İran’da 22 yaşındaki Mahsa Amini’nin ahlak polisi tarafından gözaltına alınmasının ardından hayatını kaybetmesine tepkiler giderek büyüyor. Ülkenin zorunlu başörtüsü politikasının uzun bir tarihi var, ancak baskının hikayesi her zaman direnişin hikayesiyle birlikte örülüyor. 20. yüzyıl başından bu yana kadınların başı çektiği mücadeleler ve rejimin tepkileri…
İran’da 22 yaşındaki Mahsa Amini’nin ahlak polisi tarafından gözaltına alınmasının ardından 3 gün komada kaldıktan sonra 16 Eylül’de hayatını kaybetmesi, ülkenin neredeyse yarısına yayılan protestoların fitilini ateşledi. Sosyal medya ve basının üzerindeki yasaklara rağmen, görebildiğimiz kareler hem heyecan verici hem de dokunaklı: Genç kızlarının yanında yasaklara meydan okuyarak başını açan bir anne; eşarplarını alevlere atanlarla omuz omuza duran başörtülü kadınlar; matemlerini ve öfkelerini saçlarına makas vurarak dışa vuranlar ve polisin tüm sert müdahalelerine rağmen cesaretle “Bizden alınan özgürlüğü geri istiyoruz” diyen, kaybedecek bir şeyi kalmamış onbinler…
Amini’nin gözaltına alındıktan sonra ahlak polisi tarafından dövüldüğü ve işkenceye maruz kaldığı, bu nedenle komaya girdiği iddia edilirken, Tahran polis şefi Hüseyin Rahimi “Ölümüyle ilgili her türlü suçlama kesinlikle yalandır” diye cevap veriyor ve Amini’nin ölüm nedenini ani kalp yetmezliği olarak açıklıyor. Rahimi, Amini’nin polis karakolundaki “rehberlik dersinde” yere yığıldığını gösteren kapalı devre görüntülerin daha uzun bir versiyonunu da gösteriyor; ancak bu görüntülerin eksik olduğunu kabul ederek…
Bu açıklamalar, Mahsa Amini’nin babasının anlattıklarıyla taban tabana zıt. Baba Emcet Amini, Hammihan gazetesine verdiği röportajda, “Hastaneye götürüldüğünde hemşirelere Mahsa’nın sokakta bulunduğu söylenmiş” diyor. Polisin vücut kamerası görüntülerinin olup olmadığı sorulduğunda, polis şefi, normal şartlar altında ahlak polisinde bulunan bu kameraların bu olayda çalışmadığını, nedenin de “pillerinin bitmesi” olduğunu söylüyor. Baba, kızının otopsi raporunu görmesine izin verilmediğini, ama Mahsa Amini’nin herhangi bir sağlık sorunu olmadığını ve gözaltına alındığı sırada yanlarında olan oğlunun ablasının dövüldüğüne şahit olduğunu da ifade ediyor. Tespit için yalnızca yüzüne ve ayaklarına bakmasına izin verilmiş. “Ayaklarında yara izleri vardı” diyor.
Daha önce benzer nedenlerle gözaltına alınmış kişiler -ya da akrabaları, eşleri veya arkadaşları gözaltına alınmış olanlar- Mahsa Amini olayının münferit bir durum değil sistematik bir sorun olduğunu düşünüyor; Amini’nin gözaltına alınmasını gerektirecek bir suç işlemiş olamayacağını savunuyorlar.
Kadınların başını çektiği, ancak erkeklerin de katıldığı protestolarda öncelikli talep, başörtüsünün tamamen ortadan kaldırılması değil; başörtüsü dayatmasına bir son verilmesi. Bu konuda İran, gel-gitlerle örülmüş bir tarihe sahip. 1898’de Babiya hareketinin liderlerinden Tahira Qara Al-Ain’in zorunlu başörtüsüne karşı çıkmak için peçesini kaldırarak düzenlediği protesto, kamusal alanda bir ilkti. 1918’de, bu defa yüzlerce kadın, zorunlu başörtüsünü protesto için Tahran’da bir camide oturma eylemi düzenlemişti. Aynı yıllarda başörtüsü zorunluluğunu eleştiren dergiler kapatılmış; yazarları ölümle tehdit edilir, saldırıya uğrar olmuştu.
1930’larda Rıza Pehlevi döneminin en çok tartışılan icraatlarından biri, bu sefer kadınlara tesettürü yasaklayan kıyafet değişikliği politikalarıydı. Hükümetin yaptırımlarını protesto etmek için bir oturma eylemi düzenleyen kalabalığın askerler tarafından şiddetle bastırıldığı, müdahale sırasında pek çok kişinin hayatını kaybettiği gün olan 13 Temmuz 1935, İran rejimi tarafından daha sonra “Tesettür ve İffet Günü” olarak adlandırılmaya başlandı. 1941’de Rıza Şah rejiminin düşmesiyle tesettür yasağı da iptal edildi ve oğlu Muhammed Rıza Şah’ın döneminde kadınlar, kamusal alana örtülü ya da örtüsüz kendi tercih ettikleri şekilde çıktılar.
1979 Devrimi’nin daha ilk günlerinde ise dönemin dinî ve siyasi lideri Ayetullah Humeyni’ye yakın kesimler, kadınların başlarını örtmesini zorunlu hâle getirecek düzenlemeler talep etmeye başladı. Gazeteler konuyu tartışadursun rejim tarafından kurulan “İslâmcı Devrimci Komiteler”in örtünmemiş kadınlara şiddet uyguladığıyla ilgili haberler yayılıyordu.
8 Mart 1979 Dünya Kadınlar Günü, Tahran’da binlerce kadın “zorunlu örtünmeye hayır” demek için biraraya geldi. Orada toplanan kadınları objektifiyle ölümsüzleştiren fotoğrafçı Hengame Gülistan o günü şöyle anlatıyor: “Yüzlerinden görebiliyorsunuz neşelerini, nasıl güçlü hissettiklerini. (…) O gün 20 rulo film bitirdim. Tarihî bir şeye tanıklık ettiğimi biliyordum. Oradaki tüm kadınlarla öyle gurur duyuyordum ki bizi en iyi şekilde göstermek istedim. Sonra anlaşıldı, kadınların Tahran’da başörtüsüz dolaşabildikleri son günlerdi bunlar”. Belki de en acı olan, protestoya katılan kadınların çoğunun Şah’a karşı devrimi desteklemiş olmasıydı. Sloganlarından biri olan “Biz bu devrimi geriye gidelim diye yapmadık” bu hayalkırıklığını yansıtıyordu. Eylemlere katılmayanlar da başörtüsünün zorunlu hâle getirilebileceğine bir an bile inanmadıklarından orada değildi.
Oysa bugün 78 yaşında olan insan hakları avukatı ve aktivist Mehrangiz Kar, o günleri “Hiçbir şey bir gecede olmadı” diye anlatıyor: “Devrimden hemen sonra sokaklarda, ellerinde hediye paketine sarılı başörtüler olan kadın ve erkekleri görmeye başladık. Bu örtüleri hediye gibi kadınlara veriyorlardı”.
Zorunluluğa karşı çıkan kadınlar, yaklaşmakta olanı eylemleriyle bir süre erteleseler de İran’da değişim başlamıştı bile. 1980’de başörtüsü zorunluluğuna ilişkin ilk hükümet direktifleri yayımlanmış; kadınlar işlerini kaybetmek pahasına günlerce çalıştıkları yerlere siyah kıyafetler giyerek gitmişti. 1 yıl geçmeden “Erdem Teşviki ve Ahlaksızlığın Önlenmesi Bakanlığı” kurulmuştu. Artık kadınlara yönelik tutuklamalar, kırbaç cezaları, kezzapla yakma, cinsel şiddet gibi muameleler çok daha yaygın görülüyordu. 1981’de kadınlar ve kız çocuklarının “İslâmi tarzda” giyinme zorunluluğu kanunlara eklendi. 1983’te parlamentodan çıkan bir kararla, kamusal alanda saçlarını tamamen kapatmayan kadınların 74 kırbaç darbesiyle cezalandırılabileceği belirtildi. Buna yakın zamanda 60 gün hapis cezası da eklendi. Her geçen gün yaşam alanları daralıyor, kadınların hakları biraz daha budanıyordu. Ancak baskı karşısında kaybedecek çok az şeyi kalanların, direnişi de aynı oranda güçlüydü. 1993’te başörtüsüne karşı bir konuşma yaptıktan sonra Tahran’ın bir meydanında kendini yakan Homa Darabi son olmayacaktı.
Bu yıllarda polis güçleri de yasaları uygulamakta zorlanıyor, her adımda kadınların karşı çıkışlarıyla karşılaşıyordu. Baştakilerin tavrına göre, polisin sertlik kullanımı da değişiyor gibi görünüyordu. İşte bu aşamada devreye “Gaşte Erşad” veya ahlak polisi girdi. Ahlak Polis Merkezi ve devriyeleri, 1980’li yıllardan itibaren farklı formatlarda faaliyet gösteriyor olsa da bu isim altında çalışmaya 2006’da başladılar. Polis güçlerinin eski komutanı İsmail Ahmedi Moghadam, ahlak polisinin, Muhammed Hatemi devletinin faaliyetinin son günlerinde Yüksek Devrim Konseyi’nde onaylanan ve Ahmedinejad’ın yönetiminin başlarında uygulanan bir karara dayandığını açıklamıştı. Yani İran rejimi tarihinin “en rahat zamanı” olarak anılan Hatemi döneminde bile kadınların örtünmesi, hükümet için temel meselelerden biri olarak kalmıştı.
Ahlak polisinin görevinin, başörtüsü ve örtünme kurallarına uymayanları “uyarmak” olduğu söylenmişti. 1 ay geçmeden de 63.693 kadının “uyarıldığı” açıklanmıştı.
Ancak sonraki aylarda tutuklamalar arttı, müdahaleler sertleşti, sosyal medyanın etkisiyle hem polisin davranışları hem de tepkiler yayıldı. Özellikle 2009’daki Yeşil Hareket’in ardından zorunlu başörtüsüne yönelik eleştiriler de daha aleni şekillerde dillendirilmeye başlandı. #Benimgizliözgürlüğüm ve #BeyazÇarşamba gibi hashtagler eşliğinde daha fazla kadının başörtülerini çıkararak kamusal alana çıktığı videolar ve fotoğraflar görmeye başladık. Son günlerde din adamları ve muhafazakar politikacılar bile kıyafet yönetmeliğinin uygulamasını sorguluyordu. Ancak Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi de geçen yıl iktidara geldikten sonra 15 Ağustos’ta bir kararname imzalayarak yeni birtakım kısıtlamalar getirdi. Bunların içinde sokaklara çok sayıda kamera yerleştirerek kadınları takip etmek, başını düzgün şekilde örtmeyen kadınlara daha ağır cezalar vermek ve “danışmanlık vermek için” karakola götürmek, internet ortamında başörtüsü karşıtı herhangi bir paylaşım yapanlara hapis cezası gibi uygulamalar da var.
Bugün yaşanan süreç, henüz yorumlamak için çok erken olsa da, 2009 protestolarından farklı bir görünüm arzediyor. Siyasi liderliğini Musavi ve Kerrubi’nin, manevi liderliğini de Muntazeri’nin yaptığı 2009 protestoları, şu ana kadar kendiliğinden bir görüntü arzeden bugünkü hareketten hedefi bakımından da ayrılıyordu. O zaman seçim sonuçları üzerinden Ahmedinejad’ın istifa etmesi ve Musavi’nin cumhurbaşkanı olması gibi somut ve net bir talep varken, bugün sokaklarda “İslâm Cumhuriyeti istemiyoruz”dan “Hamaney ve Reisi istifa” sloganlarına, Amini’nin etnik kimliği üzerinden Kürt haklarının vurgulanmasına ve ahlak polisinin lağvedilmesine pek çok farklı talep dile getiriliyor.
Rejimin tepkisi ise şu ana kadar Amini’nin ölümüyle ilgili suçlamaları reddetmek ve protestolar için “Batı’nın ikiyüzlülüğü”nü hedef göstermek oldu. Yine alışılageldik şekilde sosyal medya yasakları getirildi ve polisin müdahaleleri sertleşmeye başladı. Eylemlerin birinci haftası geride kalmışken en az 40 kişinin hayatını kaybettiği bildirilmişti.
Zorunlu başörtüsünün, İslâm Cumhuriyeti için “Aşil’in topuğu” olduğunu ve yasak kalkarsa, hükümetin ideolojik olarak boşa düşeceğini dikkate aldığımızda, hem eylemcilerin hem de hükümetin tepkisinin nereye uzanacağını görmek şu an için zor.
Devrimden önce
1979 İslam Devrimi’nden
üç yıl önce 1976’da, tatil
olan Cuma gününü piknik
yaparak geçiren kadınlıerkekli
bir aile.