Tam 2000 sene önce ölen Roma hükümdarı Augustus, Batı tarihinin ilk imparatoruydu. Paris’teki sergi, bir savaşçıdan, muktedir bir devlet adamına dönüşen Augustus’tan yola çıkarak doyurucu bir tarih dersi veriyor.
Yeryüzü tarihine derin izler bırakarak sahneden çekilmek zorunda kalmış uygarlıklar arasında, Roma İmparatorluğu’nun apayrı bir yeri olduğunu görüyoruz. Hem Eski Yunan’ın kültürel mirasını devralıp geliştirdiği, hem bütün Akdeniz havzasına yayıldığı için oluşmuştur kalıcı etkisi. Devlet yönetimi ve toplum düzeni esaslarından mimari ve şehircilik alanlarında eriştiği düzeye, bugün bile yaşlı kıtanın en belirgin taşıyıcı unsurudur Roma. Bunlara, renk çeşitliliğinin gücü tartışılamayacak insan portrelerini eklemek gerekir: Önder (Sezar) ya da köle (Spartakus), bilge (Marcus Aurelius) ya da çılgın (Caligula), erkek ya da kadın, tiyatrodan romana, sinemadan çizgiromana, klasik ve modern dönemlerde çekiciliğini korumayı bilmiş bir ‘aile albümü’ ortaya koymuştur imparatorluk. Bir dönem doğu eyaletleri arasında yer alan Anadolu yarımadasının dört bir yanından yolları, anıtları, mozaikleri fışkıran bu uygarlığın topraklarımızın belleğinde tuttuğu yeri, Bizans’ı ayıracak olsak bile, hafife alamayacağımız ortadadır.
İlk Roma İmparatoru (bu unvan, imperator, sonrasında yerleşiklik kazanacaktır) Augustus, ölümünün 2000’inci yılında (19 Ağustos 14), Paris Grand Palais salonlarında açılan dev bir uluslararası sergiyle selamlanıyor. Vatikan, Roma Capitolini, Napoli müzelerinden getirtilen ürünlere Amerikan, Alman, Yunan, Fransız, İspanyol, Felemenk, İskandinav, Macar müzeleri kaynaklı can alıcı önemde parçalar eşlik ediyor (tabloda yeralmalıydık). Bu dağılım, Roma İmparatorluğu’nun yayılma haritasının bir kesitini temsil ediyor. “Ben, Augustus, Roma İmparatoru,” bugüne dek konuyla ilgili hazırlanmış en kapsamlı etkinlik; serginin yanı sıra konferans, kolokyum, film gösterileri ve bir yayın patlaması (katalog, dergi, kitap, DVD) sözkonusu: Doyurucu bir tarih dersi.
Ama, bu kadar mı? Yalnızca, tarih sahnesinden silinmiş Roma’nın 2000 yıl önce ölmüş ilk imparatorunu anma amacını mı taşıyor bu görkemli sergi? Hayır. Bir yandan da, günümüzün ‘tablo’suyla bir karşılaştırmalı okuma dersinden geçiliyor, salondan salona ilerlerken. Düzenleyicilerin, başlığı seçerken, Fransa’daki son başkanlık seçimlerinden muzaffer çıkan kişinin, seçim öncesi üne kavuşan “ben, başkan olursam” nakaratını defalarca üst üste tekrarladığı konuşmasına gönderme yapmadıkları düşünülemez. Sergi izleyicilerinin, uzak dünün ‘imparatoru’ndan bugün’ün ‘başkan’ına, Makyavelli’nin Hükümdar’ına mesafesini kafalarında tartmamaları beklenemez. Tarih, herkesi bugün ve yarın adına da girdaplarına davet eden derin su.
Augustus adıyla vaftiz edilmeden (ve bizim dilimizde bile 8. aya mührünü vurmazdan) çok önce, MÖ 63’te, Julius Sezar’ın yeğeninin oğlu olarak doğmuş Gaius Octavius. 44 yılında Sezar öldürülüp vasiyetnamesi açıldığında, mirasçısı olarak onu işaret ettiği görülmüş. Diktatör Sezar’dan İmparator Augustus’a geçiş süreci engebeli, karmaşıktır. ‘Cumhuriyet’ kavramı da, Senato da, güçlerin ayrıştırılması ve bir elde toplanması sorunu kadar siyaset tarihçilerinin didiklediği alanlardır.
Augustus’un siyasal dengeleri ustalıkla gözeterek, Sezar’ın intikamını aldıktan sonra Antonius’u devre dışı bırakmasına dek geçen sürede ortaya çıkan savaşçı kimliği, çok gecikmeden yerini ‘devlet’in de üstüne koyulan bir devlet adamına bırakmış, sonrasında yaşanan barış yıllarında imar çalışmaları, kültürel zenginleşme, refah toplumuna yönelik girişimler öne çıkmıştır. Gelgelelim Augustus’un bir özgürlük ortamı yarattığını düşünmek yanılgı olur. ‘Otorite’sinden ödün vermeyen bir kişiliktir karşımızdaki. Uzmanlar, dönem boyunca göze çarpan sanatsal zenginliğin tersine, düşünce alanında ciddi bir gerilemenin söz konusu olduğunu vurguluyorlar.
Augustus, gençliğinde besbelli uçarı bir adammış, üçüncü eşi Livia’yı ikisi de evliyken (ve kadın eşinden hamileyken!) ayartmış, buna karşılık, ölene dek ona sadık kalmış. Bugünden bakıldığında, imparatoriçenin Eva Peron’u çağrıştıran özellikleri olduğu görülüyor.
İmparator’un Roma’dan benzeri görülmemiş bir şehir yaratma çabasının etkisi Napolyon’a, Hitler’e ve ‘öte’sine uzanmış. Gelgelelim, Augustus’un şehircilik, imar ve mimari anlayışı gözü dönmüş bir büyüklenmenin izini taşımıyor. Kendisi için saray yaptırmayı bile aklından geçirmemiş, görkemi yalınlığından gelen bir konutu yeğlemiş.
Augustus dönemi, birkaç büyük edebiyat ustasına denk gelmiştir. İmparator, Latin şiirinin doruk isimlerinden Vergilius’a öylesine tutkuyla bağlıymış ki, ölüm döşeğinde “kusurlu” bulduğu için elyazması tek nüshasını Aeneis’i yakmaya kesin kararlıyken, şairi bu kararından güç bela caydırdığı, ama rivayet ama gerçek, günümüze dek ulaşmış bir öyküdür. Buna karşılık, doruktaki bir başka şairi, Ovidius’u, imparatorluğun en uç noktalarından birine, Karadeniz kıyısına sürgüne gönderdiği de unutulmamalı.
Augustus çağının sanat alanındaki en belirgin sonucunun, Eski Yunan ‘kompleks’ini yenme yönünde yapılan atılımların meyve vermesi olduğu kanısı yaygındır. Öykünmeden yorumlamaya geçişle birlikte, özgün bir çizgiye yaklaşıldığı bilmem ne kadar doğrudur?!
Augustus, ne Julius Cesar kadar trajik bir önem taşımış, ne Marcus Aurelius ya da Hadrianus kadar bilgeleşmiş bir hükümdar belki ama, Avrupa tarihinin sonsuz kudret simgesi haline dönüşecek muktedirlerinin ilk örneği.