Kasım
sayımız çıktı

Viyana Kuşatması zamanları, kahveyi öğrenen Avusturyalı ve yerli ve millî tarih masalları

“Ortaçağ’da su çok kirli olduğu için hastalanmamak için su yerine bira içiyorlarmış” öyküsünden tutun da Viyanalıyı “keriz”, Osmanlıları iktisat bilmez kılan, “Ay kuşatmada çuvalları bırakmışlar da Viyanalılar bunları bulmuş, kahveyle öyle tanışmışlar” masalına kadar illa Netfliks Limited Series kıvamında tarihsel gerçekler istiyoruz. Osmanlıların gümrük rejimi uyguladığı mallara nasıl bir ciddiyetle sahip çıktığıyla falan ilgilenmiyoruz.

Galiba 1980’lerdeydi; bir gün ansızın liselerde gördüğümüz tarih ve coğrafya derslerinin ismi de­ğişti. Sırasıyla “millî tarih” ve “millî coğrafya” oluverdiler. O dönem “geometriyi de değişti­rip millî geometri yapacak mı­sınız?”, “sırada millî kimya mı var?” gibi espriler revaçta olsa da aradan yıllar geçtikten son­ra durup düşününce, bu kararın Millî Eğitim teşkilatımızın tari­hi boyunca aldığı en yerinde ka­rarlardan biri olduğunu düşün­meye başladım.

Şimdi yalan yok, coğrafya dersi için tam olarak aynı şeyi söyleyemem. Ne bileyim, izo­hips eğrileri, haritanın pusula­ya göre gerçek kuzeyi göster­mesi için gereken doğal sapma açısının hesaplanması, fön rüz­gârlarının etkileri gibi konular­da ne gibi bir millî perspektif sunabileceğimizden emin de­ğilim. Zaten pusulaların gerçek kuzeyi göstermediğini, harita üzerindeki bilgiler kullanıla­rak sapma açısı hesaplanması ve haritanın ona göre düzeltil­mesi gerektiğini askerde topçu okulunda öğrendim. Ha, emi­nim lisedeki kıymetli coğrafya hocamız İsmet Denli de bize bu konuda gerekenleri öğretmiş­tir ama kendisinin anlattığı ve benim aklımda kalan her şey; aynı zamanda disiplin kuru­lu başkanı olduğu için, müdür muavini odasında bire bir ger­çekleştirdiği uzun nasihat se­anslarından ibaret.

Ancak tarih dersine durup dururken “millî tarih” deme­ye başlamakta, muhtemelen hiç hesaplanmamış serin bir dürüstlük var. Neticede biz o derste kendi coğrafyamız (ken­di millî coğrafyamız) dışında hemen hiçbir yerin tarihini öğ­renmiyorduk. Ne Mediciler ve Pazzi Komplosu ne Çin’deki Al­tı Hanedan dönemi ne Otto, ne Sezar, ne Pön Savaşları… İşin enteresan tarafı, üniversitede kendisinden Roma hukuku der­si aldığım (niye diye sormayın lütfen) rahmetli Belgin Hoca, bir derste Pön Savaşları’ndan bahis

açıp kimsenin bilmediğini gö­rünce bunu nasıl olup da lisede öğrenmemiş olduğumuzu sor­gulamıştı. Demek ki rahmetli­nin zamanında tarih derslerinde Pön Savaşları’ndan da bahsedi­lirmiş; sonra bahsedilmez olmuş ondan sonra da zaten malum, dersin adını değiştirmişler.

Tabii sadece içerikle ilgili değil bu. Aynı zamanda konula­rın ele alınışındaki sübjektiflik, bariz taraf tutma ve handiyse her paragrafa sinen “biz” anlatı­mı da bunun öyle objektif bir ta­rih olmadığını zaten gösteriyor­du. Kendisini çoğunluğun ak­sine hiç sevmesem de Edward Said’in katıldığım bir sözü var: “Bir akademik metinde ‘biz’ za­mirini gördüğünüzde derhal okumayı bırakın, en yakın çıkış kapısına koşun”.

Frans Geffels, Viyana Muharebesi, 1683 (Karlsplatz Viyana Müzesi)

Elbette tarihin, bu disiplinin kurucu babalarından Ranke’nin arzuladığı gibi saf bir objektif­liğe kavuşmasının mümkün ol­madığını az çok biliyoruz artık ya, yine de bu tam manasıyla objektif olamama durumu, doğ­rudan “anything goes” anlamına da gelmiyor. Öyle büyük mesele­lere girmeye hacet yok.

Meşhur bir Viyanalı kahve zincirinin kahvelerini tanıtırken aktardığı “hoş” bir hikaye var mesela. Buna göre, başarısız Vi­yana kuşatması sırasında Türk­ler geri dönerken birkaç çuval da kahve çekirdeği bırakmış; kuşatmada kilit rol üstlenen Po­lonya Kralı Jan Sobieski de bu çuvalları bulup kahverengi fa­sulye zannetmiş; ne işe yaraya­caklarını bilmediği için de Kulc­zycki adında bir subaya vermiş. Kulczycki de daha önce Türk­lerin elinde esirmiş; biliyor­muş kahveyi de; hemen duruma uyanmış ve böylece Avrupa da kahveyle tanışmış.

Bu hikaye mesela, Viya­nalıların da Sobieski’nin de o dönemde eşsiz birer “keriz” olduklarını gösteriyor. Zira Os­manlılar (millî tarihçi olsam biz derdim) kahveyi dünyadan bir sır gibi saklamış, gecelerce rü­yasında ismini sayıklamış değil ki? Bilakis kahvenin kıymetinin hayli farkında. O kadar farkın­da ki gümrük rejiminde kahve çekirdeklerinin kavrulmadan ihracatını engelleyen ve bunu çok sıkı denetleyen kanunları var. Yani Osmanlılar kahve is­tediğinizde bunu size seve seve satıyor; ama öyle çiğ çekirdek, fidan, kök olarak falan ülke top­rakları dışına çıkarmanıza ke­sinlikle müsaade etmiyor. Tabii Avrupalı tüccar ne yapıp edip bu çekirdekleri, tohumları alıp kah­veyi dünyanın artık yavaş yavaş keşfetmeye ve kolonileştirmeye başladığı bölgelerinde yetiştir­mek istiyor. Eğer aklımda yanlış kalmadıysa, iki Hollandalı tacir, ilk olarak Osmanlı toprakların­dan kahveyi kaçırmayı başarı­yor. Artık ondan sonra Allah ne verdiyse, Seylan’ından Hindi­çin’ine Surinam’ına akıllarına gelen her yerde kahve yetiştir­meyi deniyorlar. E şimdi Viya­na dediğin Venedik’ten deveyle 10, bilemedin 15 günlük yol (atla gidersin 10 günde alırsın. Za­ten devenin ne işi var Alpler’in yamacında allasen. Fil desen, Hannibal’dan kaldı diyeceğim ama deve ne ya?).

Yani ezcümle Viyanalıla­rın kahveden haberdar olmaları için 2. Viyana Kuşatması’nı bek­lemelerine hiç gerek yok. Yahu Papa 8. Clemens bile ilk kahve­sini o tarihten 100 yıl önce iç­miş, çok beğenmiş de, çekirdek­leri vaftiz etmiş adam; Viyana­lıların niye hiç haberi yokmuş acaba?

Yukarda dediğim gibi, bu biraz da “gönlümün çektiğince tarih” meselesi. Artık inanaca­ğımız gerçeği, mutlaka eğlen­celi, borsada aslında beş para etmeyen yeni hisse senetleri gi­bi “bir hikayesi olan”, eşe dosta anlatabileceğimiz şeylerden se­çiyoruz. “Ortaçağ’da su çok kir­li olduğu için hastalanmamak için su yerine bira içiyorlarmış” öyküsünden tutun da, Viyana­lıyı “keriz”, Osmanlıları iktisat bilmez kılan, “Ay kuşatmada çu­valları bırakmışlar da Viyana­lılar bunları bulmuş, kahveyle öyle tanışmışlar” masalına ka­dar illa Netfliks Limited Series kıvamında tarihsel gerçekler is­tiyoruz. Osmanlıların gümrük rejimi uyguladığı mallara nasıl bir ciddiyetle sahip çıktığıyla falan ilgilenmiyoruz. Atalarımı­zın da millî gururumuzu okşa­yan kahramanlıklar gösterme­sini istiyoruz. Adamların öyle kahveye gümrük vergisi koyan, tuza uyguladığı gümrük vergi­sini, gümrükten geçen derile­rin tabaklanmasında kullanılan tuz miktarına kadar hesaplayıp çatır çatır vergisini alan işbilir maliye memurları olmaları o ka­dar da koltuklarımızı kabartmı­yor olacak ki millî tarih anlatı­mızda bunlar yer almıyor. Yok; biz daha çok heyecan ve macera, biraz da komiklik istiyoruz artık tarihten. Yoksa ya da beğenmez­sek de oturup kendimiz uydu­ruyoruz; herkes de beğeniyor (layk), ne güzel!

Oysa iki Hollandalı tücca­rın gümrük kaçakçılığı, ondan sonra da yer kürenin dörtbir ya­nında kahve yetiştirebilecekleri yer araması bence daha eğlen­celi ama herhalde anlatması da­ha uzun. Bundan “limited” değil de iki hatta üç sezon dizi yapar Netfliks.