Devlet adamı ve Robert Kolej mezunu, şair, yazar, gazeteci ve politikacı Bülent Ecevit, hem entelektüel kaliteleri hem de halkçı çizgisiyle Türk siyasi tarihinde silinmez izler bıraktı. Gazeteci Ozan Sağdıç 60’lı, 70’li, 80’li yılların ve Ecevit’in kariyerindeki değişimlerin yakın tanığı oldu; fotoğraflarıyla o izleri bugüne taşıdı.
Bir foto muhabiri ya da daha geniş tanımla gazeteciyseniz ve zorunlu olarak kendinizi çalkantılı siyasal bir ortam içinde bulmuşsanız, tanışıklıkların, dostlukların nasıl ve hangi olayla başladığını kestirmek zordur. Acaba o olay mı önceydi, yoksa öbürü mü tam olarak saptamanız olanaksız. Sayın Bülent Ecevit ile tanışıklığımızın ne zaman başladığını kesin olarak anımsayamıyorum. Bu yavaş yavaş gelişen tanışıklığın başlangıcı 1960’ta ve tam da 27 Mayıs’ın sonrasındaki günlere rastlıyor.
1957’den beri milletvekili idi. Forum dergisine sanatla ilgili eleştiri yazıları yazıyordu. Ulus gazetesinde yazdığı kimi yazılarından dolayı hakkında kovuşturmalar açıldığından da haberdardım. İhtilalden sonra kurulan Kurucu Meclis’e CHP temsilcisi olarak katılmıştı. Sanırım onun yazarlıktan giderek politikacılığa evrildiği bir zaman dilimidir bu.
Ecevit’in şiirli mektubu
Ecevit’in 12 Eylül ertesi
gönderildiği Gelibolu-
Hamzakoy’dan yazdığı,
içinde o dönem henüz
yayımlanmamış “Yiten”
şiirinin de bulunduğu
mektup.
Demokrat Parti’nin iktidarda olduğu yıllarda CHP’nin malları elinden alınmıştı. CHP Genel merkezi Kızılay’da Karanfil sokağın başlarında bir binaya (belki de kiracı olarak) sığınmıştı. Genel Başkan İnönü’nün basınla temaslarında Bülent Bey’i oralarda gördüğümüz oluyordu. Aynı merkezde, kendisinin de bir basın toplantısında çekilmiş fotoğrafları var arşivimde. Elinde bir taş tutuyor ve basın mensuplarına gösteriyor. Bu neyin nesiydi? İsmet Paşa’ya atılan taş olabilir miydi, ona dair bir notuma rastlayamadım.
Daha sonra CHP’nin kendisine ait, zemin katında Ulus gazetesinin matbaasının da bulunduğu Ankara’nın Bâbıâli’si sayılan Rüzgârlı Sokak’taki genel merkezi iade edilmiş olmalı ki, parti oraya taşınmıştı. Ecevit artık genel sekreterlik makamına seçilmişti. Orada masa başı fotoğraflarını çekmiştim.
1961 seçimlerinden sonra İnönü başkanlığında koalisyon hükümeti kurulmuş, kabinede ilk kez Çalışma Bakanlığı da yer almış ve başına Ecevit getirilmişti. Ülkemizdeki çalışma hayatına büyük katkılar sağlayan ilk çalışma bakanı olarak kabinede bulunmasının anılarını taşıyan fotoğraflara da sahip olmuştum.
İsmet İnönü’nün fotoğrafları poster olarak basılıp parti örgütü tarafından dağıtılacakmış. Meslektaş olarak tanışıklığımız nedeniyle Ali İhsan Göğüş ağabeyimiz bu işi en iyi benim yapabileceğime hükmetmiş. Beni önce parti genel merkezine götürdü. Orada Bülent Bey’le buluştuk. Daha sonra üçümüz birlikte Pembe Köşk’e gittik.
İsmet Paşa genellikle vaktini geçirdiği ve konuklarını kabul ettiği camlı salonun köşe odasındaki kanepede oturuyordu. O sırada uluslararası bir beyanat hazırlaması ya da dış ülkelerden gelen bir soruya yanıt vermesi belki de bir nota verilmesi sözkonusu imiş galiba. Genel Sekreter Bülent Ecevit ile o zaman Basın Yayın ve Enformasyon bakanı olan Ali İhsan Göğüş’ün köşke çıkmalarının asıl nedeni de buymuş. Bu arada fotoğraf çekim işi de halledilsin diye düşünmüşler.
Paşa, ikisini bulunduğu kanepeye birlikte oturmaya davet etti. Yazılacak İngilizce metni kendisi dikte ediyor, Ali İnsan Bey yazıya geçiriyordu. İngilizcesinin çok iyi olduğunu bildiğimiz Bülent Bey de onun yazdıklarını dikkatle izliyor, aradabir yanlış olursa düzeltmeye çalışıyordu. Ben de o sırada kanepenin karşısındaki koltukta oturmuş, onları izliyordum. Bir yandan da kameramla durum saptaması yapmaktaydım. Bir ara Bülent Bey, metne kendisi bir sözcük eklemek istedi. İnönü hemen “orada o kelime olmaz” dedi, başka bir ifade kullandı.
Aradan pek uzun bir zaman geçtikten sonra, Ecevit’in başbakan olduğu dönemde, o günkü o kısacık diyalogu kendisine hatırlatmıştım. “İsmet Paşa haklıydı; diplomasi dilinde orada o sözcük kullanılmazmış. Ben de sonradan öğrendim” demişti. Ve sözüne şu şekilde devam etmişti: “İsmet Paşa politikada büyük bir okuldur”. Yüzüne arada geçen olayları anımsatacak biçimde biraz tuhafça bakmışım herhalde, gülümsedi, “tabii çok çalışkan öğrencisi olmamak şartıyla” diyerek sözünü nükteli şekilde bağladı.
Pembe Köşk’teki yazdırma işi bitince sıra fotoğraf çekimine gelmişti. İnönü’nün önce camlı bölmede doğal ışıkla pek çok portresini çektikten sonra, çalışmamızı kapı önünde de sürdürmüştük. Köşkün pembe duvarlarını zemin yaparak çektiğim bir portresi poster olarak basılmış ve dağıtılmıştı. Bu arada Bülent Bey’in de aynı mekânda fotoğraflarını çektim tabii.
★ ★ ★
CHP’de halk katına inmenin ilk şampiyonu genel sekreter Kasım Gülek idi. Ama onun girişimi amerikanvari bir el sıkışma düzeyinde kalmıştı. Ecevit ise çalışkan ve azimli karakteriyle “Halkçı Ecevit” olarak anılmayı lâyıkıyla haketmekteydi.
Ecevit, Atatürk devrimlerinin Türkiye’nin çağdaşlaşması yönünde bir dereceye kadar başarılı olabildiği, ancak yüzeysel kaldığı, halkın geniş kesimlerince de fazla benimsenemediği düşüncesindeydi. Bunun nedenini de, uygulamaların sağlıklı bir ekonomik düzen üzerine oturtulmadığı ve emeğin hakkını veren sosyal adaletin sağlanamadığı gerçeğine dayandırıyordu. Bu görüşleri, politika içindeki yerini “sol”da bir yerlere konumlandırıyordu. “CHP’nin yolu, ortanın solu”, o günlerde fazlaca dillendirilmiş bir sözdü.
12 Mart 1971 muhtırası gölgesinde kurulan Nihat Erim kabinesine üye verip vermeme İnönü’yle görüş ayrılığını daha da derinleştirmişti. CHP’nin 5 Mayıs 1972 tarihindeki olağanüstü kurultayında İnönü, “Kurultayın toplanmasına neden olan anlaşmazlık hem benim hem Bülent’in birlikte görev almalarıyla çözülemez” deyip noktayı koymuştu. Buna rağmen 709 üyenin oylarıyla genel sekreterliği Ecevit kazandı. Bu sonuç üzerine İsmet İnönü, genel başkanlık görevinden istifa etti. Tüzük gereği toplanan özel kurultayda, Bülent Ecevit genel başkanlığa aday gösterildi. Atatürk ve İnönü’den sonra CHP’nin üçüncü genel başkanı oldu. 30 Haziran 1972 tarihli kurultayda İnönü “Yeni genel başkanın başarılı olması için elbirliğiyle çalışılması gerektiğini” söyledi. Daha sonra 49 yıl hizmet ettiği partisinden de istifa etti. Artık CHP’de Ecevit günleri başlıyordu. Bunlar bilinen olaylar.
İnönü’ye atılan taş
Ecevit’in elinde
1959’da DP’nin baskıcı
politikalarını anlatmak
için çıktığı Ege Bölgesi
turunun Uşak ayağında
İsmet Paşa’nın başına bir
taş isabet etmişti. Ecevit
basın toplantısında o taşı
gösteriyor.
O günlerde bir gün Ecevit, Milliyet gazetesinde Mete Akyol’u ziyarete gelmişti. Öylesine bir ziyaret gibiydi ama, belli ki yaklaşan genel seçimler için basın desteği aramaktaydı. Ben de o sıralar Mete ile birlikte gazetenin magazin ilaveleri için çalışıyordum. Ecevit’i beğeniyor ve seviyorduk. Topluma umut ve taze bir heyecan veren politikasını da akla uygun buluyorduk. Gönüllü olarak destek vermeye başlamışız ve adeta çaktırmadan onun propaganda timi oluvermişiz. Gelişen gönül birlikteliği bizi olayların tam göbeğine sürükleyivermiş.
Bir süre önce, vefatı üzerine arkadaşım Mete Akyol’u anlatırken, “Akgünlere” isimli parti programını Antalya’da İncekum Moteli’nde kampa çekilip kaleme alan ekibe refakat eden iki gazetecinin biz olduğunu yazmıştım. Ama ayrıntıya girmemiştim. O iş şöyle başladı: Türkiye’de ilk seçim otobüsünü kullanan politikacı Bülent Ecevit idi. Sonra moda olan otobüslerin üzerleri platform haline getirilip, kürsü haline sokuluyordu. Bu ilk örnekte ise, otobüsün arka penceresi bütünüyle açılıyor, Ecevit elinde mikrofon, halka oradan sesleniyordu. Yolculuğumuz işte o otobüsle olmuştu. Beyşehir, Seydişehir, Akseki gibi yerlerde miting yapa yapa gidiyorduk. Ecevit’in konuşmaları halk tarafından ilgi ile karşılanıyor, sevgi gösterilerine neden oluyordu. Benim İnönü Köşkü bahçesinde çektiğim fotoğraftan yapılmış poster ellerde dolaşıyor, fırsat bulanlar gelip imzalatıyorlardı.
İncekum’da bir hafta kadar kaldık. Bildirge Bülent Ecevit’in başkanlığında Cahit Kayra, Önder Sav, Deniz Baykal ve isimlerini şu anda anımsayamadığın iki hocadan kurulu bir heyet tarafından kolektif olarak kaleme alındı. Mesai aralarında kendiliğinden bazı aktiviteler de oluşuyordu. Bülent Bey ile Deniz Baykal’ın tanışıklıkları daha yeni yeni gelişmekteydi. İkisi arasındaki masa tenisi maçı, bana aralarındaki ilk bilek güreşi gibi gelmişti. Bir ara Antalya’ya gidildi. Bir meydan toplantısında Ecevit, Antalyalılara Deniz Baykal’ı CHP’nin yeni milletvekili adayı olarak takdim etti.
Ankara’ya dönüş yolunda bildirgenin “Akgünlere” adlı bir kitap halinde basılıp yayınlanması konuşuluyordu. Kitabın kapağını yapmak da bana düşüyordu. Ankara’ya ulaştıktan bir-iki gün sonra Bülent Bey ve eşi, parti merkez heyetinden Cahit Kayra ve bir kaç kişiyle aynı zamanda büro olarak da kullandığım evime geldiler. Rahşan Hanım, Monet’nin kasvetli bir havada Paris’te Seine nehri üzerinde günbatımı ya da şafak resminin röprodüksiyonunu getirmişti. Kitabın adı madem “Ak Günlere” olacaktı, kapakta bu resmin yer alması uygun olur diye düşünmüştü. Ben ulusal bir partinin ulusal programının kapağında bir Fransız ressamının çok belirgin bir resminin bulunmasının abes olacağını söyledim. Düşüncem hemen kabul gördü. Toplantı masası gibi kullandığımız masanın başına geçtim. Bir resim kağıdı üzerinde siyah, gri, turuncu ve kırmızı pastel boyaları enlemesine sürte sürte ve birbirine yedire yedire, karanlıktan aydınlığa geçiş sağlayan degrade bir zemin oluşturdum. “CHP’nin altı oklu simgesini de bir daire içinde buraya yerleştireceğiz” dedim. Teklifim oybirliğiyle kabul gördü. Kitap o kapakla basıldı. Bir elkitabı olarak bugün bile ibret alınabilecek yönleri olan bildirgeyi adeta özetleyen baş paragraf da şöyleydi:
“Türkiye, bir hamlede bütün kamu hizmetlerini bütün yurttaşlara ve bütün yurt köşelerine ulaştırabilecek güçte olmayabilir; fakat Türkiye’nin gücü, olanakları ve kaynakları iyi değerlendirilirse, adaletli ve verimli biçimde kullanılırsa, şimdiye kadar sağlanandan ve öngörülenden çok daha kısa bir sürede, kamu hizmetlerini yurda dengeli olarak dağıtma yolları bulunabilir. Bunu sağlamak için, halkçı bir kamu hizmeti anlayışını ve çağın gereklerine uygun yeni bir ekonomik örgütlenme ve yerleşme politikasını oluşturup uygulamak, devlet yönetimindeki israfa son vermek ve halkın üretiminden emeğinden ve vergisinden biriken kaynakları, tekelci sermaye çevrelerine aktaran bir adaletsiz politika yerine, halkın hakkını halka veren bir politika izlemek yeterli olacaktır”.
★ ★ ★
Bülent Bey ve Rahşan Hanım, teşekkür niteliğinde evimize geldiler. Ben o günlerde bir Kapadokya kitabı hazırlığı içindeydim, araştırmalar yapıyordum. Bu konuda İsviçre’de basılmış çok zengin kapsamlı bir kitap vardı; pahalı olduğu için alamıyordum. Ellerinde armağan olarak o kitap vardı. İlk sayfasında Bülent Bey’in özlü bir teşekkür yazısıyla…
Partinin bol bol miting düzenlemek için parasal gücü yoktu. Kampanya gönüllülük esasına göre yürütülüyordu. Rahşan Hanım’ın etrafında gönüllü hanımlardan bir topluluk oluşmuştu. Baş yardımcısı diyebilirim ki, Mete’nin eşi Gülçin Akyol idi. Mitinglerde hatıra eşyası karşılığında bağış topluyorlardı. En başta sürüm yapan, benim çektiğim Ecevit portresiydi. Ancak başka şeyler de üretmek gerekmekteydi. Tebrikleşmelerin halen posta kartlarıyla yapıldığı bir dönemdi. Rahşan Hanım, Bulgaristan’dan satın aldıkları küçük bir kilim getirdi. Onun görüntüsünü kartpostal haline getirebilir miyiz diye. Kilimlerdeki desenler, bilindiği gibi köşeli şekillerden oluşur. CHP harflerini çeşitli biçimlerde geometrik hale getirdim. Kırmızı, beyaz ve siyah renklerden orijinal bir kilim görüntüsü elde ettim. O da çok satan eşyalar arasına girdi.
Kars’ta bir yaşlı hanım Ecevit’e “Karaoğlan” demişti. O günlerde Suat Yalaz’ın çizgiroman kahramanı olarak yarattığı, çok sevilen bir Karaoğlan tipi vardı; çocuklar kadar büyüklerden de izleyicisi pek çoktu. O sıcak karakter “halk kahramanı” olarak bir anda Ecevit’e yapışıverdi. Bu ve bazı sloganların yaygınlaşmasında Mete Akyol’un gayreti inkâr edilemez. Doğuda, batıda her yerde dağlara taşlara beyaz boyalarla “Karoğlan” ve “Umudumuz Ecevit” yazıları yazıldı.
Seçim öncesi İstanbul-Taksim mitingi dehşet kalabalıktı. Orada salınan güvercinlerden biri, konacak bir yer bulamadığı için gidip, kalabalığa göre yüksek bir yerde olan Ecevit’in omzuna konmuştu. Hemen akla liderin güvercinli bir posteri olsa ne iyi olur düşüncesi düştü. Bir-iki foto muhabiri uzaktan fotoğraf çekmişti. Ancak o fotoğraflar poster yapmaya uygun değillerdi. İş özel bir fotoğraf çekimine bakıyordu. Bülent Bey, Mete ve ben eşlerimizle birlikte bizim evde buluştuğumuz bir akşam, olasılıkla koruma polisi olan bir memur bize iki güvercin getirdi. Ben aşağıdaki stüdyomdan ışıklar çıkarmıştım. Beyaz zemin olarak seyyar projeksiyon perdemi kullanacaktım. Ancak güvercinler poz vermeye alışmamışlar. Bülent Bey’in omzuna koyduğumuz anda pırrr diye uçup kütüphanenin üzerine konuyorlardı. Onları bir türlü orada bir saniye olsun durduramadık. Hatta bir tanesi bir anlık projeksiyon perdesinin üzerine tüneyip kakasını yaptı. Cam kristali kaplı beyaz perde üzerinde asla silinemeyecek imzasını bıraktı. Omuzda durmayan hayvancıklar için son bir çare olarak Bülent Bey’in eliyle tutmasını denedik. Öyle fotoğraflar çektik. Onlar da çok yapmacık kaçtıkları için kullanamadık.
Bir de Van maceramız var. Van’a uçakla gitmiştik. Güzel bir miting olmuştu. Bizi uçağa götürecek otobüsü halk ikide bir durduruyor, sevgi gösterileri yapıyordu. Bunlarda birinde bir delikanlı birazcık büyümüş bir Van kedisi yavrusunu Ecevit’in eline tutuştuverdi armağan olarak. Beraberinde ne bir kutu ne bir kafes. Ecevitlerin kedi sevgisi malûm. Üç beş dakika sevdiler okşadılar ama, kedi yabancılık çekiyor, ürküyor, ortamdan kurtulmaya çalışıyor, tırnaklarını oraya buraya geçiriyor. Bir türlü baş edemiyorlar. Kafilede benden başka kedi seven yoktu herhalde ki kimse Ecevitleri o durumdan kurtarmaya yanaşmıyordu. Ben fedailik ettim, kediyi ellerinden aldım. Uçağın en arka koltuğuna geçip oturdum. Motor gürültüsünden insan bile ürker. Ürkmüş bir kediyi iki saat boyunca elinde tutmaya çalışmak cehennem azabı imiş meğer. Ellerim tırnak yarasından perişan olmuştu. Sonraki yıllarda “Ne cefalar çekmedim ben Ecevit’in güvercininden ve kedisinden” diye şakasını yapmaktaydım artık.
Ankara’da Tandoğan Meydanı’nda yapılan miting de o güne kadar o alanda yapılan toplantıların en büyüğü olmuştu. Mitingten sonra Anıtkabir’e yürünmüştü. Anıtın geniş avlusu kalabalığı almamıştı.
Karınca kararınca katkı sağladığımız 1973 seçimleri sonucunda Ecevit başarı sağlamıştı. CHP birinci parti olmuştu. Ancak çoğunluk sağlanamamıştı, koalisyon kaçınılmazdı.
Onu artık başbakan olarak izliyorduk. Kıbrıs Barış Harekâtı, Amerikan ambargosu, enerji sıkıntısı, Ecevit’in deyimiyle “tarihsel yanılgı” olan CHP-MSP koalisyonunun bozulması, Milliyetçi Cephe hükûmetinin kurulması, zaman zaman asker gölgesi, sağ-sol çatışmasının zirve yaptığı on yıla yakın bir zaman dilimi, nihayet 12 Eylül Kenan Evren darbesi bilinmeyen şeyler değil.
★ ★ ★
12 Eylül 1980 tarihinde, sabah çok erken bir saatte Esenboğa’dan Almanya’ya transit olarak geçecek Lufthansa uçağına biletim vardı. İki yılda bir Köln’de düzenlenen fotoğraf ve sinema fuarına gitmek niyetindeydim. Valizimi hazırlamıştım; içine belki oralarda bir-iki dosta rastlarım düşüncesiyle dört-beş tane de yeni şiir kitabımdan koymuştum. Bana hizmet veren şoför arkadaşa da sabah saat dörtte gelip beni almasını tembih etmiştim. Arkadaş gece 12.00 civarında telefonla aradı. “Durağa zabıtalar geldi, evlere gitmemizi söylediler. Trafiğe çıkmamıza izin vermiyorlar” dedi. Yapılacak bir şey yoktu. Zaten beklenen bir şeyler vardı.
Evimin Milliyet gazetesi Ankara bürosuyla karşı karşıya olduğunu bilmem söylemiş miydim? Saat 03.00’te büronun ışıkları yandı. Odaların tek tek aydınlanması bütün elemanların sırayla gelmekte olduklarını gösteriyordu. Ben de hemen karşıya geçtim. Büro şefi Orhan Tokatlı’nın o zamanlar yeni moda olan çanta şeklinde bir transistörlü radyosu vardı. Nasıl modüle edilmişse, polisin ve sıkıyönetimle ilgili askerî birliklerin telsiz konuşmalarını da alıyordu. 12 Eylül darbesinin bütün eylemlerini radyodan canlı izleyebiliyorduk. Saatlerin nasıl geçtiğinin farkına bile varmamıştık. Tokatlı’nın odası sürekli bir haber masası faaliyeti içindeydi. Öğlene doğru, yani saat 11’de filân “bu iş bitmiştir arkadaşlar” dedi. Cebimdeki uçak biletini çıkardım. “Ben bu sabah Almanya’ya uçacaktım. Biletim de yandı” dedim. Tokatlı “Çıkabilirsin arkadaş, bu gibi durumlarda uçak biletin yanmaz” dedi. “Ama duymadın mı, yurtdışına çıkış yasağı var” dedim. “Yasak görevli gazetecileri kapsamıyor. Fuarı izlemek senin görevin değil mi kardeşim!?. Merkez komutanlığının bildirisi var. İstersen sorayım, bak” dedi. Merkez komutanlığına telefon açtı. “Komutanım arkadaş yurtdışına çıkabilir yani, değil mi” dedi.
İlk tarifeli uçak galiba gece saat 02.00 civarında geçecekti. Saat 20.00 gibi Esenboğa’ya gittim. Ajans haberleri Demirel ve Ecevit’in askerler tarafından Çanakkale’ye gönderildiklerini, Alparslan Türkeş’in aranmakta olduğu haberini geçiyorlardı. Henüz Gelibolu’nun ve Hamzakoy’un adı anılmıyordu. Zarflanmış kitaplardan bir tanesini elime aldım, üzerine “Sayın Bülent Ecevit – Askerî Garnizon Komutanlığı – Çanakkale” yazıp Havaalanı PTT şubesine götürdüm. Bankoda iki memur vardı. Paketi alan memur, adresi görünce arkadaşına gösterdi. O da “bize ne” der gibi omuz silkti. Pulların üzerine 12 Eylül tarihli posta damgasınıda vurdular.
Uçaklara geçiş kapısının önüne bir masa koymuşlar. Başında havacı iki subay oturuyor. Önce “Çıkışlar yasak” dediler. Onlara Merkez Komutanlığı ile görüştüğümüzü söyledim. “Bir de biz soralım” deyip biri telefon açtı. “Başüstüne efendim, tabii, tabii. emredersiniz komutanım” dedikten ve telefonu kapattıktan sonra bana “Geçebilirmişsiniz kardeşim” dedi. Havacılar şenlikli insanlardır, bilirim; gülerek “Hatta ağzımıza bile edebilirmişsiniz” diye de ilâve etti. Pasaportuma da 12 Eylül 1980 çıkış damgası vurulmuştu.
Avrupa’da beş-on gün kadar dolaştıktan sonra yurda döndüğümde evimde Bülent Bey’den 25 Eylül 1980 tarihli bir teşekkür mektubu buldum. Demek ki gönderi adresini yalan-yanlış yazdığım kitabım ona ulaştırılmış. Öyle anlaşılıyordu ki, ona Hamzakoy’da ilk merhaba diyen de benim gönderim olmuş. Mektubunda kitabımı “burada almak Rahşan’ı da beni de özellikle sevindirdi” tümcesini “burada” ve “özellikle sevindirdi” sözcükleriyle vurgulamış olması çok manidardı. Benim şiirlerimden “Erozyonlar” ve “Boğuk Özgürlük” gibi bazılarına değinmeler yapıyordu. Bir de “şimdilik yayınlamıyorum” kaydıyla “Yiten” adlı bir şiirini de eklemiş. O şiir sonradan galiba yayımlandı.
Bir dostluğun öyküsünü şimdilik burada kesmek yerinde olacak. Daha sonra yaşananlar bir başka yazının konusu çünkü…
Türk siyasetinin
unutulmaz çifti
Rahşan Ecevit ‘başarılı
erkeğin arkasındaki kadın’
klişelerinden değildi.
Ölümüne kadar Bülent
Ecevit’le yanyana, onun
başarılarının en büyük
destekçisi ve pay sahibi
oldu.