Kasım
sayımız çıktı

Anadolu insanı için vatanı müdafaa etmek aynı zamanda sevaptı

Anadolu’da yaşayan insan öteden beri oturduğu yere sahip çıkmış ve bu direnişini Millî Mücadele dönemine kadar götürmüştür. Türk milletinin moralinde, direncinde, bugüne uzanan ve somutlaşan durum budur. Bu insanlar için vatan sevgisi bir iman-inanç alanıydı. Vatanı sevmek, vatanı müdafaa etmek aynı zamanda büyük bir sevaptı.

Benim görebildiğim şey şudur; yakmalar, yıkma­lar, savaşlar, hastalıklar… Bütün insanlık için ama özellik­le de Anadolu Yarımadası’nda yaşayanlar için büyük sorunlar getirmiş. Anadolu tarihi baştan sona zikzaklar içerisinde gider; düşmeler, kalkmalar, bir çocu­ğun yürümeye kalkışması, tek­rar tekrar bunu denemesi gibi. Selçukluların ve Osmanlıların macerası benzersizdir.

Bütün o savaşlar, Anado­lu’nun sahipsizliği… 400 yıldan fazla süren bir sahipsizlik var.

Anadolu’daki iki söz çok önemlidir. 1200’lerin başında İlhanlıların Selçuklulara karşı yaptığı seferde Anadolu’yu ta­rumar etmeleri, bütün bayındır eserleri yıkmaları, yoketmele­ri, insanları asmaları-kesmele­ri yıkıcı bir etki oluşturmuştur. Anadolu halkı “Gider Tatarı, gelir beteri” demiş. Bu bir ta­rih özetidir. Yani “uslu oturun, başka bir belayı üstünüze çek­meyin”. Tatar denilen İlhanlı­lar. Daha sonraki yüzyıllarda, bu defa Osmanlıların zulmüne, vergi baskısına, asker toplama­sına karşı da meşhur “Şalvarı şaltak Osmanlı; eğeri kaltak Os­manlı; ekende yok biçende yok, yiyende ortak Osmanlı” deyişi vardır.

Fatih Sultan Mehmed’in 1456 Belgrad Kuşatması’nı tasvir eden Osmanlı minyatürü.

Osmanlıların yapmadığı hizmeti Anadolu’da gerçekleşti­ren Selçuklulardır. Anadolu’da Osmanlı padişahları üç-dört camii ile yetinmişlerdir; buna karşın Selçuklu hükümdarları­nın Anadolu’da izleri, eserleri vardır. Türkiye’de bugün Türk damgası, daha çok Selçuklular­la intiba etmiştir. Osmanlıları Anadolu’da temsil eden büyük vezirlerdir, yerel vezirlerdir. Onlar kendi bölgelerinde, Çapa­noğulları Yozgat’ta, Kayseri’de; Caniklioğulları Samsun’da, Amasya’da eserler yaptırmış­tır. Anadolu insanı dediğimiz zaman esas olarak Selçuklu et­kisi ve geleneğini düşünmemiz lazım.

Selçuklulardan sonra zaten öbür beyliklerin hiçbiri ayakla­rı üzerinde duramamış. Sadece Osmanlılar Anadolu’yu derle­yip toplamışlar. Asıl derleyip toplayan da Fatih Sultan Meh­med tabii. Sadece İstanbul’un fethi değil, 1460’ın koşulların­da, karadan, İstanbul’dan çıkı­yor, Trabzon’a gidiyor. Zigana­lar geçilecek, yol yok. Amasra’yı almış, Candaroğulları’na son vermiş, Kastamonu’yu, Sinop’u almış. Üçüncü büyük seferi de Trabzon’a, oradaki Rum impa­ratorluğuna karşı. Yer yer atın­dan inmiş, kayalara tırmanması icap etmiş. Türk imparatorluğu kurmak için Anadolu’yu en doğ­ru tanıyan, tanımlayan ve de­ğerlendiren adam Fatih’tir.

Celali isyanları ise 16. yüzyıl başından 17. yüzyıl başına Ana­dolu coğrafyasındaki siyasi-ik­tisadi-insani gelişmeleri etki­lemiştir. Celaliler Osmanlılara karşı bir dönem Anadolu’nun savunuculuğunu yapmış insan­lar; fakat daha sonra onlar da soyguncu durumuna girmişler. Bu dönemi çalışmış, çalışan çok yetkin tarihçilerimiz var. Ancak bu dönemin ekonomik-sosyal detaylarını rahmetli Prof. Dr. Mustafa Akdağ’ın Türk Halkı­nın Dirlik ve Düzenlik Kavga­sı- Celali İsyanları eseri kadar mükemmel şekilde yansıtan eser azdır. Diğer eseri Türki­ye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi ile birlikte en önemli referans kitaplarıdır.

Osmanlılar’ın yönelişi esas olarak Balkanlar’a, Avrupa’ya doğrudur. O tarafa daha çok hiz­met götürmüşler, daha bayındır kılmaya çalışmışlar. Anadolu’ya da “kol kırılır yen içinde kalır” gözüyle bakmışlar; bir insan malzemesi deposu, bir tahıl-hu­bubat deposu muamelesi yap­mışlar.

Onların yüzü suyu hürmetine ayaktayız Balkan Savaşları sırasında gazi olan, protez takılan askerlerimiz…

Çünkü biz sonuçta daha do­ğudan gelmiş, “yolu memleket bellemiş” bir ırkın efradıyız. Ama burada Anadolu’da kendi­mizce daha önceki medeniyet­lerden de biraz kalıcılık tesis etmişiz. Tabii bu kalıcılık daha ziyade mülkiyet anlayışıyla ilgi­lidir. Herkes kendi köyünü, köy­deki toprağını, arazisini, evini, bostanını, diktiği ağacı koruma­ya çalışmış. Balkanlar’da bu pek böyle değil; orada daha kozmolit yapılar mevcut; şehirlerin ya­rısı gayrimüslim, yarısı Müslü­man-Türk.

Yakın tarihimizin dönüm noktası ise şüphesiz 1912-22 arasındaki 10 yıllık savaşın ce­fasını çeken Anadolu insanı­dır. Benim Amasra’da tanıdı­ğım Barut Hüseyin bir çobandı, ayağında kısalmış bir pantolon, sırtında bir eski-püskü ceket, belinde bir kendirden kuşak, başında kasket, kasabın ke­simlik hayvanlarını otlatırdı. Balkan Harbi’nden Galiçya’ya kadar savaşmış. Millî Mücade­le başlayınca da gönüllü olarak ilk yazılanlardan biri olmuş. Bu insanlar için vatan sevgisi bir iman alanıydı. Vatanı sevmek, vatanı müdafaa etmek aynı za­manda büyük bir sevaptı.

Vatan sevgisi bir inanç ala­nıydı.

Divriği kasabasında, çocuk­luğumda, tek ayağı veya diz­den aşağısı, kalçadan itibaren “ağaç” olan adamlar vardı; bir ayak basar ve diğerini sürük­leyerek götürürdü. En az dört-beş kişi hatırlıyorum böyle. Ağaçtan, takma ayaklı insan­lar savaş gazileriydi. Onlara bayramlarda ziyarete gidilirdi, savaş hatıraları dinlenirdi. On­ların yüzü suyu hürmetine bu­gün hâlâ ayaktayız.

NECDET SAKAOĞLU İLE
YAPILAN SÖYLEŞİDEN
DERLENMİŞTİR.