Kasım
sayımız çıktı

İnönü Amerikancı mı? ‘Hadi canım sen de!’

ABD Başkan Yardımcısı Johnson’ın 1962’de Türkiye’yi ziyareti sırasında çekilen bir İnönü fotoğrafı, geçenlerde kamuoyunu epey meşgul etti. Gerçi bu ve devamındaki fotoğrafta, elinde Amerikan bayrağıyla görülen İnönü’nün, aslında Türk bayrağı da taşıdığı görülüyordu ama, bu yine de bir polemik konusu oldu. İşte o gün yaşananları baştan sona yerinde izleyip fotoğraflayan Ozan Sağdıç’ın tanıklıkları…

Bu yazı aslında, ABD Başkan Yardımcısı Lin don Baynes Johnson’un 1962’deki Ankara ziyareti sırasında, kendisinin ve ev sahibi İsmet İnönü’nün ellerine tutuşturulan “kağıt bayraklar olayı” nedeniyle geçen ay sıcağı sıcağına yazılacaktı. Ancak Ara Güler’in vefatı dolayısıyla ertelenmiş oldu. İsmet İnönü ile Johnson arasında yaşananların gerçek öyküsünü bu ay yazmak belki de daha isabetli oldu; zira 25 Aralık, İsmet İnönü’nün ölümünün 45. yılı.

O vakit ABD Başkanı J.F. Kennedy henüz sağdı (22 Kasım 1963’te suikaste kurban gitti) ve yardımcısı Johnson’un 26 Ağustos 1962 tarihinde başlayan Türkiye gezisi üç günlük bir zaman dilimini kapsayacaktı.

Ben de o tarihlerde Hayat mecmuasının Ankara bürosunda görevliydim. Benim üstümde herhangi bir şef olmadığı için, tek başıma sorumluydum. Elbette bu tür gelişmeleri en yakından izlemek doğal görevlerimiz arasındaydı.

Tartışılan fotoğraf İsmet İnönü’nün Johnson’ın Ankara’daki karşılama töreninde çekilen fotoğrafları, önceki ay siyasi tartışmalara malzeme olmuştu. Günter Reitz tarafından çekilen fotoğraflarda, İnönü’nün elinde hem Amerikan hem Türk bayrağı tuttuğu açık şekilde görülüyordu.

O zamanlar bu tür karşılamaların resmî yeri Esenboğa Havalimanı idi. Konuk cumhurbaşkanı ise cumhurbaşkanımız, başbakan ise eşdeğer mevkideki başbakanımız tarafından törenle karşılanırdı. Gelen ABD başkanı olsaydı, Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel tarafından karşılanacaktı. Johnson, Kennedy’nin yardımcısı konumunda bulunduğu için, İsmet İnönü tarafından karşılanmıştı.

Uçağın kapısında görünen Johnson’ın beraberinde eşi ve kızı da vardı. İnönü, Johnson’ın elini sıktıktan sonra, eşinin elini de kibarca öptü (Karşılaşma anlarını çok yakından izleyip fotoğrafladığım bu sahne, inşallah “Gördünüz mü, İnönü, Johnson’un karısının elini öpüyor” diye sığ bir polemiğe neden olmaz. Görgülü insanlar böyle yapar, ayrıca diplomasi de nezaket gerektirir).

Esenboğa’dan kent merkezine varış süresi yarım saat-kırk dakika arasıdır. Ankara, Dışkapı semtiyle başlar. Ama, cumhuriyet coşkusunun yoğun olarak yaşandığı günlerden söz ediyoruz. Başkent’teki Protokol Yolu’nun şimdilerde sadece adı kaldı yadigâr. Devletin konuğu halktan soyutlanarak taşınmazdı. Ulus’taki Cumhuriyet Anıtı’ndan cumhurbaşkanının mekanı olan Çankaya Köşkü’ne uzanan Atatürk Bulvarı, Ankara halkının konukları selamlama yolu gibiydi o zamanlar. Bulvar boyunca direklere 70-80 santim eninde ve 2.5-3 metre boyunda ince uzun, kırlangıç kuyruklu bayraklar asılırdı. Gelen çok önemli bir konuksa, halk yollara kendiliğinden yığılırdı. Bazen kaldırımlara ellerine kağıt bayraklar tutuşturulan okul çocuklarının dizildiği de olurdu. Bulvar boyunca belli aralıklarla selama duran Harbokulu öğrencileri de görülürdü.

İnönü-Johnson: Bitmeyen müzakere Johnson ve İsmet İnönü, Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu ile birlikte Barış Gönüllüleri Antlaşması’nı imzaladıktan sonra hatıra fotoğrafı çektirmek üzereler.

İşin magazin kısmıyla oyalanmaktansa, biraz da ABD Başkan Yardımcısı’nın karısı ve kızıyla cümbür cemaat Türkiye’yi ziyaretinin nedeni üzerine eğilmenin doğru olacağı kanısındayım. Öyle ya, bayram değil seyran değil, bu muhabbetin arkasında nasıl bir öykü yatıyor? Bilinmesi iyi olmaz mı?

Türkiye’de ve dünyada o yıllarda “vaziyet ve manzara-i umumiye” şu merkezdeydi: Adı 2. Dünya Savaşı olan, yakın çevremizde cereyan eden, milyonlarca insanın ölümüne ve maddi kayıplara neden olan büyük kavganın, tutarlı bir politika sayesinde dışında kalabilmiştik. Savaş sonrası Birleşmiş Milletler örgütüne üye olduk. Ama dünya başka tür bir savaşın içine yuvarlanmıştı. Savaştan galip çıkan Avrupa devletleri de yenilenler kadar güçsüz duruma düşmüşlerdi. Savaştan zaferle çıkan ABD bir yandan, Sovyetler Birliği bir yandan, tüm dünyanın patronu olma sevdasına kapılmışlardı. Bu iki devlet peykleriyle oluşturdukları paktlarla bir propaganda ve silahlanma yarışına girişmişlerdi. Sovyetler, Boğazlar’ın kontrolü ve Doğu Anadolu bölgemizdeki birkaç ilimiz üzerine taleplerini içeren notalar yağdırıp duruyordu. ABD ve İngiltere bize arka çıkmıştı. NATO üyesi olmak (1950) zorunlu hale gelmişti. Biz de çokpartili demokratik yaşama geçmiştik. Demokrat Parti iktidar olmuştu. Adnan Menderes’in popülist politikası, günü geldi iflas etti. Bir askerî darbe gerçekleşti. Ülke 1 yılı aşkın bir süre askeri idareyle yönetildi. Bir Kurucu Meclis oluşturulmuş, bir yandan da anayasa profesörlerinden kurulu bir kurula yeni bir anayasa taslağı hazırlatılmıştı. Sonunda seçimler yapılabilmiş ve 29 Ekim 1961 tarihinde sivil hayata geçilebilmişti. Ancak askerî vesayet döneminin izleri kolayca silinecek gibi görünmüyordu. Bu yumuşatma döneminin sorumluluğunu bir koalisyon hükümetiyle İsmet İnönü üstlenmişti.

Bayan Johnson ve Mevhibe Hanım İnönü’nün Bayan Johnson ile tanıştırılması ânı.

Batı kampının baş patronu olan ABD bir dizi şirinliklerle gönlümüzü kazanmaya çalışıyordu. 1947’de Marshall Planı’yla Avrupa ülkelerini kalkındırmak üzere 400 milyon dolarlık bir yardım paketi açılmıştı ve daha sonra Türkiye de bu plana dahil edilmişti. Doğal ve doğru bir yaklaşımla kendimizi Batı dünyası içinde ve NATO müttefiki olarak bulduk. Türkiye’ye düşen pay, genelin yüzde birbuçuğu kadardı ama, o bile ordumuzu güçlendirmeye, bazı alanlarda kalkınmamıza yardımcı olmaya yetmişti.

DP iktidarı zamanında Türk-Amerikan dostluğu zirve yapmıştı. Ne var ki, ABD ile yakınlığımız daha çok onların lehine işledi. Örneğin NATO kalkanıyla savunmamıza yardımcı olacaklar umuduyla, ülkemiz içinde üsler kurmalarına izin vermiştik. Adamlar da buralara Rusya’ya yönelik nükleer başlıklı füze rampaları kurmuşlardı. Türkiye’yi büyük riziko altına soktukları, Küba krizi sırasındaki Kennedy ve Kruşçev arasındaki pazarlıklar sırasında açığa çıkmıştı. Bütün dünyada ABD’ye başlarda duyulan sempati, sonra sonra antipatiye dönüşmeye başlamıştı. Kamuoyunda bir “Çirkin Amerikalı” portresi çizilir olmuştu.

Resmî görüşmeler sırasında Bayan Johnson’ı ağırlama, onu gezdirme işini Bayan İnönü üstleniyordu.

1960’ta işbaşına gelen J. F. Kennedy, ABD’nin imaj kaybını onarmak ve iyiliksever bir patron devlet görüntüsü yaratmak üzere olsa gerek (hadi samimi ve iyi niyetli olduğunu da kabul edelim), çeşitli girişimlerde bulunmuştu. “Gelişmekte olan ülkeler” adıyla andıkları, ama düpedüz “geri kalmış” olarak gördükleri ülkelere maddi ve kültürel yardım kampanyası. Bu amaçla, devlet desteği ile kurulan oluşuma “Barış Gönüllüleri Örgütü” adı verilmişti. Öngörülen asıl hedef de Sovyet ler’in ideolojik yayılmacılığına bir set çekmek, askerî alanda, ekonomide, bilimde ABD’nin daha güçlü olduğu noktasında bir kamuoyu oluşturmak, galebe çalmak, “dünyanın asıl en büyük patronu benim” havası yaratmaktı. Bu iş için ABD’nin kendi Dışişleri kadrosu yeterli değildi. İyi yetişmiş, fedakar gençlerden gönüllü bir kadro yaratmak gereğini düşünüyordu Kennedy. 1961 yılı hazırlıklarla ve seçilen gönüllülerin eğitimiyle geçmişti.

Havalimanında tören öncesi Johnson ve İnönü havalimanındaki törende ulusal marşların dinleneceği platforma doğru ilerliyorlar.

Barış gönüllülerinin ABD tarafından yetiştirilmeleri yetmez, görev alacakları ülkelerin rızasının alınması da gerekliydi. Bu da, projenin iyi anlatılmasına ve hedef ülkenin yöneticilerinin ikna edilmesiyle sağlanacak ikili anlaşmalarla mümkündü. İşte Başkan Yardımcısı Johnson, bu anlaşma metnini ikili müzakerelerle kabul edilmiş şekliyle sunmak ve mutabakat sağlayıp imzalamak amacıyla Hindistan, İran, Türkiye, yeni kurulmuş birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti ve Yunanistan gibi beş-altı ülkeyi kapsayan bir sempati gezisine çıkmıştı. Bazılarının sandığı gibi, gezinin Kıbrıs kriziyle bir ilgisi yoktu. O zamanlar henüz ABD ile aramız “gül be şeker” durumundaydı. Hatta bir-iki ay farkla Makarios, Ankara’da Johnson’dan daha büyük protokolle ağırlanmıştı. Zira devlet başkanı sıfatına sahip olduğu için kendisini Başbakan İnönü değil, Cumhurbaşkanı Gürsel karşılamak durumunda kalmıştı. Tabii, bir farkla… Papaz Türkiye’de gönülsüz olarak karşılanmış ve Sıhhiye civarında gençliğin yuhaları ile karşılanmıştı. Johnson ise halkın olağanüstü coşkusu ile karşılanıyordu.

İki kutuplu dünya yıllarında ABD bize bir kurtarıcı gibi sunulmuştu. Buna ek olarak Başkan Kennedy’nin kendi karizmasından kaynaklanan sempati rüzgarı, Türk kamuoyunda olumlu etkiler yaratmıştı. Bu bakımdan ABD’yi temsilen gelen Johnson’a halk büyük bir ilgi göstermişti. Bütün Ankara ahalisi yollara dökülmüştü. Açık makam arabası Ulus meydanına yaklaştığı sırada, kalabalık Sümerbank Genel Müdürlüğü hizasında bir sel halinde kaldırımdan taşarak anayolu tıkamıştı. Açık makam arabası orta koltukta Johnson ve İnönü’yü taşıyordu; kalabalık karşısında ayağa kalkmışlardı. Arka koltukta ise Johnson’un karısı ile kızı vardı. Arabanın iki yanında araç boyunca uzanan geniş basamaklar üzerinde üniformalı iki Türk subayı ile iki de sivil koruma görünüyordu. Yabancı gazeteciler düşünülerek zamanın Basın Yayın Genel Müdürü Altemur Kılıç, kamyonet benzeri bir araca iki-üç kademeli iskelemsi bir şey yerleştirip, basın için bir izleme aracı hazırlatmıştı. Ben o sırada o araçtaydım. İnönü’nün eli bayraklı fotoğrafını çeken Alman muhabir Günter R. Reitz ile yan yana, doğal olarak benzer kareler çekiyorduk.

‘Büyüklerin eli öpülür’ Johnson, Ankara’da kaldığı otelden ayrılırken Aydın apartmanının kapıcısının on yaşlarındaki çocuğunu gördü. Çocuk “Büyüklerin eli öpülür” kaidesine göre onun Türk usulü elini öptü.

Foto muhabiri dediğiniz kişi, en iyi pozu yakalamak için filme acımaz, ardı ardına defalarca fotoğraf çeker, sonra içlerinden en iyisini seçer. Alman fotoğrafçı ya da onun editörü de Amerikan bayrağını gördükleri anın fotoğrafını çekmiş ve seçmiş. O an yaşananlar için belki 36 pozluk bir kaset harcamışımdır; ama bilgisayar ortamına aktarırken, diğer anlara bakarak bana göre çok özel bir kıymeti harbiyesi olmadığından seçmemişim. Bir gün asıl filim elime yeniden geçerse bakacağım. Demem o ki, Johnson’un üç gün dolu dolu geçen ziyareti sırasında o fotoğrafın çekildiği zaman dilimi bir-iki dakikayı geçmez. İsmet Paşa’nın ve konuk Johnson’un eline tutuşturulan kağıt bayrakları nezaketen kısa bir süre içinde şöyle bir sallamalarını sözkonusu etmek, havanda su dövmekten ibarettir.

Halk coşkuluydu. Johnsonlar belki Amerika’da gezerken bile böyle tezahürata tanık olmamışlardır. Yol kapanınca bir ara arabadan indi, İnönü de onunla beraber, halkın arasına karıştılar. Çevrelerinde binlerce ve binlerce insan, koruma hak getire. Kennedy suikastından önce insanların aklına öyle şeyler gelmezdi.

Üç günlük ziyaretin bundan sonraki safhalarını özetleyecek olursak:

O tarihlerde devlet konukevi gibi bir yer yoktu. Ankara’daki en iyi otel de İzmir Caddesi’ndeki Balin Oteli’ydi, Johnson ailesi orada kaldı. Bizim büromuz hemen yanındaki Aydın apartmanındaydı. Bu durum bana kolay izleme olanağı sağlıyordu. Zamanın büyükelçisi Raymond Hare idi. İnönü ile olduğu zamanlar haricinde, Johnson’ın refakatçisi büyükelçi oluyordu. Otelden bir ayrılışında Aydın apartmanının kapıcısının on yaşlarındaki çocuğunu gördü. İşaretle yanına çağırdı, el sıkışmak üzere elini uzattı. Çocuk “Büyüklerin eli öpülür” kaidesine göre onun Türk usulü elini öptü. Hoş bir manzaraydı.

Olay ânı Johnson ve İnönü’yü taşıyan makam aracı Sümerbank önünde kalabalık yüzünden yolun tıkanması dolayısıyla bir süre ilerleyememişti. Basına yansıyan bayraklı fotoğraf burada çekilmiş (altta). Daha sonra Johnson yapılan tezahürattan etkilenmiş ve makam aracından inip halkın arasına karışmıştı. İsmet Paşa da onu izlemişti.

Anıtkabir ve cumhurbaşkanı ziyaretleri rutin ama saygı uyandıran seremonilerdi. Başbakanlık ve ona yapışık Dışişleri Bakanlığı ise resmî görüşmelerin yapıldığı yerdi. Johnson’un ziyaret nedeni olan “Barış Gönüllüleri Antlaşması”, Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu ile ABD Büyükelçisi Raymond Hare arasında son defa gözden geçirilmiş ve İnönü ile Johnson tarafından onaylanmıştı.

Konuğumuz protokole bağlı programları yerine getirdiği sıralarda eşini de ev sahibesi olarak Bayan İnönü ağırlıyor, Olgunlaşma Enstitüsü, Yardımsevenler Derneği, müze gibi yerleri ziyaret ediyorlardı.

Peki, Johnson’un başkan yardımcılığı sırasında aramız bu kadar “ballıyken”, başkanlığı sırasında onunla nasıl “papaz olduk”? İroni bir yana, aramızı açan gerçekten de bir papaz olmuştu. Johnson’un Ankara ziyaretinden üzerinden yaklaşık iki sene geçmişti. Kennedy 1963 sonlarında suikaste kurban gitmiş, Johnson ABD’nin yeni başkanı olmuştu. Kıbrıs’taki gerilim giderek artıyordu. Ada’nın görünür Cumhurbaşkanı Makarios, antlaşma koşullarına riayet etmeyerek Kıbrıs’taki soydaşlarımız üzerine çeşitli baskılar kurmak bir yana, onlara karşı fiili hücumlar başlatmıştı. Yunanistan’dan memur adı altında resmen askerler getirilir olmuştu. Artık Türklere yönelik bir soykırımdan bahsedilir hale gelinmişti. Türkiye, Yunanistan ve İngiltere garantör devletlerdi. NATO dolayısıyla ABD’nin de sözü geçiyordu. Rumlar Omorfo bölgesinde bazı köyleri kuşatma altına almışlardı. Rumların üzerinde ilk tedbir olarak Türk uçakları havalandırıldı. Diğer garantörlerin olumlu yanıt vermemesi üzerinde İnönü tek başına müdahaleye karar vermişti. Bu kararını da ABD Büyükelçisi Raymond Hare’e bildirmişti. Hare kendi hükümetinin yanıt verebilmesi için 24 saat mühlet istemişti. İstenen mühlet verildi. Sonunda Ankara’ya aslında Johnson imzalı ipe un seren bir mektup geldi. Johnson mektubunda “müzakereye devam” öneriyordu. Yunanistan müdahaleyi kabul etmeyeceği için iki NATO ülkesi arasında savaş kaçınılmaz olacaktı. Bu NATO ruhuna aykırıydı, kabul edilemezdi. ABD’nin izni olmadan yardım malzemesi de kullanılamazdı. Muhatabını küçümseyen, onur kırıcı bu mektubun en canalıcı noktası “Kıbrıs’a karşı tek başına müdahalede bulunduğu takdirde, Türkiye Sovyetler Birliği’nin mukabil saldırısına hedef olabilir. O durumda ABD ve NATO Türkiye’yi savunma külfetine katlanmayacaktır” anlamına gelen tümcesiydi. Bu bildirim karşısında ABD müttefikliğinin ve NATO ortaklığının hiçbir yararı yok demekti. Johnson mektubunu “Ben yerimden kıpırdayamam, bir derdiniz varsa gelin bana anlatın” anlamına gelen bir cümleyle tamamlıyordu. Kendisini Marko Paşa gibi görmekteydi anlaşlan.

Ziyarette roller Ziyaret boyunca halkın Johnson’a yoğun ilgisi vardı. İsmet Paşa da ev sahibi sıfatıyla Johnson’a sürekli bilgi veriyor, izahatta bulunuyordu.

İnönü’nün cevabı aynı sertlikte oldu. Yaygın bir iddiada olduğu gibi o mektupta “Yeni bir dünya kurulur. Türkiye de o dünyada yerini alır” denilmiyordu ama, o anlama da çekilebilirdi. Uzun sözün kısası, Türkiye ile ABD arasına bir buzdağı girmişti.

Johnson mektubunun yarattığı buhranlı günlerin hemen sonrasındaydı. Hayat dergisi bir aile magazini olduğu için, haberdar oluğumuz ölçüde Ankara’nın deyim yerindeyse yüksek sosyetesiyle ilgili etkinlikleri kaçırmamaya gayret ederdik. Elçiliklerdeki ulusal gün kutlamaları, izleme alanlarımızdan birisiydi. Irak büyükelçiliğindeki davete gitmiştim. Galiba benden başka gazeteci yoktu. İnönü, davetin onur konuğu idi. Onu, eşi Mevhibe Hanım’la birlikte ana salona bağlı yan salondaki kanapeye buyur etmişlerdi. Derken Raymond Hare’in yerine atanmış olan ABD büyükelçisi Parker T. Hart geldi. Onu da kanapenin yanındaki koltuğa oturttular. İsmet Paşa ile aralarında Mevhibe Hanım vardı. İnönü uzanıp Hart’ın bir kolunu “hart” diye kendine doğru çekti, kanepenin kolçağına yapıştırdı. Öbür elini sallaya sallaya dakikalar boyunca onu azarladı. Zavallı Mevhibe Hanım, bu siyasi bombardımanın ortasında kalakalmıştı.

Parker T. Hart’ın kişiliği gözönüne alınırsa, tam da o sırada Ankara’ya atanmış olması anlamlıydı. Ortadoğu’da, özellikle Arap dünyasında görev yapması için yetiştirilmiş bir elemandı. Arapça öğrenmişti. Hatta daha sonra Türkçe öğrenmeye de heves etmişti. Arap petrollerinin önem kazandığı yıllarda, ilk petrol kuyularının hemen yakınında Basra Körfezi’ndeki Zahran liman kentinde konsolosluk açma görevi ona verilmişti. Başlıca görevi Amerikan petrol şirketi ARAMCO’nun çıkarlarını gözetmekti. Sonraki yaşamında Arap dünyasında nerede bir kargaşa çıkmışsa Hare’i orada görecektik. Kendisinin Suudi Arabistan ile İstihbarat Paylaşımı adlı anı kitabı, adıyla bile birçok şeyi açıklar sanırım. Ama o bile anılarında, Johnson mektubundaki “Sizi Ruslara karşı koruyamayacağız” fikrinin çok yanlış olduğunu kaydetmiş!

İnönü muharebelerinde Mustafa Kemal’in “Siz orada yalnız düşmanı değil, Türk’ün makûs talihini yendiniz” sözleriyle taçlandırılmış; Büyük Zafer’in Batı cephesi komutanı; başarılı askerliği yanında Mudanya’da, Lozan’da, Kahire’de, Adana’da karşısına çıkmış dünyanın en büyük devletlerinin en ünlü diplomasi devlerinin hakkından gelmiş; Türkiye’nin en zirvedeki iki kurucusundan biri… Bize fedakârane bir şekilde çokpartili hayatı ve demokrasiyi armağan etmiş bir Türk evladı Amerikancı olacak! Pes doğrusu.

İnönü Amerikan bayrağı sallamış, yani Amerikancıymış, öyle mi? Tüm hayatını vatan savunmasına adamış; İnönü muharebelerinde Mustafa Kemal’in “Siz orada yalnız düşmanı değil, Türk’ün makûs talihini yendiniz” sözleriyle taçlandırılmış; Büyük Zafer’in Batı cephesi komutanı, başarılı askerliği yanında Mudanya’da, Lozan’da, Kahire’de, Adana’da karşısına çıkmış dünyanın en büyük devletlerinin en ünlü diplomasi devlerinin hakkından gelmiş Türkiye’nin en zirvedeki iki kurucusundan biri… Bize fedakârane bir şekilde çokpartili hayatı ve demokrasiyi armağan etmiş bir Türk evladı Amerikancı olacak! Pes doğrusu.

Keşke mümkün olsaydı da sağlığında böyle eften püften bir polemiği işitebilseydi. Ağzında daima çiçeklenen o ünlü yanıtını duyar gibiyim: “Hadi canım sen de!”

Büyükelçiyi ‘haşlayan’ İnönü Johnson mektubunun aktüel olduğu günlerde İnönü’nün ABD Büyükelçisi Parker Hart’ı “haşlama ânını” yansıtan bu kareler de adeta bir ibret vesikası.