Dünün ve bugünün gündemi e-postanıza gelsin.
0,00 ₺

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Ön yüzde siyonizm, arka yüzde Britanya ve yüksek çıkarları

1. Dünya Savaşı, kurulu dünya düzenini kökünden değiştirmişti. Sözkonusu sadece çeşitli imparatorlukların dağılması, hanedanların düşmesi, devrimlerin patlak vermesi ve yeni pazarlar ile sömürgelerin paylaşılması kavgası değildi. Aynı zamanda göçe zorlanan Yahudiler için de, İngiliz ekonomisini olumsuz etkilemesin diye yeni bir yurt aranıyordu. Birleşik Krallık devlet aklı, kendi çıkarlarını korumaya dönük bir Yahudi politikasını tuğla tuğla örerken, 101 yıl önce tarihe Balfour Deklarasyonu olarak geçecek olan metni hazırladı.

Tarihte bazı konular vardır ki tek yönlü bir bakış açısı ve anakronik açıklamalarla komplo teorilerinin sevilen ve ilgi çeken malzemelerinden birine dönüşür. “Balfour Deklarasyonu” (1917) ve İsrail devletinin kuruluşu (1948) arasındaki bağlantı da popüler tarih yazımında bu teorilerin kurbanı olmuştur. İsrail’in kuruluşunda ve uluslararası kamuoyunda tanınma konusunda, Büyük Britanya hükümetinin 1. Dünya Savaşı sırasında verdiği deklarasyon, yeni kurulan bu devletin temel argümanlarından biri olmuştur. Oysa ki bu metni anlamak için o dönemin şartlarını, siyasi kişilikleri, uluslararası hukuku ve Britanya’nın politikalarını az da olsa bilmek gerekir.

Deklarasyonun Britanya kabinesinde tartışılarak hazırlandığı ve yayınlandığı Temmuz-Kasım 1917 dönemi, malum 1. Dünya Savaşı’na denk gelir. Şubat Devrimi (Mart 1917) ile İtilaf Devletleri’nden uzaklaşmaya başlayan Rusya’da Geçici Hükümet kendi iç işlerine yönelmiş, cephelerdeki etkinliği azalmıştı. Bunu ise Ekim sonunda harekete geçen Bolşevikler’in Ekim Devrimi (7 Kasım) takip etti.

Arthur Balfour (1848-1930)

İşte bu sırada Rusya’nın 1905 Devrimi’nden tecrübeli Britanyalı politikacıların harekete geçmesi gerekli oldu. Zira o tarihte, 12 sene önce Rusya’da gerçekleşen devrim sırasında ve sonrasında Çarlık topraklarının batısındaki Yahudilere (büyük kısmı 18. yüzyılda Çarlık topraklarına katılan Polonya, Litvanya ve Belarus’ta yaşayan Yahudilerin bu bölgelerin dışında yaşaması özel durumlar dışında zaten yasaktı) karşı pogromlar (etnik veya dinî şiddet hareketleri) gerçekleşmişti. Bunun üzerine Yahudiler, dönemin süper gücü Britanya’ya ve ekonomik olarak hızla gelişen “fırsatlar ülkesi” ABD’ye göç etmeye başlamıştı.

Pogromdan kaçanların Britanya’ya göçünü engellemek için dönemin Britanya başbakanı Arthur Balfour’un yaptığı meclis konuşmaları kaydadeğerdir; kendisi bunun önüne geçebilmek için hayli çaba sarfetmiştir (gelecekte aynı kişinin siyonist davanın kilit insanı olarak lanse edilmesi bu anlamda enteresandır). Balfour aslında herhangi bir Muhafazakar Partili İngiliz’in olabileceği kadar “anti-semitik”ti. 1905 pogromları sonrası Avrupa ülkelerine gidemeyen bir grup, belki daha dindar Yahudi, çözümü 19. yüzyılda başlayan siyonist hareketi örnek alarak ata topraklarına geri dönmeye(!) karar vererek buldu. Buna tarihte “İkinci Aliya” (yükselme, İsrail ülkesine dönüş) denmektedir.

1. Dünya Savaşı başladığında, Britanya’nın Osmanlı Devleti’ne bakışaçısı değişmişti. Onlarca yıl özellikle Muhafazakar Parti’nin Osmanlılara yaklaşımı, Rus çarlığının agresif politikalarına karşı bu imparatorluğun toprak bütünlüğünün korunması yönündeydi. Bu hem Rusya’nın yayılmacı politikalarının önüne geçiyordu hem de sultanın ülkesinin çıkarları doğrultusunda Britanya ile kurduğu iyi ilişkiler, sömürgelerinin ve bunlara giden yolların korunması konusunda İngilizler’in işine geliyordu. Bunu değiştiren daha az önemli fakat ilk adım ise İngilizler’in Rusya ile yaptığı ittifak anlaşmasıdır (1907). Yedi yıl sonra ise Osmanlı Devleti’nin Almanya tarafında savaşa girmesi büyük kırılmayı gerçekleştirecektir. Britanya, artık düşmanı olan bu ülkenin toprak bütünlüğünün korunmasından vazgeçmiştir. Özellikle Ortadoğu’da buna uygun adımlar atılacaktır.

Balfour’un başbakanlığında (1902-1905), çarın ülkesindeki kitlesel saldırılardan kaçan Yahudilere devlet kurmaları için Britanya’nın protektorası olan Uganda sunulmuştu (Uganda Planı). Şimdi ise durum farklıydı; siyonizm ilk defa (dar ve tam anlamıyla, yani Filistin’de bir Yahudi ülkesi kurulması) 1914 Kasım ayında Bakanlar Kurulu’nda, Osmanlılar’ın savaşa girmesinin hemen ertesinde ele alındı. 1915 Ocak ve Mart aylarında ise Britanya’daki ilk Yahudi kökenli Bakan olan (aynı zamanda Disraeli gibi Hıristiyanlığa geçmemiş) Liberal Partili Herbert Samuel kabinede “Filistin’in Geleceği” adlı gizli bir memorandum sundu. Böylece ilk defa Yahudilerin, Britanya için bir savaş tedbiri olarak kullanılması gündeme geldi. Memorandumda, İngiltere’nin korumasında (home rule) Yahudiler’in yerleşimi için Filistin’de bir yönetim kurulacağı kısaca belirtiliyordu. Metnin büyük bölümü ise Britanya’nın Filistin’e asli görevi olduğu üzere “medeniyet getireceği”, bu topraklarda yine İngiliz yönetimindeki Mısır’a komşu ve buranın savunmasında stratejik bir alan oluşturulacağı ve ayrıca Britanya’nın tüm dünyadaki Yahudilerin minnetarlığını kazanacağı gibi başlıklardan oluşuyordu.

Samuel’in gizli memorandumu

Britanya hükümetinde görev almış ilk Yahudi kökenli bakan olan Herbert Samuel, “Filistin’in Geleceği” adlı gizli memorandumunda (1915) Yahudiler için bölgede bir İngiliz yönetimini öngörüyordu. Gelecekte Filistin Mandası olacak bu yönetimin ilk valisi de kendisi oldu.

Aynı zamanda, Osmanlı topraklarında ve kendi sömürgelerindeki daha geniş Arap toplulukları da kaybetmemek adına girişimlerde bulunulacaktı. Bunun en önemlisi ise Mısır Yüksek Müfettişi McMahon ile Mekke Şerifi Hüseyin arasındaki yazışmalardır. 1916’da İngiltere ile müttefiki Fransa arasında Osmanlılar’ın Ortadoğu ve Anadolu’daki topraklarının paylaşılması ile ilgili yapılan Sykes-Picot Antlaşması’nda her ne kadar Kudüs ve Filistin’in büyük kısmı sonradan değerlendirilmek üzere kahverengi alan olarak bırakıldıysa da; Samuel’in gizli memorandumunda bu toprakları Fransızlarla ortak yönetmenin (veya uluslararası bir yönetimin) projeyi başarısız kılacağı ve burada İngiliz yönetiminin şart olduğu belirtilecekti.

1917, Büyük Savaş’ın dönüm noktasıydı. Rusya’nın Mart ayındaki devrimle daha çok iç çekişmelere yönelmesi ve Almanya’nın başarılı denizaltı operasyonları, Britanya’yı farklı yerlerde destek aramaya itiyordu. Nisan ayında İtilaf Devletleri’ne askerî ihtiyaçlar konusunda tedarik olarak destek veren ABD fiilen savaşa girdi. İngiltere’nin bu sırada üç hedefi bulunmaktaydı: Birincisi elbette savaşı kazanmak, ikincisi gelecekteki barış görüşmeleri sonrasında Britanya’nın gücünü en üst düzeyde yayacak şartları oluşturmak ve sonuncusu Rusya’daki karışıklıklar sonrası gerçekleşecek Yahudi göçünü, zaten zorda olan ekonomiyi daha da kötüleştirmemek adına, başka bir yere –Filistin’e- yönlendirmek.

1916’da kurulan yeni hükümetin başbakanı Lloyd George (kendisi gibi Liberal Partili H. H. Asquith’in halefi olarak), Dışişleri Bakanı ise Arthur Balfour idi. Asquith, Lloyd George için “Yahudilerin ne geçmişi ne de geleceği onu aslen hiçbir zaman ilgilendirmemiştir” derken, dönemin yine önemli bir liberal politikacısı ve yazarı (aynı zamanda Yahudi kökenli olan) Leonard Stein ise Balfour için “eğer sıkı bir pro-siyonist olduysa bu sadece onun Yahudilere duyduğu içten bir şefkatten dolayı değildir” demişti.

İngiliz Yahudileri siyonizme karşı

Herbert Samuel’in kuzeni ve tarihteki Britanya hükümetlerinde Yahudi kökenli üçüncü Bakan olan Edwin Samuel Montagu siyonizme sert bir şekilde karşı çıkmış, kurulacak bir İsrail devletinin “dünyanın gettosu” olacağını söylemişti.

Britanya hükümeti böylece “Balfour Mektubu”na doğru giden yola giriyordu. Mektup hazırlanırken mecliste farklı tartışmalar yaşanmış ve altı adet taslak hazırlanmıştı. Tartışmalarda üç taraf vardı: Britanya hükümeti, Siyonistler ve İngiliz Yahudileri. Bu anlamda taslağın hazırlanması süresince uluslararası hukuk açısından taraf olabilecek devlet ve gruplar dışlanmış oluyordu; söz, esasında onlar adına da söylenmiş oluyordu ki uluslararası ilişkiler açısından hem dönemin ruhuna hem de savaş şartlarına göre çok da şaşırtıcı bir durum değildi. Hükümet ülke çıkarlarını düşünerek hareket ediyordu.

Siyonistlerin ve İngiliz Yahudilerinin bu tartışmalarda farklı taraflar olması ve çatışması ise dikkati çekicidir. İngiliz Siyonist Federasyonu Başkanı Chaim Weizmann ve Dünya Siyonist Federasyonu Yöneticisi Nahum Sokolow siyonistleri temsil ederken, İngiliz Yahudilerini ise Samuel’den sonra tarihte Britanya hükümetlerinde Bakan olmuş üçüncü Yahudi kökenli kişi (aynı zamanda Samuel’in kuzeni ikinci Yahudi kökenli bakan ise Rufus Isaacs’tir) ve dönemin saygın isimlerinden Edwin Montagu temsil ediyordu. Siyonizmi hem eleştiriyor hem de ona karşı çıkıyordu. Dünyanın farklı ülkelerindeki Yahudilerin sosyal ve kültürel olarak birbirine benzemediğini; Filistin’de kurulacak bir Yahudi vatanının ancak “dünyanın gettosu” olabileceğini ve böyle bir ülkenin varlığının başka devletlerde yaşayan tüm Yahudileri (bağlılık ve sadakat anlamında) zor durumda bırakacağını, bunun da dünyadaki anti-semitlerin olumsuz söylem ve eylemlerine hizmet edeceğini söylüyordu. Montagu ve diğer bir Yahudi kökenli İngiliz Claude Montefiore’nin savundukları ise soydaşlarının yaşadıkları ülkelerde her anlamda eşit hak ve özgürlüklere sahip olması ve anti-semitizme karşı yürütülen mücadeleydi. Altı taslağın oluşumunda Montagu ve Montefiore o kadar etkin oldular ki son metindeki “Yahudiler için oluşturulacak ulusal yurt” ifadesi onlara rağmen yazıldı ve ayrıca bu topraklarla ilgili daha kesin bir ifadenin önüne geçildi.

2 Kasım 1917’de Birleşik Krallık Yahudi cemaatinin fiili lideri ve Büyük Britanya-İrlanda Siyonist Federasyonu’nun başkanı olan Walter Rothschild, doğal olarak yazılan Balfour Mektubu’nun da muhattabı oldu. Rothschild’in babasının ölümü üzerine bu unvanları alması henüz iki yıl önce olmuştu ve o, esasında babası kadar etkin ve söz sahibi değildi. Babası “Natty” ise cemaatin önderliğini uzun süre yapmış ve bu alanda tek olmasa bile (Edwin Montagu’nün babası diğer bir önemli liderdi) en önemli kişiydi. “Natty”, cemaatin en önemli kişisi ve Siyonist Federasyon’un başı olsa da, siyonist davaya ne kadar önem verdiği tartışmalıdır. Herzl’in geçmişteki teklifine yaklaşımı, kendisinin serveti ve Britanya hükümetlerine yakınlığı gözetilirse önceliklerinin ne olabileceği daha iyi anlaşılabilir. Çıkan başka adaylara karşı cemaat liderliğini savunması ve hatta onlara düşman olması ise, bu pozisyonu kendi avantajı için kullandığını düşündürmektedir. Bunlar göze alındığında Balfour’un oluşturduğu metnin tarafının Rothschild ailesinin patriarkı olması da rastlantı değildir. Her ikisi de (Balfour ve Rothschild), 9 Kasım’da ilan edilen bu deklarasyonla “Filistin Mandası”nın temellerini atarken, Rusya’da Ekim Devrimi ile başlayan Yahudi göçünü Filistin’e yönlendirmeyi hedeflemiş, bu göçmenlerin İngiltere ekonomisine vereceği zararı engellemeye çalışmışlardır.

Arap halklarından protestolar Balfour Deklarasyonu’yla Filistin topraklarında yeni bir devlet kurulacak olması, Ortadoğu coğrafyasında protesto dalgalarına yol açmıştı. Protestocular Ürdün’ün başkenti Amman’da.

Devamını Oku

Son Haberler