15. yüzyıl ortalarında Avrupa derin bir Ortaçağ karanlığı içindeyken, Doğu’da önce Timurlu Devleti’nde, sonra Fatih’in idaresindeki Kostantiniyye’de bilimin ışığı parlıyordu. 1473’te istanbul’a yerleşen ve Ayasofya Medresesi müderrisi olan Ali Kuşçu’dan sonra, başını Mollâ Güranî’nin çektiği şeyhülislâmlar ve dinî liderlerin anlayışı hakim olacaktı.
Geçen sene bu tarihlerde (7-22 Kasım 2023) gerçekleşen UNESCO 42. Genel Konferansı’nda, “Ali Kuşçu’nun Vefatının 550. Yıl Dönümü” anma ve kutlama programları arasına alındı. İlhanlılar ve Timurlu Devleti devrinde büyük gelişme gösteren Türkistan kökenli biliminsanlarının son parlak yıldızlarından olan Ali Kuşçu’nun, günümüzde Özbekistan’ın önemli şehirlerinden Semerkand’da 15. yüzyılın ilk yıllarında doğduğu tahmin ediliyor. Doğup büyüdüğü Türkistan muhitinden başka Çin’den İstanbul’a uzanan bir hat boyunca bilim güzergahının seyyahı olan bu büyük insanın dünya çapında anılması elbette önemlidir. Özellikle son 2 yılını Türkiye’de geçirmesi ve Fatih Sultan Mehmed devrinde medrese eğitim sisteminin oluşturulmasında, Molla Hüsrev ve Sadrazam Mahmud Paşa ile birlikte bilimsel müfredatın belirlenmesi işinde yer alması onu bilim tarihimizde de mümtaz bir mevkiye oturtur. Ali Kuşçu bilim yolunda tüketilen bir ömrün sonunda, İstanbul’da, 17 Aralık 1474 (7 Şaban 879) tarihinde öldü ve Eyüp mezarlığına gömüldü.
Timurlu Devleti’nin kurucusu Emir Timur’un 1405’te ölümünden sonraki kargaşa yatışınca, oğlu Şahruh 1409’da tahta geçti; oğlu Uluğ Bey’i ise Semerkand merkezli Maveraünnehir bölgesinin yönetimine getirdi. Uluğ Bey iyi bir eğitim gördüğü matematik ve astronomi alanında, daha babasının sağlığında başladığı çalışmaları çok üst seviyeye çıkardı. Çağının en büyük matematik ve astronomi bilginlerinden Uluğ Bey, kültür, sanat ve bilimde “Timurlu Rönesansı” denilen zaman diliminin en önemli unsurudur. 1420’lerde devrinin en büyük bilim merkezi olan Semerkand Gözlemevi’ni Gıyasüddin Cemşid’e kurdurduğunda, Avrupa ulusları Ortaçağ’ın en karanlık zamanlarını yaşıyordu. Cemşid ve Bursalı Kadızade-i Rumî’nin kısa aralıklarla ölümlerinden sonra bu gözlemevinin başına geçen Ali Kuşçu; bir anlamda gelişmiş bir akademi olan merkezde, farklı uluslardan araştırmacılarla birlikte bilimsel çalışmalarını sürdürdü. En büyük koruyucusu, hocası ve dostu ise Uluğ Bey’di. Batı dünyasında Kopernik (1473-1543) ve Kepler (1571-1630) ekolleri ortaya çıkıp, İslâm dünyasında eski Yunandan alınıp geliştirilen Batlamyus anlayışı terkedilinceye kadar; Uluğ Bey’in düzenlediği “zîc”, yani gökyüzü ve yıldızların cetvel katalogları en mükemmel referanslardı.
Babası Şahruh’un 1447’de ölümüyle Timurlu hükümdarı olan Uluğ Bey, birdenbire taht kavgasının içine düştü. Ülkede genel bir hoşnutsuzluk ortamı oluştuğu, Uluğ Bey’in hükümdarlığına yansıyan biliminsanı kimliğiyle üretilen politikaların, halkın ve yönetici sınıfın taleplerini karşılayamadığı iddia edilir. Öte yandan genel olarak Uluğ Bey’in yönetim anlayışını gayri İslâmi bulan; kelam ve felsefe üzerinden gelişen düşünce iklimini zındıklıkla eş tutan; daha da üzücüsü, gözlemevi ve astronomiyi uğursuz gören Türkistan tasavvuf akımlarının en büyüklerinden birinin muhalefetiydi: Nakşibendî tarikatının şeyhi Hace Ubeydullah Ahrar ve müritleri.
Bu çağda İran ve Anadolu’daki tasavvuf akımları serbest fikirli olmaları ve batınî özellikleriyle bilinirken, Türkistan’daki tarikat anlayışında şeriatın zahirî yüzüne bağlılık had safhadaydı. Timurlularda hukukun yasa veya şeriata dayanması hükümdarın ve çevresindekilerin tercihine bağlıydı. Uluğ Bey’in dedesi Timur gibi yasa temelli yönetim anlayışının aksine, oğlu Abdüllatif ulemaya yaslanarak şeriat hukukunu öne aldı. Tahtı ele geçirmek için babasının üzerine askerî harekât düzenlediğinde, tarikat zümreleriyle ittifaka girdi. Mücadele sonunda 1449’da Uluğ Bey yenildi ve kurulan şer’i mahkemede şeriata muhalefetten suçlu bulunarak ölüm cezasına çarptırıldı. Oğlunun iktidarını kabul etmek ve Semerkand’ı terkedip hacca gitmek şartıyla idam cezası geri alınsa da, yola çıktıktan 2 gün sonra feci bir şekilde öldürüldü. Ancak bu hadiseden yine 2 gün sonra, bu defa da Uluğ Bey’in ölümünü onaylayan oğlu Abdüllatif de öldürüldü. Sonraki hükümdarlar zamanında ise fiilen tarikatların iktidarı başladı. Arası çok geçmeden Semerkand Gözlemevi ortadan kalktı, bilimsel çalışmalar durduruldu. 20. yüzyıl başlarındaki kazılardan elde edilen bilgilere göre, o devirde yakılıp-yıkılmıştır.
En büyük koruyucusunu kaybederken muhtemelen ülkenin düştüğü karmaşa ortamında canına kastedilmesinden korkan Ali Kuşçu ise, vakit geçirmeden hacca gitmek üzere Timurlu toprağını terkederek Akkoyunlu Devleti’nin Tebriz kentine ulaştı. Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın iltifatına mazhar olarak oraya yerleşti. Akkoyunlu-Osmanlı geriliminin arttığı sıralarda, Uzun Hasan’ın uzlaşı maksadıyla elçi olarak İstanbul’a gitmesi teklifini kabul etti. İstanbul’daki elçiliğinden sonra Tebriz’e döndü ve burada bir süre yaşadıktan sonra, Fatih Sultan Mehmed’in isteği üzerine tekrar İstanbul’a gitmeye karar verdi. Kalabalık ailesi ve yakınlarıyla birlikte 1472 sonu veya 1473’ün başlarında kesin olarak İstanbul’a yerleşti. Hemen peşinden 5-6 ay sonra Fatih’in Uzun Hasan üzerine seferine davet edilerek, Ağustos ayındaki Otlukbeli Savaşı’na katıldı. Savaşı kazanan Fatih’e bu arada yazdığı Fethiye adlı kitabını sundu.
İstanbul’a yerleşince Ayasofya Medresesi müderrisliğine getirilen Ali Kuşçu’nun, Fatih Sultan Mehmed tarafından kurulan yeni medrese sistemine katkıları büyüktü. Geleneksel medrese eğitiminde Arap dili ve edebiyatı, tefsir, hadis, fıkıh dersleri gibi “naklî ilimler” birinci derece sayılırken; felsefe, matematik, astronomi gibi “aklî ilimler”e “cüz’iyat” denilerek pek önem verilmezdi. Fatih Camii çevresinde yeni yeni kurulan Sahn-ı Seman Medreseleri’nde “aklî ilimler”e de müfredatta ağırlıklı olarak yer verilmesinin Fatih’in talebi olmakla birlikte, bunda Molla Hüsrev ve Ali Kuşçu’nun belirleyici olduğu iddia edilir.
O sıralarda İstanbul Kadısı olan Molla Hüsrev, Ayasofya Medresesi’nde ders vermekteydi. Tam bu vakitlerde bir düğünde Fatih’in sağına Mollâ Güranî’yi soluna Molla Hüsrev’i almak istemesiyle yaşanan protokol krizi, Hüsrev’in İstanbul’u terkedip Bursa’ya yerleşmesine sebep oldu.
Gönlünü almak isteyen Fatih, onu tekrar İstanbul’a davet etti ve müftü tayin etti (şeyhülislâmlara o devirde müftü denilirdi). Ali Kuşçu İstanbul’a geldiği zaman Molla Hüsrev şeyhülislâmdı; ikisi de Ayasofya Medresesi’nde ders verdiler.
Ali Kuşçu’nun İstanbul’daki ilim çevreleri tarafından nasıl karşılandığına dair kısıtlı malumata sahibiz. Daha İstanbul’a adım attığı anda kendisini karşılamaya memur edilen Hocazade Muslihiddin ile Üsküdar’dan karşıya geçtikleri kadırgada med-cezir üzerine ilmî tartışmaya tutuşmaları; İstanbul ulemasının ona karşı üstünlük gösterme gayreti içinde bulunmasıyla ilgilidir şüphesiz. Fatih’in Ali Kuşçu’yu fazlasıyla takdir etmesine; Molla Hüsrev, Molla Lütfi, Sinan Paşa gibi âlimlerle ilmî çalışmalarda bulunmasını desteklemesine rağmen; Adnan Adıvar’ın belirttiğine göre (MEB İslâm Ansiklopedisi), Ali Kuşçu memleketine yazdığı bir mektupta İstanbul ulemasından bir grubun hasedini çektiğinden şikayet etmiştir.
Şimdiye kadar hiç değerlendirilmeyen bir mektupta, bu şikayetin hangi çevrelerden kaynaklandığına dair ipuçları bulunmaktadır. Yazımızın esas belgesi olan bu tarihsiz mektup, Topkapı Sarayı Arşivi’nden Osmanlı Arşivi’ne devredilen Mollâ Güranî’ye ait belgeler arasında “BOA.TSMA.e 745/12” künyesiyle bulunmaktadır. Molla Hüsrev’in 1480’de ölümünün ardından şeyhülislâm olan Mollâ Güranî (14161488) tarafından Divan-ı Hümayun üyesi vezirlere yazılmıştır.
Murad devrinde Memlûk Devleti’nden Bursa’ya gelen Mollâ Güranî, şehzadeliğinde Fatih’in hocası olmakla ün kazanmıştı. Çağının en önde gelen İslâm âlimleri arasında yer alır. Mollâ Güranî’nin kendisine teklif edilen şeyhülislâmlığı kabul etmesi için belli şartların yerine getirilmesini istediği mektup, kültür ve siyaset tarihimizde kimi muğlak meselelere ışık tuttuğu kadar kimi hususları daha da karıştırması bakımından önemlidir. Dergi yazısı boyutunu aşacak derecede karışık noktaları, kronolojik çelişkileri, daha kapsamlı bir yazıda incelemek üzere, şimdilik Ali Kuşçu ve Molla Hüsrev ile ilgili bölümleri ele almakla yetiniyoruz.
Dua cümlelerinden sonra konuya girildiğinde ilk cümlede “Hüsrev Allah’a müntakil oldu” denilmesi, mektubun Molla Hüsrev’in 1480’de ölümünden sonraki bir tarihe ait olduğunun delilidir. İlk elde eleştirilen, hattâ “habis=alçak” denilerek hakaret edilen kimliği meçhul vezirin irdelenmesini sonraya bırakarak, “El-ân ol bî-dîn cahil Varsak istiklâlen fetva virir” cümlesinde kastedilenin Şeyhülislâm Molla Hüsrev olduğunu söyleyebiliriz.
Osmanlı Devleti’nin ilk 10 padişahı zamanında yaşamış âlimler hakkında yazılmış en kapsamlı kaynak olan Taşköprülüzade Ahmed Efendi’nin Arapça yazdığı eş-Şekaiku’n-Numaniye adlı eseri 1558’de tamamlanmıştır. Bu eserde Molla Hüsrev tanıtılırken, babasının “ümera-i Ferasiha’dan” olup Müslümanlığı sonradan kabul ettiği yazılıdır. Taşköprülüzade, Anadolu’nun Oğuz boylarından Varsak veya Farsak adıyla bilinen kabilenin ismini çoğul hâle getirirken Var-saklar demek istediğinde, bunu Arapçalaştırarak “Ferasiha” demeyi tercih etmiş. Kendinden sonra gelen Şekayık mütercimleri “Ümera-i Ferasiha” tamlamasını anlayamadıklarından “Ümera-i Françe’dendir” yani “Fransız beylerindendir” diye çevirmişler ve o yanlış tercüme nedeniyle uzun yıllar boyunca Molla Hüsrev’in Fransız dönmesi olduğu yazılmıştır (ara sıra işin doğrusunu yazanlar çıkmışsa da son yıllarda moda olan “dönmelik” konusunda kalem oynatanlardan Soner Yalçın, Efendi 2 adlı kitabında iki rivayeti birden aktarmasına rağmen, kendince bazı nedenler sıralayarak “Fransız dönmesi olduğu akla yakın gelmektedir” demekte sakınca görmemiştir).
Taşköprülüzade’den en azından 75 yıl önce Mollâ Güranî, yakından tanıdığı Molla Hüsrev’i aşağılamak, küçümsemek için de olsa “Varsak” hitabıyla anarak, bize asırlar sonra işin doğrusunu bu mektupla aktarmaktadır. Yaşadığı süre boyunca sert bir rekabete giriştiği, kitapları, görüşleri üzerine reddiye niteliğinde risaleler (Vela Risalesi) kaleme aldığı Molla Hüsrev’i ölümünden sonra kötülemekten, üstelik “bî-din” yani “dinsiz” demekten çekinmemektedir. Bununla da yetinmeyerek konunun asıl can alıcı noktasına gelmekte, Ali Kuşçu’nun Semerkand’dan küfür ve felsefe için, Molla Hüsrev’in küfür ve ilhad için getirildiğini iddia ederek, “hâlen şeyh-i ilhaddır” sözüyle “mülhidlerin, sapık dinî anlayış sahiplerinin şeyhidir” demektedir.
İşte burada failin kim olduğu; kimin küfür, ilhad ve felsefe için adı geçen âlimleri getirdiği meçhul kalmaktadır. Anlaşılan o ki İstanbul’da yeşeren ilim ortamında Fatih’in yapmak istediği atılımları gerçekleştirmek için yanına topladığı ilim adamlarının felsefeyle, astronomiyle, kelamla ilgilenmelerinden rahatsız olan bir zümre vardır. Aynı Semerkand’da Uluğ Bey’in yapmak istediği bilimsel atılımın önünü kesen bir zümre olduğu gibi, bunların İstanbul’da da karşılığı bulunmaktadır.
Ahmet Yaşar Ocak, o devrin zındıklık, mülhidlik suçlamalarını çok ayrıntılı incelemiştir. En azından Molla Lütfi’nin zındıklık suçlamasıyla mahkemeye çıkarılıp idam edilmesinde; o çağda medrese ekolleri ve farklı İslâmi anlayış çevreleri arasında kökü eskiye dayanan bir rekabetin veya itikadi çekişmenin varlığına dair bir ipucu bulunamamıştır. Molla Lütfi’nin bizzat Ali Kuşçu’dan ders görmesi; onun vasıtasıyla Kadı Hızır Bey oğlu Sinan Paşa’nın da Ali Kuşçu ekolünde yer alması; Karamanî Mehmed Paşa ve hamisi Veziriazam Mahmud Paşa’nın da birlikte hareket etmesi nedeniyle; belki bunları topyekûn “Semerkand ekolünün İstanbul şubesi” olarak değerlendirmek gerekecektir. Mutlaka bu isimleri biraraya getiren en etkili bilimsel kişilik Molla Hüsrev’di. Dolayısıyla Mollâ Güranî ve mektupla etkilemek istediği Divan-ı Hümayun’daki vezirler kimlerse, Molla Hüsrev ve ekibinin karşıtlarıydı.
Kısaca belirtmek gerekir ki; Mollâ Güranî mektubunda Ali Kuşçu ve Molla Hüsrev için çekinmeden sarfettiği küfür ve ilhad suçlamalarının sonuçlarını göremeden 1488’de öldü. Açtığı yolun, etkilediği ulemanın Osmanlı zihniyetini yavaş yavaş ele geçirdiği kuşkusuzdur. Öyle ki Osmanlı bilimsel ortamında ilerlemeye yönelik atılımların son örneği olan, Takiyyüddin Efendi’nin Tophane/Cihangir sırtlarında 3. Murad’ın izniyle 1577’de kurduğu gözlemevi, yine aynı padişahın 1580’deki emriyle yıktırılmıştır. Emrin arkasındaki gerçek sebep, Şeyhülislâm Kadızade Ahmed Efendi’nin Semerkand’da Uluğ Bey’in gözlemevine tepki gösterenlerin mantığıyla hareket ederek “gökyüzünü inceleyen, bunlarla uğraşan devletler, toplumlar kısa zamanda felakete sürüklenir” şeklinde verdiği fetvaydı.
Bundan sonraki asırlarda Kâtip Çelebi’nin haklı olarak yakındığı gibi medreselerde aklî ilimler müfredat dışına itildi. Gökbilimi ile uğraşmak sadece eşref saatlerin, uğurlu zamanlarla namaz vakitlerinin tespitine münhasır kaldı. Ordunun sefere çıkmasından herhangi bir binanın açılışına, yelkenlilerin denize indirilmesine, hattâ kıyılacak nikah ve ardından zifaf saatine kadar her şey müneccimlerin belirlediği saatte yapılır oldu. Takiyyüddin Gözlemevi’nin yıktırılmasından sonra 1868’e kadar İslâm dünyasının bir rasathanesi olmadıysa, bu Uluğ Bey’den Ali Kuşçu’ya, Molla Hüsrev’den Takiyyüddin’e kadar bir zincirin halkalarının erkenden koparılıp atılması nedeniyledir.
550. ölüm yılında Osmanlı topraklarında astronomi ve matematik bilimlerinin ilk halkasını oluşturan Ali Kuşçu’yu saygıyla anıyorum.
1 BELGE’NİN BELGESİ
MOLLÂ GÜRANÎ’NİN MEKTUBU (1480 SONRASI)
‘Bunlar dinsizdir, sapıktır; küfür ve felsefe için getirilmiştir’
Şeyhülislâm Mollâ Güranî’nin (1416-1488) Divan-ı Hümayun üyesi vezirlere yazdığı, Ali Kuşçu ve Molla Hüsrev’e yönelik ağır hakaret ve suçlamalarla dolu mektubu.
Paşayân-ı İzâm
Erkân-ı devlet-i kāhire ve anâsır-ı saâdet-i bâhire ve ma’den-i ahkâm-ı nâşire ebkāhumullahü li-nizâmi’d-dünya ve’d-dîn ba’de tahiyyeti a’taru mine’n-nesîm ve a’zebü mine’t-tesnîm âlî hazretlerine mahfî değil ki, ol vakit ki Hüsrev Allah[’a] müntakil oldu, bu muhlisa Sultan Mehemmed mübâlağât idüp “fetva virsünler” deyü mürtekib olmadım. Âhir ba’de’l-mübâlağât ol habîs ki vezîr idi. Ben didim ki “fetva neylersiz ki nass-ı Kur’an’dır vârise virmezsiz, vasiyet-i mûsâ-leh virmezsiz” mürtekib olmadım. Badehu ki Allahü Teala zıll-ı hümâyûn-ı ilâhî padişahımız hullidet hilafetuhu taht-ı saâdete müstevlî olduğu vakit redd-i mezâlim ve âsâr-ı bid‘[i] ref idüp bu muhlisa iki kadıasker âdem gönderüp ki hazret-i a‘lâ a’lallahü şânehü fetva buyurdu. Ben eyitdüm ki “Gazzâlî İhya’da demişdir ki şart-ı müftî budur ki on ma’nâdan ihtirâz ide. Lakin padişahın emri mutâ’dır kabul iderim, tevfîk min-Allah”. Dediler ki “Brusa’da ve Edirne’de müftî komağa izin varsa koyalım” murâdı bu ki beni ri‘âyet eyler “revâdur” didim. El-ân ol bî-dîn cahil Varsak istiklâlen fetva virir. Andan sizlere ma‘lûm ola ki Varsak didüğim mecâz değil. Babası Varsak Edirne’ye geldi. Bu şakî nefy-i neseb itdi. Atası ağlayu ağlayu gitdi. Ehl-i ilm hep bilür. Ve hadîs-i Buhârî der ki “men intesebe ilâ gayri ebîhî fe’l-cennetü aleyhi haramun.” İmdi Varsak ol vakit ki Dârülhadîs-i Edirne’de muîd oldu, Acem Kâsım İslam’a mersiye itmişdi, beynennâs ma’rûfdur. Ve badehu Manisa’da on akçeye müderris oldu. Ve ol eyyâm ki Ali Kuşçî’[yi] Semerkand’dan küfür ve felsefe içün getürdiler. Varsak’ı küfür ve ilhâd içün getürdiler. El-ân Şeyh-i ilhâddur. Avâm[a] telkîn ve tevbe virir. Üşte bir fetvası; İstanbul kadısı bize gönderdi. Kenarında hatasını yazıpdur. Cehlinden şikâyet eyler. “Çok buncılayın mühmelât yazar” dir. Kıyas eylen ki bir nakl-i şehâdet içün kadıyla bile görsün denilmiş. Bir ay mikdârı oturdular, mirâren cem’ oldular. Mesele[y]i fehm itmedi. Eğer maksud budur ki ben fetvaya mübâşir olam padiş bir hüküm gönderesiz ki yasak ideler. Ve hem evkafdan Varsak kütüb-i fetva almışdır. Andan alup bize göndereler ve illâ elüme kalem almazam. Hazret-i A’lâya arz eylen. Şimdi fetva yazmazam. Tâ bu didüğüm kazıyyenin cevâbı gelmeyince şehir kadısına. Bâkî devlet dâyim ve kāyim bâd.
Muhibbühüm el-Müştâk Gürânî