“Ortaçağ’da su çok kirli olduğu için hastalanmamak için su yerine bira içiyorlarmış” öyküsünden tutun da Viyanalıyı “keriz”, Osmanlıları iktisat bilmez kılan, “Ay kuşatmada çuvalları bırakmışlar da Viyanalılar bunları bulmuş, kahveyle öyle tanışmışlar” masalına kadar illa Netfliks Limited Series kıvamında tarihsel gerçekler istiyoruz. Osmanlıların gümrük rejimi uyguladığı mallara nasıl bir ciddiyetle sahip çıktığıyla falan ilgilenmiyoruz.
Galiba 1980’lerdeydi; bir gün ansızın liselerde gördüğümüz tarih ve coğrafya derslerinin ismi değişti. Sırasıyla “millî tarih” ve “millî coğrafya” oluverdiler. O dönem “geometriyi de değiştirip millî geometri yapacak mısınız?”, “sırada millî kimya mı var?” gibi espriler revaçta olsa da aradan yıllar geçtikten sonra durup düşününce, bu kararın Millî Eğitim teşkilatımızın tarihi boyunca aldığı en yerinde kararlardan biri olduğunu düşünmeye başladım.
Şimdi yalan yok, coğrafya dersi için tam olarak aynı şeyi söyleyemem. Ne bileyim, izohips eğrileri, haritanın pusulaya göre gerçek kuzeyi göstermesi için gereken doğal sapma açısının hesaplanması, fön rüzgârlarının etkileri gibi konularda ne gibi bir millî perspektif sunabileceğimizden emin değilim. Zaten pusulaların gerçek kuzeyi göstermediğini, harita üzerindeki bilgiler kullanılarak sapma açısı hesaplanması ve haritanın ona göre düzeltilmesi gerektiğini askerde topçu okulunda öğrendim. Ha, eminim lisedeki kıymetli coğrafya hocamız İsmet Denli de bize bu konuda gerekenleri öğretmiştir ama kendisinin anlattığı ve benim aklımda kalan her şey; aynı zamanda disiplin kurulu başkanı olduğu için, müdür muavini odasında bire bir gerçekleştirdiği uzun nasihat seanslarından ibaret.
Ancak tarih dersine durup dururken “millî tarih” demeye başlamakta, muhtemelen hiç hesaplanmamış serin bir dürüstlük var. Neticede biz o derste kendi coğrafyamız (kendi millî coğrafyamız) dışında hemen hiçbir yerin tarihini öğrenmiyorduk. Ne Mediciler ve Pazzi Komplosu ne Çin’deki Altı Hanedan dönemi ne Otto, ne Sezar, ne Pön Savaşları… İşin enteresan tarafı, üniversitede kendisinden Roma hukuku dersi aldığım (niye diye sormayın lütfen) rahmetli Belgin Hoca, bir derste Pön Savaşları’ndan bahis
açıp kimsenin bilmediğini görünce bunu nasıl olup da lisede öğrenmemiş olduğumuzu sorgulamıştı. Demek ki rahmetlinin zamanında tarih derslerinde Pön Savaşları’ndan da bahsedilirmiş; sonra bahsedilmez olmuş ondan sonra da zaten malum, dersin adını değiştirmişler.
Tabii sadece içerikle ilgili değil bu. Aynı zamanda konuların ele alınışındaki sübjektiflik, bariz taraf tutma ve handiyse her paragrafa sinen “biz” anlatımı da bunun öyle objektif bir tarih olmadığını zaten gösteriyordu. Kendisini çoğunluğun aksine hiç sevmesem de Edward Said’in katıldığım bir sözü var: “Bir akademik metinde ‘biz’ zamirini gördüğünüzde derhal okumayı bırakın, en yakın çıkış kapısına koşun”.
Elbette tarihin, bu disiplinin kurucu babalarından Ranke’nin arzuladığı gibi saf bir objektifliğe kavuşmasının mümkün olmadığını az çok biliyoruz artık ya, yine de bu tam manasıyla objektif olamama durumu, doğrudan “anything goes” anlamına da gelmiyor. Öyle büyük meselelere girmeye hacet yok.
Meşhur bir Viyanalı kahve zincirinin kahvelerini tanıtırken aktardığı “hoş” bir hikaye var mesela. Buna göre, başarısız Viyana kuşatması sırasında Türkler geri dönerken birkaç çuval da kahve çekirdeği bırakmış; kuşatmada kilit rol üstlenen Polonya Kralı Jan Sobieski de bu çuvalları bulup kahverengi fasulye zannetmiş; ne işe yarayacaklarını bilmediği için de Kulczycki adında bir subaya vermiş. Kulczycki de daha önce Türklerin elinde esirmiş; biliyormuş kahveyi de; hemen duruma uyanmış ve böylece Avrupa da kahveyle tanışmış.
Bu hikaye mesela, Viyanalıların da Sobieski’nin de o dönemde eşsiz birer “keriz” olduklarını gösteriyor. Zira Osmanlılar (millî tarihçi olsam biz derdim) kahveyi dünyadan bir sır gibi saklamış, gecelerce rüyasında ismini sayıklamış değil ki? Bilakis kahvenin kıymetinin hayli farkında. O kadar farkında ki gümrük rejiminde kahve çekirdeklerinin kavrulmadan ihracatını engelleyen ve bunu çok sıkı denetleyen kanunları var. Yani Osmanlılar kahve istediğinizde bunu size seve seve satıyor; ama öyle çiğ çekirdek, fidan, kök olarak falan ülke toprakları dışına çıkarmanıza kesinlikle müsaade etmiyor. Tabii Avrupalı tüccar ne yapıp edip bu çekirdekleri, tohumları alıp kahveyi dünyanın artık yavaş yavaş keşfetmeye ve kolonileştirmeye başladığı bölgelerinde yetiştirmek istiyor. Eğer aklımda yanlış kalmadıysa, iki Hollandalı tacir, ilk olarak Osmanlı topraklarından kahveyi kaçırmayı başarıyor. Artık ondan sonra Allah ne verdiyse, Seylan’ından Hindiçin’ine Surinam’ına akıllarına gelen her yerde kahve yetiştirmeyi deniyorlar. E şimdi Viyana dediğin Venedik’ten deveyle 10, bilemedin 15 günlük yol (atla gidersin 10 günde alırsın. Zaten devenin ne işi var Alpler’in yamacında allasen. Fil desen, Hannibal’dan kaldı diyeceğim ama deve ne ya?).
Yani ezcümle Viyanalıların kahveden haberdar olmaları için 2. Viyana Kuşatması’nı beklemelerine hiç gerek yok. Yahu Papa 8. Clemens bile ilk kahvesini o tarihten 100 yıl önce içmiş, çok beğenmiş de, çekirdekleri vaftiz etmiş adam; Viyanalıların niye hiç haberi yokmuş acaba?
Yukarda dediğim gibi, bu biraz da “gönlümün çektiğince tarih” meselesi. Artık inanacağımız gerçeği, mutlaka eğlenceli, borsada aslında beş para etmeyen yeni hisse senetleri gibi “bir hikayesi olan”, eşe dosta anlatabileceğimiz şeylerden seçiyoruz. “Ortaçağ’da su çok kirli olduğu için hastalanmamak için su yerine bira içiyorlarmış” öyküsünden tutun da, Viyanalıyı “keriz”, Osmanlıları iktisat bilmez kılan, “Ay kuşatmada çuvalları bırakmışlar da Viyanalılar bunları bulmuş, kahveyle öyle tanışmışlar” masalına kadar illa Netfliks Limited Series kıvamında tarihsel gerçekler istiyoruz. Osmanlıların gümrük rejimi uyguladığı mallara nasıl bir ciddiyetle sahip çıktığıyla falan ilgilenmiyoruz. Atalarımızın da millî gururumuzu okşayan kahramanlıklar göstermesini istiyoruz. Adamların öyle kahveye gümrük vergisi koyan, tuza uyguladığı gümrük vergisini, gümrükten geçen derilerin tabaklanmasında kullanılan tuz miktarına kadar hesaplayıp çatır çatır vergisini alan işbilir maliye memurları olmaları o kadar da koltuklarımızı kabartmıyor olacak ki millî tarih anlatımızda bunlar yer almıyor. Yok; biz daha çok heyecan ve macera, biraz da komiklik istiyoruz artık tarihten. Yoksa ya da beğenmezsek de oturup kendimiz uyduruyoruz; herkes de beğeniyor (layk), ne güzel!
Oysa iki Hollandalı tüccarın gümrük kaçakçılığı, ondan sonra da yer kürenin dörtbir yanında kahve yetiştirebilecekleri yer araması bence daha eğlenceli ama herhalde anlatması daha uzun. Bundan “limited” değil de iki hatta üç sezon dizi yapar Netfliks.