Kasım
sayımız çıktı

Güçlü kültürel bağlar ve bilinçaltında acı hatıralar

Her ne kadar aralarında dil ve din gibi güçlü kültürel bağlar olsa da, Türklerin Müslüman olma süreci sancılıdır. Bu mesele sonradan yumuşatılmış, okul kitaplarında dahi revizyonlara gidilmiştir. Ortadoğu’nun yakın coğrafyalarındaki iki büyük medeniyet mensuplarının tarih algısı ve gerçekler.

Konu “Arap dünyası” olunca, yazı boyutu ve kaynaklar konusunda kalem duraksar. Asya kıtasında Hint Okyanusu ile Afrika’nın da kucakladığı bu büyük yarı­mada için öncelikleri belirle­mek zordur. En kolay tanım “büyük bir çöldür” demektir! Gerçekten kıyı kesimleri dışın­da yarımada, fizikî haritalarda çöl gösterilir. Coğrafya oku­maları da iç bölgelerin “boş ve ıssız” çöl (rub’ul-hâli) olduğu­nu gösterir. Öyleyken, Yarıma­da’daki çöller, dağlar, kayaç­lar, vahalar, bin yıllardan beri Arapların, onlarla soydaşlıkları olan Sâmi kavimlerin vatanı­dır.

Yarımada’daki bitmez tü­kenmez petrol yatakları, çöl yoksulu göçebe Bedevîlere bi­le yeni dünya zenginleri olma yolunu açmıştır ama bu sınıf atlama kandırmacası bir 20. yüzyıl oyunu; Arabistan çölleri de -şimdilik- dünyanın en de­ğerli topraklarıdır. “Ya altın­daki kara zift/balçık deryaları bitince?” sorusu içinse zaman erkendir.

Yarımada’nın mümbit kıyı ülkelerine gelince… Güneydo­ğuda Basra körfezi ve Umman Denizi’ne açık Kuveyt, Lahsa, Maskat; güneyde Hint Deni­zi’ne bakan Umman ve Hadra­mut; güneybatıda Kızıldeniz’in doğu yakasındaki Yemen ve Asir. Karasal kuzey, Şam/Su­riye, Filistin/Arz-ı Mevud top­raklarıdır. Sayılan bu bölgeler, nüfus yoğunluklu, “hayat var” dedirten, uygarlık ve kültür zenginlikleri de olan bitek ve beşerî asıl Arabistan’dır.

Hariri’nin Makamat eserinden bir sahne (1237).

İç bölgeler, hâlâ keşfedil­memiş, Ay yüzeyini hatırla­tan, insan gölgesi düşmemiş uçsuz bucaksız kesimleri olan: Nüfud, Necid, Dehnâ… Arabis­tan’ın dörtte üçünü oluşturan çöl ummanları, hayat kaynak­ları da Arap ozanlarının cen­net benzetmesiyle övdükleri; yüzeye çıkan su birikintilerin­de yeşeren vahalar; vaha olma­yan yerlerde göçebe yaşam ve yolculuklar için can suyu; 70 metreye kadar derinlikleri olan kuyulardı. Bunların en ünlü­sü, Mekke’de Kâbe’yi de Kâbe yapan kutsal Zemzem Kuyu­su’dur.

Arap kimliği

İklimi elverişli ve bitek, üç ta­raflı kıyı Arabistan’ı, Arapların ve akraba Sâmi toplulukların dillerini ve kültürlerini geliş­tirdikleri yerlerdir. Geleneksel anlatılara ve ana kaynak Tev­rat’a göre Araplar, Peygamber İbrahim’in oğlu İsmail’in so­yundan; diğer teze göre Ad, Se­mud, Amalike soylularmış.

Asir, Yemen, Sabâ, Kata­ban, Main ülkelerinde gelişen Arap kültürlerinin MÖ evreleri için Asur, Bâbil, Mısır, Filistin Yunan kaynaklarına, kaya ya­zıtlarına, sikkelere gönderme­ler önemlidir. MÖ 1000-800 döneminde Yemen ve Main’de hüküm süren öncül-ardıl 20 melikten de sözedilir. MÖ 700-500 döneminde Sabâ Melik­liği daha öndeydi dense de bir kaynak yoktur. Main yöneti­minin Hadramut’taki Kataban ve Sabalılarla ilişkileri bozu­lunca MÖ 700’lere doğru ye­nik düştüğü; Sabâ’nın başkenti San’a’nın 100 km doğusundaki Ma’rib kentinin, hayat kaynağı baraj yıkılınca söndüğü; bunun üzerine Sabâ Devleti ve San’a kentinin parladığı sanılıyor ki Kur’an’da Sebe Suresi’nde bu baraj yıkılışına gönderme var­dır.

Sabâ Melikesi Belkıs’ın -Hz. İbrahim oğlu İshak’ın so­yundan Yahudi hükümdarı/ Musevi peygamberi- Hz. Sü­leyman’la aşkı; Zümrüdüanka kuşunun omuzladığı Belkıs’ı, San’a’dan Kudüs’e Süleyman’ın önüne getirdiği (!) efsanesi pla­tonik değil de diplomatik ba­kışla ciddiye alınırsa bir Arap/ Sâmî birliği girişimi de olabilir! Bu masal, Arap Yarımadası’nın büyük efsanesidir; Arap meli­kesi ile Yahudi peygamber-kra­lının aşk öyküsü, Arabistan’ın masalsı tarih anlatıları arasın­da ilk sıradadır. Tanrılık ku­runtusuna kapılan müşrik me­liklerin kurdurdukları cennet öykünmesi, hayal ötesi asma bahçeler, Bağ-ı İrem betimle­meleri ise Arap anlatıları kadar din öğretileridir de.

Eski inançlar

Hz. Muhammed; İslâmiyet ön­cesi milât yüzyıllarında Ara­bistan’da Habeş istilası; Hi­re, Himyeri, Gassan ve daha bir dizi meliklerin zulümleri, merhametleri, muharebele­ri; Sâsâni işgali ve bunun gibi tarih aktarımlarına koşut, cilt­ler dolduran “Kısas-ı Enbiya” öyküleri de vardır. Bu kıssa­larla Hz. Âdem’den Hz. Mu­hammed’e tüm peygamberler, Arabistan’ın yerlileri Sâmi ve Arap toplumları uyarmışlardır. Söylenceler, bu nebi ve resul­ler sayısını 128 bin (!) verirken Kur’an’da 25/28’inin adı geçer. “Kısas-ı Enbiya”lardaki “pey­gamber aleyhisselâm” sayıları da, şüphesiz kimilerinin 1.000, 700, 400, 300… yıl yaşadıkları gibi inandırıcı değildir.

Arabistan’ın bugünkü top­lumlarının atalarına gelince… Özbeöz yerli Araplar, kabile­ler hâlinde bir şeyhin-seyyi­din buyruğunda ve çadırlarda yaşayan göçebelerdi. Bugün de uçsuz bucaksız çöllerde serazat kabileler vardır. Bu çadır toplu­lukları, çöl koşullarında üç-beş öteberileri, deve ve öteki hay­vanlarıyla bir vahadan, kuyu başından, hurmalıktan ötekine; takvimsiz-iletişimsiz; onlara göre “tarih” demek olan süla­le ezberlerini, şiir ve öyküleri arı duru Arapçalarıyla yinele­yerek; çadırda doğmak, çadır­da ölmek, kısa-uzun ömürleri­ni çöl denen kum dünyasında noktalamak yazgısını paylaşır. Bedevi geleneğinde ev ve me­zar olmaması ilginçtir. Bugün bile, ölen Suudî Melikleri çöle gömülür ve yeri unutulur.

Mehtaptaki eğlencelerle mutlu olmak, zamanı, tarih­siz takvimsiz-saatsiz yaşamak da bir Bedevî saltanatı olmalı. Gündüzleri güneşin patlattığı hararetten gölgeliklere kaça­rak uyuyan Araplar, gece olunca serinleyen çölde ay ışığında ibadet eder, sazlı sözlü eğlenir­ler, yarışırlar, geleneksel Arap klasiklerini saatlerce anlatır, dinlerlermiş.

Çöller ülkesinde kent-köy kurmayarak oradan şuraya kıt su kaynaklarıyla yetinerek gö­çebe yaşam süren Bedevîler, başlangıçtan beri “ecdat”, ya­ni “kök” Araplardı. Günümüz Arabistan araştırmacıları, Be­devîlerin İslâmiyet öncesi-son­rası Ay-Güneş inançları, Arap Tanrılarının adlarını veren bel­geler üzerinde çalışır. Bedevî’si, medenisi tüm Araplar, İslâmi­yet’ten önce, Sin’e (Ay), İştar’a (Zühre/Çoban Yıldızı/Venüs), başka yıldızlara ve Şems’e (Gü­neş) taparlardı. Hicaz bölgesi ve merkezi Mekke’de, batı ve kuzeybatı bölgelerde Lât, Uz­za ve daha birçok Tanrı’ya ve Ölüm Tanrısı Menat’a inanılır­dı. Yesrib (Medine), Suriye ve Filistin’de Musevilik ve Hıris­tiyanlık da vardı.

ABD’nin St. Louis kentinde düzenlenen 1904 Dünya Fuarı sırasında sergilenen “Bedevi Düğün Alayı”.

Arapçanın önemi

Bugün de Arap toplumlarının ortak anadili, ses ve söz serveti, övünç kaynağı, Arapçadır. Bu özgün dil, Arabistan tarihinin en kapalı-karanlık dönemlerde, Yarımada’nın güneybatı köşe­sindeki Yemen-Asir ortamın­da doğup gelişmiştir. Kur’an ve İslâm öğretisiyle evrensel değer ve kutsallık da kazana­rak Arabistan dışında Asya’ya, Afrika’ya, İspanya’ya kadar ya­yılmış, kimi ülkelerde ortak dil olmuştur. Eski dünya dilleri ve günümüz dilleri arasında da kuralları, şiirselliği, anlam zen­ginliğiyle ilk sırada veya ilk sı­ralardadır.

Yemen-Hicaz’da “Mual­lakat/Yedi Askı” şairlerinin dizelerinde; sonra Hz. Mu­hammed’in insanlığa tebliğ ettiği Kur’an-ı Kerim’deki ilâ­hi buyruklarında; klasikleş­miş Arapçanın tılsımlı sesle­ri Tanrı buyruklarının imana dönüşmesini kolaylaştırmıştır (Kur’an’dan önce de Davud’lar, Musa’lar, İsa’lar da Davud’un mizmarlarındaki ses cazibele­rini seçmişlerdi).

Dilin bu üstünlüğüne kar­şın, Yemen’de, Hadramut’ta, Lahsa’da, Hicaz’da, Baalbek’de, Şam’da görülen sanat ve mi­marlık izleri, aynı düzeyde he­yecan uyandıran, hayal kur­durabilir zenginlikte değildir. Buna koşut Arap kültüründe­ki ayş-ü tarâb, bağ bahçe/has bahçe, saray gelenekleri için de komşu İran’la kıyaslanacak dü­zeyde bir geçmişten ve kültür­den sözedilemez. Arabistan’ın çok uzağında ve geç bir dönem­de, İspanya’da gelişen Endülüs Emevi-Arap uygarlığı (9.- 14. yüzyıllar) İşbiliye, Alkazar, Tu­leytule, Kurtuba şaheserleri ise birer istisnadır.

Türklerin Müslümanlığı

Bilinen en eski Kur’an nüshalarından biri olan ve İngiltere’deki Birmingham Üniversitesi’nde bulunan elyazması.

Bir zamanlar Batı’da İspan­ya’dan, doğuda İran’ı da aşıp Çin sınırlarına kadar bir Arap-İslâm egemenliği kuran Emevi-Abbasi halifeleri; Tanrı sözü Kur’an’ın Arapça olması nedeniyle bir İslâm coğrafyası ve bir İslâmiyet öğretisi amaç­lamışlar; bu dili din, bilim, eğitim, kültür dili ve ortak dil yapmayı yani ümmetçiliği ön­görmüşlerdi. “Müslüman olan, Kur’an dilini de öğrenmelidir” koşulu günümüzde bile ütopya değil bir “dava”dır. Halk çoğun­luğu Müslüman ülkelerin okul­larında başka diller “yabancı dil” olarak öğretilirken, Arapça “Kur’an ve inanç dili” olarak kabul edilir.

7. yüzyıl sonu, 8. yüzyıl ba­şında -aşağı yukarı Göktürk/ Orhun anıtlarının dikildiği ev­rede- Asya ve Afrika kıtaları­na İslâmiyet’i götüren ve yayan Arap-İslâm orduları; İran, Ho­rasan, Türkistan istilalarında katliamlar da yaptılar. Bu, ta­rihî-belgeli bir gerçekken Tür­kiye’de okul kitaplarına “Türk­ler kendi tek Tanrı inançlarına benzediği için isteyerek ve top­luca Müslüman oldular” gibi gerçeği ters yüz eden cümleler koymanın amacı nedir?

Oysa Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin yazdığı, yıllarca liselerde okutulan 1933 basımı Tarih II kitabında (sf. 127-128) şu ibareler vardır: “… Haccac’ın Horasan ve Seistan’a gönderdi­ği kumandanlar Türk ellerinde birçok fetihlerde bulundular. Arapça zorla resmî dil yapıl­dı. Yerli halktan bir kısmı ana dillerini unutarak Araplaştı­lar… Horasan valisi Kuteybe bin Müslim, Türklerle giriştiği kanlı mücadelelere daha büyük bir şiddetle devam etti”.

Bu kısa bilgi bile 1980 as­kerî darbesi sonrası “sakınca­lı” görülmüş olmalı ki 1983’te yayımlanan Türk Ansiklope­disi’nde (C.XXXII sayfa: 275) kaynaklardaki bilgiler, kan­lı savaşlar, katliamlar; örneğin Fütûhü’l-Büldan’daki (MEB 1956 C.II) bölümler atlanarak “751 Talas Savaşı’ndan sonraki dönemde iki taraf arasındaki yakın ilişkiler Türklerin Müs­lümanları ve İslâm dinini daha yakından tanımalarına fırsat vermişti… Türklerin dünya ta­rihinin en önemli olaylarından biri olmak üzere İslâmiyet’e girişleri kendi istekleri ile ol­muştur. Gerçekten de İslâm di­ninin eski Türk inanç ve telâk­kilerine uygun yanları çoktu…” yazılıdır!

Anadolu Türklerinin Müs­lümanlığı da başka bir sorun, başlıbaşına bir araştırma ko­nusudur. 11. ve 12. yüzyıllarda İran ve Azerbaycan üzerinden geçişler-göçüşler, Müslüman olarak gelenler yanında Ana­dolu’ya Şaman inancıyla ge­len boylar yok mudur? Türkle­rin Anadolu’ya gelmeden önce bir yüzyıl kadar göçebe-yer­leşik bir İran serüveni vardır. Çoğunluk Oğuz inançlarını İran’da unutmuş, Müslümanlı­ğı da orada benimsemiş olma­lıdır: Kur’an’daki Arapça “vu­zu”ya Farsça abdest, “salât”a namaz, “savm”a yine Farsça “uruze”den bozma oruç diyo­ruz. Anadolu’da ilk İslâmi ya­pılar da Arap değil, Fars üslu­bundadır; ustaları da Tiflisli, Meragalıdır. Asya Türk yurt­larındaki kümbetlerden esin Anadolu türbelerimiz de var.

Ancak örenlerde, kazılarda Göktürk/Orhun yazıtlı taşlar niye yok? Türk-Arap ilişkile­ri için ilk akla düşen ve “dü­zeltilmiş” atasözümüzün, “Ne Şam’ın şekeri ne Arabın yüzü” reddiyesinin tarihsel gerekçe­si nedir?

Şam’da yalın bir cami modeli Arap cami mimarisinde kapalı mekan değil, açık mescit tercih edildiğinden yapılar çok yalındır. Şam Ulu Cami olarak da bilinen Emevî Camii, diğer İslâm devletlerinde cami mimarisine model olmuş ilk yapılardandır.

ŞEMSETTİN SÂMİ VE LEWIS

‘Irktan büyük bir ümmet’

Şemseddin Sâmi’nin (öl.1904) Kamusul-Âlâm’ının 4. cil­dindeki “Araplar” maddesinin tanım cümlesi şudur: “Irktan bü­yük bir ümmet”. Bernard Lewis, Türkçeye de çevrilen Tarihte Araplar kitabında Şemseddin Sami’nin “Araplar” tanımını okumuş olmalı ki şu açımını yapmıştır:

“Arap ad ve terimleri en erken MÖ 9. yüzyıla bağlanır ve Kuzey Arabistan çölündeki Bedevîleri tanımlar. Yunan ve Roma, bu sözcüğü vahaların yerleşik halkına ve güneybatı­sındaki nispeten ileri medeniye­ti içine alarak bütün Yarımada için kullanmıştı. Arapça da Ya­rımada’nın ortak dili olmasına karşın, hâlen göçebelerle sınırlı kaldığı sanılır. İslâm fetihle­rinden sonraki Arap İmpara­torluğu devrinde Arapça, bu dili konuşan yönetici fatihleri, buyruk altına alınan kitlelerden ayırtederdi. Ancak egemenlik kozmopolit bir İslâm İmparator­luğu olunca ‘Arap’ terimi içten çok dış ülkelerde kullanılarak Arap zevk ve geleneği etkisinde çeşitli ırk ve dinlere mensup in­sanların yarattığı karışık kültürü ifade ederek ulusçuluk anlamını yitirdi. Aslî Araplık ve Arapça, yaşayış tarzını ve dilini sadakat­le koruyan göçebeleri niteleyen sosyal bir terim oldu”.