Aralık
sayımız çıktı

Gümrük duvarları, vergiler ve ‘herkes x lira verse…’ler

ROMA DÖNEMİNDEN GÜNÜMÜZE EKONOMİ-POLİTİKA

Yunan ve 19. yüzyıl Almanya’sının seçim sistemini orijinal bir fikirmiş gibi sunan tuziad başkanları… İtalyan faşizmini kendi icadıymış gibi anlatan siyasetçiler… Bu şuursuzlar bir yana, bu kategorideki en kalabalık grup “Herkes x lira verse…” adamlarıdır (evet adamlarıdır, zira ömrümde böyle zevzekliklerle vakit kaybeden kadın görmedim). Ayrıntılar…

İlginç bir durum: Bazen geçmiş­teki kimi olguları şaşkınlıkla karşılıyor, “Allah allah, tee o zamanlar, nasıl da düşünmüş adamlar bunları” diyor; bazen de binlerce yıl önce düşünülüp uygulanmış ve çoğu hâlâ uygulanagelen şeyleri dahiyane bir fikirmiş gibi anlatıyoruz.

İlki, şüphesiz kibirden. “Tee milattan önce, bu adamlar nasıl da becermiş bu, atıyorum hidrolik mühendislik buluşlarını” derken aslında kendisinin bugünün şartla­rında bireysel olarak beceremeyeceği bir şeyi kendisinden binlerce yıl önce yaşamış bir Romalının, Atinalının, Mısırlının gerçekleştirmiş olmasına şaşıyor. Yani kendisini gidiyor, antik medeniyetlerin en yetenekli mühen­disleri, mimarlarıyla falan kıyaslama­ya kalkıyor. Nasıl ben bugün ASML’ye bakıp “vay arkadaş çip yapan makine üretiyor adamlar” veya Jeanne Gang’in binalarına bakıp “hele hele nasıl da bina yapmış kadın” falan diyorsam; o zamanlar da senin benim gibi adam­lar Flavius Sarayı’na bakıp “vay be, şu Rabirius da ne adam, nasıl da yaptı sarayı” falan diye konuşuyorlardı.

İkincisi ise daha düz bir şuur­suzluk: Bu gözler antik Yunan ve 19. yüzyıl Almanya’sının seçim sistemini orijinal bir fikirmiş gibi sunan tuziad başkanları gördü; bu kulaklar İtalyan faşizmini kendi icadıymış gibi anlatan siyasetçiler duydu. Bu şuursuzlar bir yana, bu kategorideki en kalabalık grup “Herkes x lira verse…” adamları­dır (evet adamlarıdır, zira ömrümde böyle zevzekliklerle vakit kaybeden kadın görmedim).

“Herkes x lira verse…” adamları tarih boyunca devletlerin dönem dönem kullandığı kelle vergisinden bahsettiklerini bilirler ya da bilmezler ama, vergi hadisesi tarihin başından beri bizimledir. Zira vaktin birinde bir sivri zekalı “ulan herkes bir koyun verse süper sürü sahibi olurum” diye düşünmüş ve bu fikri eyleme de geçirmiş. Tabii muhtemelen bu fikir daha önce başka sivri zekalıların da aklına gelmiştir de, herkesi birer koyun vermeye ikna edecek bilek gücü kimdeyse ilk uygulayan da o olmuştur.

Tabii nasıl hemen hiçbir şey ilk icad edildiği hâliyle kalmıyorsa, vergi de zamanla çeşitlenmiş, şekillenmiş, giderek her ülkede bin sayfalık dev bir kanunla düzenlenen karışık bir hadi­seye dönüşmüş. Eğer aklımda yanlış kalmadıysa, eski Mısır’da vergi ya mal ya da emek olarak verilebiliyor. Yani verecek malı olmayanlar, zorunlu olarak artık o dönem hangi kamu-ö­zel işbirliği ihalesi varsa -Sfenks olur, piramit olur- buralara gidip kol emeğini vergi olarak firavuna sun­mak zorunda. Sonra zamanla bunu servetin belli bir yüzdesine (Roma’da galiba %2, İslâmiyet’ten sonra İslâm dünyasında biliyorsunuz ki %2.5) çe­viriyorlar. Tabii herkesten servetinin (gelirinin değil, dikkat edin) belli bir yüzdesini nasıl alacaksın? Aklımda yanlış kalmadıysa, evvela Darius’la beraber Persler, bu vergi toplama işini delege etmeye başlıyorlar ve bölgelere atadıkları satraplara “Arkadaş senin bölgen şu kadar; sen bana her yıl şu kadar lira gönder bakalım, topladı­ğının üstü kalsın” diyorlar. Roma’da bu da özelleştiriliyor; bölgelerin vergi toplama işi ihaleye çıkıyor ve bizdeki iltizam sistemi benzeri bir sistem doğuyor. Onu da cumhuriyetin yıkılmasının ardından başa geçen Augustus “Bu ne lan, herkesi sayın kaç kişi var; kişi başına şu kadar, artı bölgenin tüm servetinin de %1’ini gönderin, ama durun ben sayacağım, girin sıraya” diyerek kaldırıyor. Tabii zamanla ek olarak Yunan şehir devletlerinden itibaren liman vergisi, katma değer vergisi, özel iletişim vergisi, özel tüketim vergisi, öpiim geçsin vergisi falan gibi ek vergiler de icad ediliyor. Bunlardan en kullanışlı olanı da kanımca gümrük vergisi.

hafiza-i-beser

Gümrük vergisi, antik Yunandan beri, yerel üreticiyi korumak ama­cıyla kullanılıyor. Tabii karşı taraf da keriz değil, “vay sen koyarsın da ben koyamaz mıyım” diyor onlar da vergi koyuyor. E bu sefer ne oluyor? İç üretimi korudun, kolladın ama elinde fazla mal var; karşı tarafa satsan karşı taraf da vergi koymuş; piyasa avantajın kayboluyor. Hah, “ihracat teşvik primi” de eğer aklımda yanlış kalmadıysa ilk olarak İngiltere’de bu gerekçeyle doğuyor. Ben bakamadım ama galiba 18. yüzyıl­daki bu icadın aynı zamanda hayali ihracatın icadına da denk düştüğüne emin gibiyim. Tabii hep dikkatimi çekmiştir; gümrük duvarlarının ardına çekilip iç üre­timi kuvvetlendiren ülkeler yeterli üretim kapasitesine ulaştık­tan sonra; ilginçtir ki serbest ticarete yanaşmayan ülkelere savaş ilan edecek, o ülkelerde darbe ter­tipleyecek kadar azılı birer serbest ticaret taraftarı oluyorlar.

Daha büyük imparatorluklarda bu gümrük vergisi işi bi­raz daha karışık ama. Eğer doğru hatırlıyor­sam, Roma ve hattâ Osmanlı gibi impara­torluklarda dışarıdan gelen mallara değil de dışarıya satılmak istenen mallara vergi uygulanıyor. O da yetmiyor, imparatorluğun kendi için­deki a noktasından b noktasına satılan mallara da gümrük vergisi geliyor. Yani Kağızman’daki tüccar aldığı nargile siparişini paketleyip Konya’ya gön­dermeye kalksa bir de gümrük vergisi ödenecek. Gerçi nargileden emin deği­lim, ona gümrük muafiyeti vardır belki ama, büyük imparatorluklarda temel ilke, önce her bölgenin kendi ihtiyacını karşılaması. Diyelim sen Konya’dasın (Kağızman’dan nargile almak için para lazım); elindeki buğdayı da İzmir’deki tüccara satmak istiyorsun. Bunun için önce Konya’nın buğday ihtiyacının karşılanmış olması gerek. Karşılandı mı? Yok, yine hemen İzmir’e satamaz­sın. Bu sefer bir de İstanbul’a soracak­sın ve ancak İstanbul’un da buğday ihtiyacı karşılanmışsa malını başka bir imparatorluk bölgesine, satabilirsin. Peki ihracat? Valla ancak ve ancak tüm ülkede ihtiyaç karşılandıysa mümkün ki, o devirde internet, lojistik yönetimi, SAP falan da yokken sen bu kontrolleri sağlayana kadar ortada ne buğday kalır ne bir şey.

Yani esas olarak küçümen ve yoğun endüstriyel üretime sahip ülkeler dışarıdan gelen mallara gümrük uygularken, daha büyük ülkeler bilakis dışarıya mal satmayıp topraklarında bolluk olsun diye uğraşıyor ve gelen değil giden mallara vergi koymayı tercih ediyor. Merkantilizmin tersi gibi yani. Derslerden aklımda kaldığı kadarıyla Mehmet Genç hoca buna “provizyonizm” diyordu. Ülkenin insanlarına sahte ve anlamsız da olsa biraz olsun mutluluk yaşatabilecek tek şey olarak uluslararası milyoncudan ucuza ıvır-zıvır almayı bıraktıysanız zaten meseleyi anlamamışsınız; basbayağı hastalığı tedavi etmek yerine semptomu baskılamaya çalışan, egzamayı fondötenle tedavi ettiğini zanneden kötü hekim gibi bir şeysiniz demektir.

Yani bu ilk sizin aklınıza gelse eyvallah da, böyle toplara 500 yıl kadar geç girince siz ihracat teşviki getirse­niz bile, bu vaziyet üretimin o kadar da rekabet edebilir olmadığı ülkelerde hayali ihracat olarak geri dönüyor. Ne bileyim, vakti zamanında bir belediye başkanının kocasını yakalamışlardı hayali ihracattan da, adam tek başına ülke ihracatının hatırı sayılır bir kısmı­nı yapıyor gözüküyordu.