Kasım
sayımız çıktı

Adalar’ı, doğayı ve tarihi kemirenler

Çamlara musallat olan asalaklar, Adalar’ın güzelim yeşil örtüsünü tehdit ediyor. Sorun yeni değil; ama 1917’de “Ada Çamlarını Muhafaza ve Teksir Cemiyeti” ve onun 27 sayfalık bir nizamnamesi vardı. Bugün kekikler, herdemtazeler, taşmeşeleri, bodur ardıçlar, lavanta veya hanımelleri de nadir doğayı koruma ve tarih bilinci taşıyanlar da.

Ada çamlarını gece pamuklu bitler sardı. Geçen yıl, önceki yıl da rastlıyorduk o asalaklara, bu yıl daha tehlikeli boyutta sarıp sarmaladıklarını gözlemliyoruz dalları.

Sonradan Türkçe’nin büyük ustaları arasına giren, Anadolu Manzaraları ve Alıç Ağacı İle Sohbetler gibi başyapıtlar veren Hikmet Birand, bir gençlik ürünü sayılabilecek Büyükadanın Yeşil Örtüsü’nde (1936, Köyöğretmeni Basımevi, Ankara), illetin yeni olmadığını gösterir: “Bir zamanlar Evkafla Belediyenin senindi benimdi diye paylaşamadıkları çamların sahipsizliğini sezen tırtıllar, pamuklu bitler ve mantarî bir çok parazitler, çamlara musallat olmuşlardır. Chinotecampa pitiocampa denilen kelebeğin tırtılları çam dallarına ağlarını kurmuşlar, yaprakları kemirmekte, fennî adı Monopklebus Helenicus olan pamuklu bitler de dallardan geçen nusgu emmektedirler. Bunlara bakan olmazsa adanın güzel çamlıklarından yakında eser kalmaz. Adada ölecek olan her çamın yerini, müdahale olmazsa, makiden gelen bir nebat alacak, yeni bir çam yetişmeyecektir”.

Ada çamlarındaki eski hastalık yayılıyor.

Bu noktada Dr. Birand Şûrayı Devlet azasından Süreyya ve Darülfünun profesörlerinden Hovasse’ın 1926 tarihli, İstanbul baskısı Ada Çamlarına Musallat Olan Böcekler broşürüne dikkat çeker. Daha öncesi vardır: 1917’de, 1. Dünya Savaşı’nın olanca vahşetiyle sürdüğü dönemde, gene İstanbul’da (Matbaa-i Amire baskısı), 27 sayfalık Ada Çamlarını Muhafaza ve Teksir Cemiyeti Nizam- namesi yayımlanır. Neredeyse yüzyıllık geçmişi olduğunu gördüğümüz bir duyarlılığın, bir kaygının kanıtı. Bu çalışmaların, girişimlerin tek açıklaması kültürel gelişkinlik cephesinden yola çıkarak yapılabilir, düşüncesindeyim.

Yeni Türkçe’nin “kültür” karşılığı önerdiği “ekin” sözcüğünü elbirliğiyle uzaklaştırmayı başardık. “Ekin”, oysa, çam ağacı dikmekle opera bestelemek arasındaki kök birliğini, kaygı ortaklığını apaçık tanımlıyordu. Bir canlı türü olarak “insan”ın varsa, olacaksa, temel ayrıcalığıydı kültürel etkinliği.

19. yüzyıl başında, İstanbul adalarının bitki örtüsünün çeşitlilik arzettiğini, buna karşılık, ağaçlık alanlarının alabildiğine kısıtlı olduğunu gezginlerin metinlerinden öğreniyoruz. Yüzyılın ikinci yarısından kalan fotoğraflara baktığımızda bu gözlemleri doğrulayan görünümler çıkıyor karşımıza. Sözgelimi, bugün Ruhban Okulu’nun bulunduğu ağaçlıklı tepede bir sıra servi göze çarpıyor eski fotoğraflarda. Çamlar, adalara özellikli bir doğal denge kazandırdığı için sanatoryum Heybeli’de açılabilmiştir. Verdiğinizin karşılığını almanızın tipik örneğidir. Şehir, böylelikle yeni ciğerler kazanmıştır. Yan kültür ögeleri çıkar karşımıza: Yesari Asım Aksoy’un şarkılarından, Ahmet Rasim’in yazılarından, Çallı’nın tablolarından çam imgesi eksik olmaz. Arıcılık gelişir bir dönem.

Yüzyıl başından zor bulunur bir belgeyi dostum Emin Nedret İşli taşıdı kitaplığından: Çift dil (eski Türkçe-Fransızca) basılmış dört sayfalık bir ‘tanıtım broşürü’ bu: Adalar’ın sıhhî çam kokuları. Saray eczacısı A. Şevket Bey ile mahdumu M. Şevket’in hazırlayıp sundukları bu esansın, kış boyu kapalı kalan evlerde, özellikle de hasta odalarında biriken ekşi kokuları bertaraf etme ve solunum yollarını hafifletip, ciğerleri açma özellikleri üzerinde ısrarla duruluyor.

“Ada Çamları Esansı” yok artık. Ada makileri arasında geniş yer tutan kekiklere, herdemtazelere, taşmeşesine, bodur ardıçlara, lavantaya, hanımeline ne sıklıkta rastlanıyor ki. 1950’lilerin büyük çiçekçilerinin yerinde yeller esiyor. Kuş ve balık çeşitlerinde ciddi seyrelme var. Deniz -Yaşar Kemal yazmıştı- çoktan küstü zaten.

Yaz boyu, özellikle haftasonları, İstanbul’un her ucundan adalara doğru hareket eden onlarca vapur, tekne, motor binlerce ziyaretçi, günübirlikçi indiriyor iskelelerde. Çekip gittiklerinde, devasa bir çöplük bırakıyorlar arkalarında: Plastik şişeler, teneke kutular, her türden katı ve sıvı atık, “mesire” yerlerini, çamlıkların ortasındaki piknik alanlarını, denizin yüzeyini kaplıyor.

1940’lı yıllarda Heybeliada sahili

Uyarılar işe yaramıyor bu yeni, vandal kültür karşısında. Yakınacak olsanız, ne seçkinciliğiniz bırakılıyor, ne “beyaz”lığınız. 1917 Nizamnamesi’ni hazırlayan derneğin üyelerinin öncülüğünü, 1926 ya da 1936 basımı botanik bilginlerinin katkılarını, şarkıları, şiirleri, kokuları hiçesayanları kınamak, neredeyse soyu tükenmiş, anakronikleşmiş davranışlar arasında görülüyor.

Tarih merakını geçmişi öğrenmeyle sınırlayamayız bana kalırsa: Şimdiki zamanı anlamlandırmayı olduğu kadar geleceği hazırlamayı da sağlayabilir bu bilgi dalı. Bugünlerde (Ağustos-Eylül 2009, Büyükada) bir açıkhava sergisiyle ön tanıtımı yapılan Adalar Müzesi önemli bir girişim. Yüzyıldan kısa bir süre içinde büyük kırılmalar yaşandı İstanbul’un takımadalarında. Kültürel mirasın bir bölüğü unutuldu ya da silindi; bir bölüğü göçetti, bir bölüğüyse yok oldu. Kalanlarla yetinmek bir yol değil: Onları koruyabilmek, yaşatıp devretmek için bile gidenlerin, yitenlerin izlerine ulaşmak, onları yanyana getirmek gerekiyor.

Ada çamlarına musallat olan pamuk bitleriyle bitmiyor iş; bırakırsanız bütün bir toplumsal dokuyu kemirmeye hazır çekirgelerin sesi gitgide yakından geliyor.

Yazarımız Enis Batur’un NTV tarih 8. sayıdaki yazısını tekrar yayımlıyoruz.