Her ne kadar aralarında dil ve din gibi güçlü kültürel bağlar olsa da, Türklerin Müslüman olma süreci sancılıdır. Bu mesele sonradan yumuşatılmış, okul kitaplarında dahi revizyonlara gidilmiştir. Ortadoğu’nun yakın coğrafyalarındaki iki büyük medeniyet mensuplarının tarih algısı ve gerçekler.
Konu “Arap dünyası” olunca, yazı boyutu ve kaynaklar konusunda kalem duraksar. Asya kıtasında Hint Okyanusu ile Afrika’nın da kucakladığı bu büyük yarımada için öncelikleri belirlemek zordur. En kolay tanım “büyük bir çöldür” demektir! Gerçekten kıyı kesimleri dışında yarımada, fizikî haritalarda çöl gösterilir. Coğrafya okumaları da iç bölgelerin “boş ve ıssız” çöl (rub’ul-hâli) olduğunu gösterir. Öyleyken, Yarımada’daki çöller, dağlar, kayaçlar, vahalar, bin yıllardan beri Arapların, onlarla soydaşlıkları olan Sâmi kavimlerin vatanıdır.
Yarımada’daki bitmez tükenmez petrol yatakları, çöl yoksulu göçebe Bedevîlere bile yeni dünya zenginleri olma yolunu açmıştır ama bu sınıf atlama kandırmacası bir 20. yüzyıl oyunu; Arabistan çölleri de -şimdilik- dünyanın en değerli topraklarıdır. “Ya altındaki kara zift/balçık deryaları bitince?” sorusu içinse zaman erkendir.
Yarımada’nın mümbit kıyı ülkelerine gelince… Güneydoğuda Basra körfezi ve Umman Denizi’ne açık Kuveyt, Lahsa, Maskat; güneyde Hint Denizi’ne bakan Umman ve Hadramut; güneybatıda Kızıldeniz’in doğu yakasındaki Yemen ve Asir. Karasal kuzey, Şam/Suriye, Filistin/Arz-ı Mevud topraklarıdır. Sayılan bu bölgeler, nüfus yoğunluklu, “hayat var” dedirten, uygarlık ve kültür zenginlikleri de olan bitek ve beşerî asıl Arabistan’dır.
İç bölgeler, hâlâ keşfedilmemiş, Ay yüzeyini hatırlatan, insan gölgesi düşmemiş uçsuz bucaksız kesimleri olan: Nüfud, Necid, Dehnâ… Arabistan’ın dörtte üçünü oluşturan çöl ummanları, hayat kaynakları da Arap ozanlarının cennet benzetmesiyle övdükleri; yüzeye çıkan su birikintilerinde yeşeren vahalar; vaha olmayan yerlerde göçebe yaşam ve yolculuklar için can suyu; 70 metreye kadar derinlikleri olan kuyulardı. Bunların en ünlüsü, Mekke’de Kâbe’yi de Kâbe yapan kutsal Zemzem Kuyusu’dur.
Arap kimliği
İklimi elverişli ve bitek, üç taraflı kıyı Arabistan’ı, Arapların ve akraba Sâmi toplulukların dillerini ve kültürlerini geliştirdikleri yerlerdir. Geleneksel anlatılara ve ana kaynak Tevrat’a göre Araplar, Peygamber İbrahim’in oğlu İsmail’in soyundan; diğer teze göre Ad, Semud, Amalike soylularmış.
Asir, Yemen, Sabâ, Kataban, Main ülkelerinde gelişen Arap kültürlerinin MÖ evreleri için Asur, Bâbil, Mısır, Filistin Yunan kaynaklarına, kaya yazıtlarına, sikkelere göndermeler önemlidir. MÖ 1000-800 döneminde Yemen ve Main’de hüküm süren öncül-ardıl 20 melikten de sözedilir. MÖ 700-500 döneminde Sabâ Melikliği daha öndeydi dense de bir kaynak yoktur. Main yönetiminin Hadramut’taki Kataban ve Sabalılarla ilişkileri bozulunca MÖ 700’lere doğru yenik düştüğü; Sabâ’nın başkenti San’a’nın 100 km doğusundaki Ma’rib kentinin, hayat kaynağı baraj yıkılınca söndüğü; bunun üzerine Sabâ Devleti ve San’a kentinin parladığı sanılıyor ki Kur’an’da Sebe Suresi’nde bu baraj yıkılışına gönderme vardır.
Sabâ Melikesi Belkıs’ın -Hz. İbrahim oğlu İshak’ın soyundan Yahudi hükümdarı/ Musevi peygamberi- Hz. Süleyman’la aşkı; Zümrüdüanka kuşunun omuzladığı Belkıs’ı, San’a’dan Kudüs’e Süleyman’ın önüne getirdiği (!) efsanesi platonik değil de diplomatik bakışla ciddiye alınırsa bir Arap/ Sâmî birliği girişimi de olabilir! Bu masal, Arap Yarımadası’nın büyük efsanesidir; Arap melikesi ile Yahudi peygamber-kralının aşk öyküsü, Arabistan’ın masalsı tarih anlatıları arasında ilk sıradadır. Tanrılık kuruntusuna kapılan müşrik meliklerin kurdurdukları cennet öykünmesi, hayal ötesi asma bahçeler, Bağ-ı İrem betimlemeleri ise Arap anlatıları kadar din öğretileridir de.
Eski inançlar
Hz. Muhammed; İslâmiyet öncesi milât yüzyıllarında Arabistan’da Habeş istilası; Hire, Himyeri, Gassan ve daha bir dizi meliklerin zulümleri, merhametleri, muharebeleri; Sâsâni işgali ve bunun gibi tarih aktarımlarına koşut, ciltler dolduran “Kısas-ı Enbiya” öyküleri de vardır. Bu kıssalarla Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e tüm peygamberler, Arabistan’ın yerlileri Sâmi ve Arap toplumları uyarmışlardır. Söylenceler, bu nebi ve resuller sayısını 128 bin (!) verirken Kur’an’da 25/28’inin adı geçer. “Kısas-ı Enbiya”lardaki “peygamber aleyhisselâm” sayıları da, şüphesiz kimilerinin 1.000, 700, 400, 300… yıl yaşadıkları gibi inandırıcı değildir.
Arabistan’ın bugünkü toplumlarının atalarına gelince… Özbeöz yerli Araplar, kabileler hâlinde bir şeyhin-seyyidin buyruğunda ve çadırlarda yaşayan göçebelerdi. Bugün de uçsuz bucaksız çöllerde serazat kabileler vardır. Bu çadır toplulukları, çöl koşullarında üç-beş öteberileri, deve ve öteki hayvanlarıyla bir vahadan, kuyu başından, hurmalıktan ötekine; takvimsiz-iletişimsiz; onlara göre “tarih” demek olan sülale ezberlerini, şiir ve öyküleri arı duru Arapçalarıyla yineleyerek; çadırda doğmak, çadırda ölmek, kısa-uzun ömürlerini çöl denen kum dünyasında noktalamak yazgısını paylaşır. Bedevi geleneğinde ev ve mezar olmaması ilginçtir. Bugün bile, ölen Suudî Melikleri çöle gömülür ve yeri unutulur.
Mehtaptaki eğlencelerle mutlu olmak, zamanı, tarihsiz takvimsiz-saatsiz yaşamak da bir Bedevî saltanatı olmalı. Gündüzleri güneşin patlattığı hararetten gölgeliklere kaçarak uyuyan Araplar, gece olunca serinleyen çölde ay ışığında ibadet eder, sazlı sözlü eğlenirler, yarışırlar, geleneksel Arap klasiklerini saatlerce anlatır, dinlerlermiş.
Çöller ülkesinde kent-köy kurmayarak oradan şuraya kıt su kaynaklarıyla yetinerek göçebe yaşam süren Bedevîler, başlangıçtan beri “ecdat”, yani “kök” Araplardı. Günümüz Arabistan araştırmacıları, Bedevîlerin İslâmiyet öncesi-sonrası Ay-Güneş inançları, Arap Tanrılarının adlarını veren belgeler üzerinde çalışır. Bedevî’si, medenisi tüm Araplar, İslâmiyet’ten önce, Sin’e (Ay), İştar’a (Zühre/Çoban Yıldızı/Venüs), başka yıldızlara ve Şems’e (Güneş) taparlardı. Hicaz bölgesi ve merkezi Mekke’de, batı ve kuzeybatı bölgelerde Lât, Uzza ve daha birçok Tanrı’ya ve Ölüm Tanrısı Menat’a inanılırdı. Yesrib (Medine), Suriye ve Filistin’de Musevilik ve Hıristiyanlık da vardı.
Arapçanın önemi
Bugün de Arap toplumlarının ortak anadili, ses ve söz serveti, övünç kaynağı, Arapçadır. Bu özgün dil, Arabistan tarihinin en kapalı-karanlık dönemlerde, Yarımada’nın güneybatı köşesindeki Yemen-Asir ortamında doğup gelişmiştir. Kur’an ve İslâm öğretisiyle evrensel değer ve kutsallık da kazanarak Arabistan dışında Asya’ya, Afrika’ya, İspanya’ya kadar yayılmış, kimi ülkelerde ortak dil olmuştur. Eski dünya dilleri ve günümüz dilleri arasında da kuralları, şiirselliği, anlam zenginliğiyle ilk sırada veya ilk sıralardadır.
Yemen-Hicaz’da “Muallakat/Yedi Askı” şairlerinin dizelerinde; sonra Hz. Muhammed’in insanlığa tebliğ ettiği Kur’an-ı Kerim’deki ilâhi buyruklarında; klasikleşmiş Arapçanın tılsımlı sesleri Tanrı buyruklarının imana dönüşmesini kolaylaştırmıştır (Kur’an’dan önce de Davud’lar, Musa’lar, İsa’lar da Davud’un mizmarlarındaki ses cazibelerini seçmişlerdi).
Dilin bu üstünlüğüne karşın, Yemen’de, Hadramut’ta, Lahsa’da, Hicaz’da, Baalbek’de, Şam’da görülen sanat ve mimarlık izleri, aynı düzeyde heyecan uyandıran, hayal kurdurabilir zenginlikte değildir. Buna koşut Arap kültüründeki ayş-ü tarâb, bağ bahçe/has bahçe, saray gelenekleri için de komşu İran’la kıyaslanacak düzeyde bir geçmişten ve kültürden sözedilemez. Arabistan’ın çok uzağında ve geç bir dönemde, İspanya’da gelişen Endülüs Emevi-Arap uygarlığı (9.- 14. yüzyıllar) İşbiliye, Alkazar, Tuleytule, Kurtuba şaheserleri ise birer istisnadır.
Türklerin Müslümanlığı
Bir zamanlar Batı’da İspanya’dan, doğuda İran’ı da aşıp Çin sınırlarına kadar bir Arap-İslâm egemenliği kuran Emevi-Abbasi halifeleri; Tanrı sözü Kur’an’ın Arapça olması nedeniyle bir İslâm coğrafyası ve bir İslâmiyet öğretisi amaçlamışlar; bu dili din, bilim, eğitim, kültür dili ve ortak dil yapmayı yani ümmetçiliği öngörmüşlerdi. “Müslüman olan, Kur’an dilini de öğrenmelidir” koşulu günümüzde bile ütopya değil bir “dava”dır. Halk çoğunluğu Müslüman ülkelerin okullarında başka diller “yabancı dil” olarak öğretilirken, Arapça “Kur’an ve inanç dili” olarak kabul edilir.
7. yüzyıl sonu, 8. yüzyıl başında -aşağı yukarı Göktürk/ Orhun anıtlarının dikildiği evrede- Asya ve Afrika kıtalarına İslâmiyet’i götüren ve yayan Arap-İslâm orduları; İran, Horasan, Türkistan istilalarında katliamlar da yaptılar. Bu, tarihî-belgeli bir gerçekken Türkiye’de okul kitaplarına “Türkler kendi tek Tanrı inançlarına benzediği için isteyerek ve topluca Müslüman oldular” gibi gerçeği ters yüz eden cümleler koymanın amacı nedir?
Oysa Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin yazdığı, yıllarca liselerde okutulan 1933 basımı Tarih II kitabında (sf. 127-128) şu ibareler vardır: “… Haccac’ın Horasan ve Seistan’a gönderdiği kumandanlar Türk ellerinde birçok fetihlerde bulundular. Arapça zorla resmî dil yapıldı. Yerli halktan bir kısmı ana dillerini unutarak Araplaştılar… Horasan valisi Kuteybe bin Müslim, Türklerle giriştiği kanlı mücadelelere daha büyük bir şiddetle devam etti”.
Bu kısa bilgi bile 1980 askerî darbesi sonrası “sakıncalı” görülmüş olmalı ki 1983’te yayımlanan Türk Ansiklopedisi’nde (C.XXXII sayfa: 275) kaynaklardaki bilgiler, kanlı savaşlar, katliamlar; örneğin Fütûhü’l-Büldan’daki (MEB 1956 C.II) bölümler atlanarak “751 Talas Savaşı’ndan sonraki dönemde iki taraf arasındaki yakın ilişkiler Türklerin Müslümanları ve İslâm dinini daha yakından tanımalarına fırsat vermişti… Türklerin dünya tarihinin en önemli olaylarından biri olmak üzere İslâmiyet’e girişleri kendi istekleri ile olmuştur. Gerçekten de İslâm dininin eski Türk inanç ve telâkkilerine uygun yanları çoktu…” yazılıdır!
Anadolu Türklerinin Müslümanlığı da başka bir sorun, başlıbaşına bir araştırma konusudur. 11. ve 12. yüzyıllarda İran ve Azerbaycan üzerinden geçişler-göçüşler, Müslüman olarak gelenler yanında Anadolu’ya Şaman inancıyla gelen boylar yok mudur? Türklerin Anadolu’ya gelmeden önce bir yüzyıl kadar göçebe-yerleşik bir İran serüveni vardır. Çoğunluk Oğuz inançlarını İran’da unutmuş, Müslümanlığı da orada benimsemiş olmalıdır: Kur’an’daki Arapça “vuzu”ya Farsça abdest, “salât”a namaz, “savm”a yine Farsça “uruze”den bozma oruç diyoruz. Anadolu’da ilk İslâmi yapılar da Arap değil, Fars üslubundadır; ustaları da Tiflisli, Meragalıdır. Asya Türk yurtlarındaki kümbetlerden esin Anadolu türbelerimiz de var.
Ancak örenlerde, kazılarda Göktürk/Orhun yazıtlı taşlar niye yok? Türk-Arap ilişkileri için ilk akla düşen ve “düzeltilmiş” atasözümüzün, “Ne Şam’ın şekeri ne Arabın yüzü” reddiyesinin tarihsel gerekçesi nedir?
ŞEMSETTİN SÂMİ VE LEWIS
‘Irktan büyük bir ümmet’
Şemseddin Sâmi’nin (öl.1904) Kamusul-Âlâm’ının 4. cildindeki “Araplar” maddesinin tanım cümlesi şudur: “Irktan büyük bir ümmet”. Bernard Lewis, Türkçeye de çevrilen Tarihte Araplar kitabında Şemseddin Sami’nin “Araplar” tanımını okumuş olmalı ki şu açımını yapmıştır:
“Arap ad ve terimleri en erken MÖ 9. yüzyıla bağlanır ve Kuzey Arabistan çölündeki Bedevîleri tanımlar. Yunan ve Roma, bu sözcüğü vahaların yerleşik halkına ve güneybatısındaki nispeten ileri medeniyeti içine alarak bütün Yarımada için kullanmıştı. Arapça da Yarımada’nın ortak dili olmasına karşın, hâlen göçebelerle sınırlı kaldığı sanılır. İslâm fetihlerinden sonraki Arap İmparatorluğu devrinde Arapça, bu dili konuşan yönetici fatihleri, buyruk altına alınan kitlelerden ayırtederdi. Ancak egemenlik kozmopolit bir İslâm İmparatorluğu olunca ‘Arap’ terimi içten çok dış ülkelerde kullanılarak Arap zevk ve geleneği etkisinde çeşitli ırk ve dinlere mensup insanların yarattığı karışık kültürü ifade ederek ulusçuluk anlamını yitirdi. Aslî Araplık ve Arapça, yaşayış tarzını ve dilini sadakatle koruyan göçebeleri niteleyen sosyal bir terim oldu”.