Anadolu’da yaşayan insan öteden beri oturduğu yere sahip çıkmış ve bu direnişini Millî Mücadele dönemine kadar götürmüştür. Türk milletinin moralinde, direncinde, bugüne uzanan ve somutlaşan durum budur. Bu insanlar için vatan sevgisi bir iman-inanç alanıydı. Vatanı sevmek, vatanı müdafaa etmek aynı zamanda büyük bir sevaptı.
Benim görebildiğim şey şudur; yakmalar, yıkmalar, savaşlar, hastalıklar… Bütün insanlık için ama özellikle de Anadolu Yarımadası’nda yaşayanlar için büyük sorunlar getirmiş. Anadolu tarihi baştan sona zikzaklar içerisinde gider; düşmeler, kalkmalar, bir çocuğun yürümeye kalkışması, tekrar tekrar bunu denemesi gibi. Selçukluların ve Osmanlıların macerası benzersizdir.
Bütün o savaşlar, Anadolu’nun sahipsizliği… 400 yıldan fazla süren bir sahipsizlik var.
Anadolu’daki iki söz çok önemlidir. 1200’lerin başında İlhanlıların Selçuklulara karşı yaptığı seferde Anadolu’yu tarumar etmeleri, bütün bayındır eserleri yıkmaları, yoketmeleri, insanları asmaları-kesmeleri yıkıcı bir etki oluşturmuştur. Anadolu halkı “Gider Tatarı, gelir beteri” demiş. Bu bir tarih özetidir. Yani “uslu oturun, başka bir belayı üstünüze çekmeyin”. Tatar denilen İlhanlılar. Daha sonraki yüzyıllarda, bu defa Osmanlıların zulmüne, vergi baskısına, asker toplamasına karşı da meşhur “Şalvarı şaltak Osmanlı; eğeri kaltak Osmanlı; ekende yok biçende yok, yiyende ortak Osmanlı” deyişi vardır.
Osmanlıların yapmadığı hizmeti Anadolu’da gerçekleştiren Selçuklulardır. Anadolu’da Osmanlı padişahları üç-dört camii ile yetinmişlerdir; buna karşın Selçuklu hükümdarlarının Anadolu’da izleri, eserleri vardır. Türkiye’de bugün Türk damgası, daha çok Selçuklularla intiba etmiştir. Osmanlıları Anadolu’da temsil eden büyük vezirlerdir, yerel vezirlerdir. Onlar kendi bölgelerinde, Çapanoğulları Yozgat’ta, Kayseri’de; Caniklioğulları Samsun’da, Amasya’da eserler yaptırmıştır. Anadolu insanı dediğimiz zaman esas olarak Selçuklu etkisi ve geleneğini düşünmemiz lazım.
Selçuklulardan sonra zaten öbür beyliklerin hiçbiri ayakları üzerinde duramamış. Sadece Osmanlılar Anadolu’yu derleyip toplamışlar. Asıl derleyip toplayan da Fatih Sultan Mehmed tabii. Sadece İstanbul’un fethi değil, 1460’ın koşullarında, karadan, İstanbul’dan çıkıyor, Trabzon’a gidiyor. Ziganalar geçilecek, yol yok. Amasra’yı almış, Candaroğulları’na son vermiş, Kastamonu’yu, Sinop’u almış. Üçüncü büyük seferi de Trabzon’a, oradaki Rum imparatorluğuna karşı. Yer yer atından inmiş, kayalara tırmanması icap etmiş. Türk imparatorluğu kurmak için Anadolu’yu en doğru tanıyan, tanımlayan ve değerlendiren adam Fatih’tir.
Celali isyanları ise 16. yüzyıl başından 17. yüzyıl başına Anadolu coğrafyasındaki siyasi-iktisadi-insani gelişmeleri etkilemiştir. Celaliler Osmanlılara karşı bir dönem Anadolu’nun savunuculuğunu yapmış insanlar; fakat daha sonra onlar da soyguncu durumuna girmişler. Bu dönemi çalışmış, çalışan çok yetkin tarihçilerimiz var. Ancak bu dönemin ekonomik-sosyal detaylarını rahmetli Prof. Dr. Mustafa Akdağ’ın Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası- Celali İsyanları eseri kadar mükemmel şekilde yansıtan eser azdır. Diğer eseri Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi ile birlikte en önemli referans kitaplarıdır.
Osmanlılar’ın yönelişi esas olarak Balkanlar’a, Avrupa’ya doğrudur. O tarafa daha çok hizmet götürmüşler, daha bayındır kılmaya çalışmışlar. Anadolu’ya da “kol kırılır yen içinde kalır” gözüyle bakmışlar; bir insan malzemesi deposu, bir tahıl-hububat deposu muamelesi yapmışlar.
Çünkü biz sonuçta daha doğudan gelmiş, “yolu memleket bellemiş” bir ırkın efradıyız. Ama burada Anadolu’da kendimizce daha önceki medeniyetlerden de biraz kalıcılık tesis etmişiz. Tabii bu kalıcılık daha ziyade mülkiyet anlayışıyla ilgilidir. Herkes kendi köyünü, köydeki toprağını, arazisini, evini, bostanını, diktiği ağacı korumaya çalışmış. Balkanlar’da bu pek böyle değil; orada daha kozmolit yapılar mevcut; şehirlerin yarısı gayrimüslim, yarısı Müslüman-Türk.
Yakın tarihimizin dönüm noktası ise şüphesiz 1912-22 arasındaki 10 yıllık savaşın cefasını çeken Anadolu insanıdır. Benim Amasra’da tanıdığım Barut Hüseyin bir çobandı, ayağında kısalmış bir pantolon, sırtında bir eski-püskü ceket, belinde bir kendirden kuşak, başında kasket, kasabın kesimlik hayvanlarını otlatırdı. Balkan Harbi’nden Galiçya’ya kadar savaşmış. Millî Mücadele başlayınca da gönüllü olarak ilk yazılanlardan biri olmuş. Bu insanlar için vatan sevgisi bir iman alanıydı. Vatanı sevmek, vatanı müdafaa etmek aynı zamanda büyük bir sevaptı.
Vatan sevgisi bir inanç alanıydı.
Divriği kasabasında, çocukluğumda, tek ayağı veya dizden aşağısı, kalçadan itibaren “ağaç” olan adamlar vardı; bir ayak basar ve diğerini sürükleyerek götürürdü. En az dört-beş kişi hatırlıyorum böyle. Ağaçtan, takma ayaklı insanlar savaş gazileriydi. Onlara bayramlarda ziyarete gidilirdi, savaş hatıraları dinlenirdi. Onların yüzü suyu hürmetine bugün hâlâ ayaktayız.
NECDET SAKAOĞLU İLE
YAPILAN SÖYLEŞİDEN
DERLENMİŞTİR.