığa, tedaviye, gezgin hekimlere dönük bir harcama kaydına da acaba rastlanmış mıdır?
Doğal ki kentlerde ve kimi beldelerinde usta-çırak geleneğiyle deneyim kazanmış; kitaplar okuyarak hekimlik, cerrahlık muallimlik yapanlar, bunlar arasında üne kavuşanlar veya vakıf kuruluşlarında hizmet verenler de vardı. Selçuklu ve Beylikler dönemi hanedan bireylerinden sağlık yurtları, medrese ve mektep yaptırıp hekim, tabip cerrah, müderris, muallim, hoca görevlendirenler olduğu gibi Osmanlı Hanedanı’ndan yönetici ailelerden de aynı geleneğe uyarak hastane, mektep, medrese yaptıran, hekim hoca görevlendirenler de saptanıyor. Sultan veya yakınlarının, varlıklı kişilerin bir medrese, mektep, hastane kurduklarında, bu kurumların işlevini “kıyamete değin” sürdürmesini sağlayacak güvenceli bir gelir kaynağı vakfetmeleri de gerekiyordu.
Hekim/tabip doktor, cerrah/operatör okulu yoktu. Bu meslekler, –sanat ve zenaat gibi– ustadan çırağa, babadan oğula aktarımlar, yeni deneyimlerle sürdürülürdü. Bunların günümüzdeki alt temsilcileri sünnetçiler, yerli ebeler, kırıkçı-çıkıkçılardır.
“Hekim”lerin farkı veya ayrıcalığı, tıp-ilaç bilgi ve deneyimi dışında sosyoloji, psikoloji, insan bilimi (deontoloji) bilmeleri, medresede okumuş, kitabî donanımlı bilgeler olmalarıydı. Bunlar, çağdaşları din ulemasının önde gelenleri olarak, saraylara kadar her çevreden ve inanç topluluğundan saygın gören seçkinlerdi.
Örneğin, 15. yüzyıl şairlerinden Kütahyalı Şeyhî böyle bir hekimdi. Bir sefer dönüşü Ankara’da rahatsızlanan Çelebi Mehmed (salt. 1413-1421), tedavisi için Germiyanoğlu Yakub Bey’den onu istemiş; o da Mevlâna Sinan’ı, yani şair Şeyhî’yi, hekim kimliğiyle Osmanlı hükümdarını tedavi etmesi için göndermişti. Görevini yapan “Hekim Sinan”, Kütahya’ya dönüşünde eşkıya tuzağına düşerek soyulmuş. Bu serüvenini de Şair Şeyhî kimliğiyle Harnâme adlı uzun manzumesinde anlatmıştır ki bu mesnevi Divan edebiyatımızın klasiklerindendir.
Çelebi Mehmed’in torunu, İstanbul’da medreseler ve bir de darüşşifa yaptıran Fatih, vakfiyesinde, bu kurumlarında her bilimin öğretilmesini, Darüşşifa’da da din-toplum ayrımı yapılmadan herkesin tedavi edilmesini öngörmüştü. Belirtelim ki bu darüşşifa bir devlet kuruluşu değil, vakıftı. Fatih, Amasyalı Sabuncuzâde Şerefeddin’in Cerrahiyetü’l-İlhaniye adlı tıp kitabını –darüşşifada yararlanılmak üzere– Türkçeye çevirttiği gibi İslâm dünyasından kimi tabipleri de İstanbul’a getirtmişti. Tarihçiler, Fatih’in Gebze’de Tekür Çayırı’ndaki hastalığını ve ölümünü anlatırlarken, tabip Lacopo’nun (Yakup), hekim Lâri ve Acem Hamideddin’in yanlış tedavilerinden, suikast amaçlı bir zehirlemeden de söz ederler.
Eski devlet yapısında halkın sağlığı için bir örgüt ve görevliler yoktu ama hükümdarların kendi sağlıkları, saray halkının da sağlığı ve eğitimi için önlemler aldıkları saptanıyor. Örneğin Osmanlı Sarayı’nda ulemadan bir hekimbaşı, müderrislerden de bir muallim-i Şehriyâri görevlendirirlerdi. Saray haremağalarının başkanı olan Darüssaade ağası, harem dairesindeki şehzadegân mektebine dışarıdan muallimler getirterek hanedan çocuklarının okuma-yazma, din-ibadet öğrenmelerini sağlardı. Sarayın Enderun koğuşlarındaki iç oğlanları da oda ustalarından, dışarıdan gelen sanatçı ve üstatlardan bilim, beceri, spor, saz ve söz öğrenirlerdi.
Osmanlı Sarayı’nda (Topkapı) 15. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar başta padişah, saray halkı için Darüssade Ağası’nın yardımcısı Başlala’nın yönettiği bir sağlık örgütü vardı. Makamı, saraydaki Başlala Kulesi’ydi. Burada, Hekimbaşı’na buyruklar verir, o da ilaç bilgisi olan Kiler Koğuşu iç oğlanlarına, kule ve kiler dolaplarındaki şurup, losyon, macun, merhem, şarap, hap vs.den padişah, harem kadınları ve saray halkı için deva/ilaç, gargara, mai, tiryak, müsekkinler hazırlatır, bu çalışmalarda tıp kitaplarına da başvurulurdu. Önemli bir hastalık sözkonusu olduğunda ise İstanbul’daki Rum, Ermeni, Yahudi Türk hekimler çağrılırdı.
Alay Meydanı’nda da Tımarhane de denen bir hastalar odası (revir) vardı. Hastalanan iç oğlanları başlarına mendil sararak o günün ambulansı denebilir, kırmızı örtülü hasta arabası ile buraya getirilip tedavi için tımarhane sorumlusu harem ağasına teslim edilirlerdi. Hünernâme’de bu sahneyi gösteren minyatür önemli bir görseldir.
19. yüzyılın ilk yılları, Osmanlı Devleti’nde ordudan başlayarak sağlığı ve eğitimi kamusal hizmet öngören yeni bir dönemin başlangıcı; Sultan 2. Mahmud (salt. 1808-1839) da bu evrenin, yani Batı uygarlığına yönelişin öncüsü padişahtır. Bu nedenle yenilik karşıtları ona “Gâvur Padişah” demişlerdi. Sonraki aşamalarda –Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde medreselere dokunulmadan önce–, öğretim dili Fransızca askerî; daha sonra Fransızca ve Osmanlı Türkçesi öğretimli askerî ve mülki (sivil) tıp mektepleri de açıldı.
Demek oluyor ki Türkiye’de ordudan başlanarak halk için sağlık ve eğitim hizmetlerinin kamu görevi olarak gündeme gelişi, 1820’lerdedir. Bu açıdan 1826’da İstanbul’da Tabhâne-i Âmire ve Cerrahhâne-i Ma’mure adlı tıp mektebinin açılışı bir ilk sayılabilir. Türkiye’de tıp öğretimi ve hekimliği açısından, 1820-1920 arası ve devamı olan Cumhuriyet dönemi, çağdaş tıp tarihimizin aşamalarını kapsar.
Bu gelişmelerle ilgili pek çok bilimsel çalışma ve yayınlar yapılmıştır. Bunlardan, Cumhuriyet öncesi Türk hekimliği için başvurulacak bir kaynak, Dr. Adnan Adıvar’ın (ö.1955) Osmanlı Türklerinde İlim adlı eseridir.
Nakkaş Osman’ın
Hünername adlı minyatür
albümünde üzerinde “hasta
odası” yazan saraya özel
revir, 16. yüzyıl.
Eğitim ve sağlığa, bu iki yaşamsal alana olumsuz bakanlara gelince bunlar günümüzde de vardır: Doktor yerine “nefesi keskin üfürükçü ararlar. Çocuklarına da okulda değil, gizli-saklı ortamlarda salt dinî öğretiler verilmesini sevap sayarlar. Sonuçta 21. yüzyılda bile okula ve hastaneye ulusal/toplumsal yöneliş ve değer veriş henüz sağlanabilmiş değildir. Hastasını iyi edemeyen doktoru döven, hatta öldüren varken; okuyup üfleyerek iyi edemediği hatta yaşamını söndürdüğü bireylerin yakınlarından üfürükçü döven acaba görülmüş müdür?
KEYKÂVUS’UN KABUSNAME’SİNDEN
Hastayı görmeden ilaç yazmak düşte görmek gibidir
1082’de Kûhistan sultanı Keykavus bin İskender tarafından Farsça olarak kaleme alınan Kabusname’de vücudun oluştuğu onlarca madde ve bunların azlığının, çokluğunun, eksikliğinin neden olduğu sayruluklar (hastalıklar) ayrıntılı biçimde anlatılır. Ayrıca yenilmesi, kesilmesi gereken gıdalar da tıbbın alanı içinde, ilaç olarak incelenir. İlaç yaparken hastayı görmenin, güleryüzlü, tatlı sözlü olmanın öneminden bahsedilir.
“Ey Oğul eğer tabip olursan bilesin, tıp iki kısımdır: Biri ilmî, biri amelî. Bedenin dikçe duruşu akıl ve kan iledir. Akıl yoksa beden yıkılır. İkincisi kandır. Vücut kanla canlıdır. İnsan dört maddedendir: Od (enerji), toprak (ürün), yel (hava), su. Bunlardan oluşan vücutta, 9 madde olup bunlardan dördü kan, safra (salgı), sevda (psikoloji) ve balgamdır. Sonra azalar (organlar) gelir: Kalp, ciğer, dil ve dimağ. Bunlarda olan azlık, çokluk, eksiklik hastalıklara neden olur.”
“İlmî ve amelî tıp ilmini Calinus şerh etmiş ki Sitte-i Aşere-i Calinûsî (Calinus’un 16 makaleden oluşun eseri) tıbbın ilk kaynağıdır. Rây’-ı Bukrat (Hipokrates) ve Eflâtun denen bir kitap vardır. Bunu da Calinus açımlamıştır.
Eğer tıp ilminde mahir olmak istersen Kevn-ü Fesad, Semâü’l-Âlem, Nefs Kitabı, His ve Mahsus Kitabı, bunun şerhi Kitâbü’l-Hayavan’ı, Aksam-ı Emraz Şerhi’ni ve Sitte-i Aşere’nin diğer kitaplarını okumalısın.
Bir hastanın üzerine varıp ilaç etmek istersen önce neler yediğini sor. Çünkü çocuk, yiğit veya ihtiyar olanların yemesi aynı değildir. Çünkü gıda demek ilaç demektir. Bu iki türlüdür: Biri yedirmek ve içirmekle diğeri, yemesini içmesini kesmekledir.
Hıfzıssıhha (sağlığı korumak) da Sitte-i Aşere kitabının “Assıhha” bölümündedir. İlaçları buradan yaz. Karında olan marazlara “İlel ve’l- âraz” derler. Bu arazlara çare için Bukrat’ın Mâü’ş-şair (Hipograt’ın Arapçaya çevrilmiş bir yapıtı) kitabını oku.
Mualiç (:ilaççı, eczacı) olacak kişinin bimarhanede çok hizmet etmesi ve her marazın adını bilmesi gerekir. Adını bilmediği hastalığa ilaç yapmak cahil işidir. Sonra kitapta okumak da yetmez, hastayı görmek gerekir. Hastayı görmeden kitaptan ilaç yazmak düşte görmek gibidir. Bukrat’ın Vasiyetnâmesi’ni okumak gerek. İlaç yazmakta hasta sana emanettir. İlaç bilmezlik edersen hastayı sen öldürmüş olursun.
Ondan sonra gerektir ki tabibin inancı, temiz donu (giysileri) da temiz ve arı ola. Daima misk ve gülsuyu ve hoş koku sürüne. Sonra hasta yanına vardığında gökçek (güleç) yüz gösterip tatlı konuşa. Hastanın yüreğini sıkacak söz söylemeye…
(Keykâvus, Kabusname, Farsçadan çev. Mercimek Ahmed (14. yy), yayına hzl. Orhan Şaik Gökyay, 3. Basılış İstanbul, MEB 1974, 33. Bab, s. 233-245’ten alıntı.)
1BELGE
Gayrimüslimin ata binmesi yasak ancak hekim bundan muaftı
Gayrimüslim Osmanlı tebaasının Müslümanlara özgü birçok haktan faydalanamadığı dönemde, 1772’de, Yahudi Hekim Kemal, 30 yıl boyunca devam ettiği hekimlik mesleğinin itibarı sayesinde, Sultan 3. Mustafa’nın fermanıyla ata binme ayrıcalığına kavuşur.
Tanzimat Dönemi öncesi Osmanlı asırlarında gayrimüslim Osmanlı tebaasının Müslümanlarla eşitliği söz konusu değildi. Müslüman kıyafetine bürünemezler, sarı mest-pabuç giyemez, silah taşıyıp ata binemezlerdi. Hatta bir kaldırımda Müslüman ile gayrimüslim karşı karşıya gelirse gayrimüslimin kaldırımdan aşağı inip Müslüman’a yol vermesi gerekirdi. İşte bu gibi ayrımcılığa tabi hareketler, gayrimüslimlerin tercüman, tüccar, hekim sınıfından meslek erbabı bazılarına verilen divan tezkiresi ile ortadan kalkar, izin verilenler de Müslümanlar gibi sarı mest-pabuç giyebilir, ata binebilirdi.
Avrupa’da 12 yıl tıp tahsilinden sonra vatanı olan İstanbul’a gelip 30 yıl boyunca Müslüman ulema ve rical-i devletin hizmetinde yaya olarak doktorluk mesleğini icra eden Yahudi Hekim Kemal, artık yaşlandığından ötürü hastalarına yaya olarak gidemediğinden kendisine Müslümanlar gibi ata binme izni verilmesi için arzuhal sunar. Ser-Etibba-i Hassa (Padişahın başhekimi) Mevlana Mehmed Emin Efendi’nin, mesleğinde maharetli ve şöhretli biri olmasından ayrıca Müslüman hastalara yararı olduğundan dolayı aynı Müslümanlar gibi Yahudi Hekim Kemal’in ata binebilmesine dair ilam vermesi üzerine izin verilir ve kimsenin Yahudi Hekim Kemal’e müdahale etmemesi, engel olmaması için de bu ferman İstanbul Kadısı Seyyid İbrahim Efendi’ye Sultan 3. Mustafa tarafından Mayıs 1772’de verilir. (BOA.C.SH. 25/1205)
Sinan Çuluk