27 Mayıs 2013 gecesi İstanbul Taksim’deki Gezi Parkı’na iş makinalarının girmesiyle başlayan Gezi protestoları 10 yılı geride bıraktı. 10 yıl önce Türkiye’nin önde gelen tarihçilerine “Tarih kitapları bu hadiselerden nasıl bahsedecek?” diye sormuştuk. Yazılmaya devam eden bir tarihin hikayesi.
“Hem cesur hem bilgeydiler. Hem bir, hem birliktiler. Hem birbirlerinden farklı hem ortaktılar. Hem tek başına hem kalabalıktılar. Böyle olduklarını bilmiyorduk. Belki onlar da kendilerini böyle bilmiyorlardı (…) Bunlar sonuçta ‘üç-beş çapulcu’ değildi ama, biz çoğu yetişkinin de yıllardır tekrarladığımız ‘okumaz etmez, kültürsüz, bilgisiz, bilinçsiz, Türkçesiz, geçmişinden habersiz, yol-yordam bilmez, bencil, apolitik, vs.’ gençler değiller miydi? Değillermiş”.
Tam 10 yıl önce, “yaşarken yazılan tarih”i yaşandığı dönemde yansıtmak, geleceğe kalacak tarihî malzemeye bir katkı sağlamak amacıyla ilk kez bir sayısını tamamen özel bir konuya ayıran dergimizin Gezi Parkı eylemlerinde yaşamını yitirenlere, ailelerine, yaralanıp sakat kalanlara ve acı çekenlere adadığı “fevkalade nüsha”, Yayın Yönetmenimiz Gürsel Göncü’nün bu satırlarıyla başladı.
Tam 10 yıl önce Türkiye, bulunduğu coğrafyanın yakın tarihinin en önemli kırılma anlarından birini yaşadı. 27 Mayıs 2013 gecesi İstanbul Taksim’deki Gezi Parkı’na iş makinalarının girmesiyle başlayan Gezi protestoları, 31 Mayıs’ta sabahın ilk saatlerinde parkta “nöbet tutan” 3 bine yakın insanın üzerine yoğun gaz bombası atılmasının ardından birkaç gün içinde 81 ilin (Bayburt hariç) 80’ine yayılarak kitleselleşti; Türkiye’nin gördüğü en geniş kapsamlı “kendiliğinden” harekete dönüştü.
O gün, park boşaltılıp polis bariyeriyle kapatılırken Harbiye tarafındaki duvarın çökmesiyle bir kişi yaralanmış; sabah 10.00’da polis müdahalesini protesto etmek için yapılan basın açıklamasının hemen ardından gazeteci Ahmet Şık, milletvekili Sırrı Süreyya Önder ve müzisyen Ege Çubukçu’ya gaz fişekleri isabet etmiş; oturma eylemi yapan gruptan Ürdün kökenli Lobna al Lamii kafasına çarpan gaz fişeği nedeniyle hastaneye kaldırılmıştı. Yine aynı günün akşamı sokağa çıkmayanlar da ilk defa pencerelerinde tencere-tavalara vurarak protestolara destek vermişti.
ntv tarih, Gezi’den yola çıkarak hem Türkiye hem de dünya tarihindeki kendiliğinden hareketlere ayırdığı “Yaşarken Yazılan Tarih” başlıklı özel sayısında (bilindiği gibi bu sayı yayıncı tarafından piyasaya verilmemiş, dergi ekibi de bunun üzerine istifa etmişti) tarihçilere bir soru yöneltmişti: “Çevreci taleplerle başlayıp giderek Türkiye’yi sarsan bir nitelik kazanan hareketleri, gelecek nesiller nasıl okuyacak? Tarih kitapları bu hadiselerden nasıl bahsedecek?”
Mehmet Ö. Alkan, Feroz Ahmad, Ahmet Turan Alkan, Vahdettin Engin, Ahmet Er-
soy, Selçuk Esenbel, M. Şükrü Hanioğlu, Salih Özbaran, Halil Berktay, Metin Kunt, Yavuz Selim Karakışla, Asım Karaömerlioğlu ve Bülent Bilmez’in cevapları arasında öne çıkan ortak vurgu- lardan biri, “tarih”i yazan özne olan insanların Gezi’ye ilişkin çeşitli hafızalarıyla tek bir tarih değil, tarih(ler) oluşturacağıydı. Şükrü Hanioğlu’nun söylediği gibi, nasıl ki 63 yıl önce yaşanan “27 Mayıs”ın tarihi, yıllar içinde “Devrim”den “Darbe”ye, “Hürriyet Bayramı”ndan “Kara Leke”ye doğru uzanan bir yelpazede, tarihi yazanların durduğu yere ve zamanın ruhuna göre yeniden ve yeniden inşa edildiyse, Gezi’nin tarihyazımının da benzer bir ikiye bölünmüşlük arasında halen salınmakta olduğunu bugün görebiliyoruz.
Bir başka vurgu, bu soruyu sorduğumuz dönemde henüz güncel olanın alanındaki protestoların, tarihin ilgi alanına girebilmesi için zamana ihtiyaç olduğuydu. Osmanlı tarihçisi Metin Kunt, şüphesiz bir dönüm noktası olacağını öngördüğü Gezi protestoları için “Ne diyecek tarih? Onu bilemiyorum, çünkü bundan sonrası iki şekilde gelişebilir. Günümüzün olaylarına karışanlar ya da bakanlar üçe ayrılmış: İkisi birbirine zıt, birinin ak dediğine öbürü kara diyor. Gelişmeleri sadece tek yönden görüyor, kabahat hep öbüründe ya da başka birinde. Ya kendini aldatıyor böyle yazıp okuyanlar ya da başkalarını aldatmaya çalışıyor (…) Böyle giderse bu ikiye bölünmüşlük gittikçe yer edecek, kemikleşecek, tehlikeli hâle gelecek. Ya da üçüncü grup baskın çıkacak. Bu gruptaki serinkanlı, sâlim akıllı kişiler sadece bir tarafın hatasını-sevabını görmek ve göstermek yerine, siyasal ve toplumsal uzlaşma kültürünün yeşermesini, güçlenmesini sağlayacak; ötekini anlayan ya da hiç olmazsa anlamağa çalışan bir topluma evrilmemize yolaçacak” demiş ve “İnşallah” diyerek sözlerini noktalamıştı.
2020’de kaybettiğimiz Kunt, bugün temennisinin gerçeğe dönüp dönmediğiyle ilgili ne derdi maalesef soramıyoruz, ama bugün aynı soruyu yeniden yönelttiğimiz tarihçilerden Vahdettin Engin, “Ülkemizin son 10 yılındaki gelişmelere baktığımızda iki konuda ciddi problemlerin yaşandığını gözlemleyebiliyoruz. Bunlar; adalet duygusunun zedelenmesi ve liyakata değer verilmemesidir” diyor.
Gezi Parkı protestolarını organize ettikleri iddiasıyla yargılanan 16 kişinin 8’i, Osman Kavala, Mücella Yapıcı, Çiğdem Mater, Hakan Altınay, Can Atalay, Mine Özerden, Yiğit Ali Ekmekçi ve Tayfun Kahraman, 1 yılı aşkın süredir cezaevindeyken; protestolar sırasında yaşanan can kayıpları için açılan davaların çoğu ise iyi hâl indirimleri, tahliyeler, beraatler ve takipsizlik kararlarıyla sonuçlanırken; Gezi Parkı protestolarının tarihyazımına biraz daha “adalet” ekleme ihtiyacı hâlâ güncelliğini koruyor.
Gezi eylemlerinin simgesi olan “kırmızı kadın” akademisyen Ceyda Sungur, kendisine biber gazı sıkan polis memuruna dava açıldıktan sonra “Gezi direnişinde yitirdiklerimizin katilleri ve gerçek sorumluları cezalandırılana kadar, kimse adaletten bahsetmesin” demiş ve şöyle devam etmişti: “Ne yazık ki, Ethem Sarısülük başından bir polis kurşunu ile vurulduğunda, Abdullah Cömert kafasına gaz fişeği isabet ettiğinde, Mehmet Ayvalıtaş 1 Mayıs Mahallesi’nde Gezi eylemlerine katıldığı sırada ezildiğinde, İrfan Tuna işyerinde gaza maruz kaldığında, Medeni Yıldırım Lice’de kalekol inşaına karşı pankart açtığında, Selim Önder Gümüşsuyu’nda oturan kızını ziyarete gittiğinde, Zeynep Eryaşar Gezi Parkı’nda nöbet tutan çocuklarına destek için yürüyüşe katıldığında, Ahmet Atakan katillerin cezalandırılmasını istediğinde, Ali İsmail Korkmaz dövülerek öldürüldüğünde, Serdar Kadakal çalıştığı yerin önündeki sokakta oturduğunda, hiçbirinin üzerlerinde ‘kırmızı elbise’ yoktu. Güzel gözlü kardeşim Berkin Elvan ise bakkaldan ekmek almaya gitmekten daha büyük bir suç işlememişti”.
10 yıl önce barış, huzur, kardeşlik içinde; farklılıkların zenginliğiyle yaşama ümidini herkese hatırlatan bu gençlerin arzusunun gerçekleşmesi için bir 10 yıl daha yaşlanmalarını beklememek dileğiyle…