Sinemanın karakterleri, yüzyılı aşkın bir süredir insanların hem yerel, hem evrensel boyutta komşuları, tanışları statüsünde. Kimi idealize edildiği, ‘model’ oluşturduğu, kimiyse itki ya da nefret uyandırdığı için eşlik eder. Bellekteki yerlerini koruyup kalıcı kılmaları, sahicilikten kaynaklanacak güçleriyle orantılıdır.
Sempé’nin biribirinden lirik, biribirinden hınzır karikatürlerinden oluşan albüm-kitaplarından biri, Çocuklar ve Diğer Şeyler’in (Desen Yayınları, 2016) açılışında yeralan karikatür çok şey söylüyor tek kelimeden oluşan yazısıyla: Anne baba televizyonda haberleri izliyorlar, kanapelerine gömülmüşler; salona açılan koridorda ufarak cüssesiyle çocuk, yüzünde bir zafer ifadesi, “Yürüyorum!” diye sesleniyor: Bu “haber”, ekrandan geçen “haberler”le kıyaslandığında inanılmaz bir güç barındırıyor içinde.
Jean-François Lyotard, post-modern dönem hakkında ilk gözlem ve değerlendirmeleriyle tanıdığımız o derin düşünür, haber “merkez”lerinin seçimlerinin güdümünde yaşayacağımız bir çağın başladığına dikkat çekeli neredeyse yarım yüzyıl oluyor. O gün bugün bir iletişim başkalaşımı yaşandı, sanal ortam belirdi ve büyüdü, çoğalan mecra sayısı seçenek düzeneğini zenginleştirdi, gene de “merkez”lerin gücünü ve hükümranlığını yenmeye yetmedi çeşitlenme; tam tersine, gitgide buyurganlaşan erk çarkları monotip ve güdümlü haber ortamları yarattı.
2016 yılı Ekim ayının ortasında, kendisine güç belâ küçük bir yer, o da rastlantıyla, bulan bir “haber”, bu arka planı düşündürdü bana: “Yeşilçam’ın Ünlü Oyuncusu Deniz Tanyeli yaşamını yitirdi”. Yıllar önce görece ve geçici bir üne kavuşmuş bu oyuncu aslında çoktan unutulmuştu: Evlendikten sonra sinemayı bırakmış olması bunun bir nedeniyse, bir başkası asıl adının Efeminya Özmavridis olmasıydı bana kalırsa: Azınlıklarını püskürten bir toplumun üyesiydi. Gene de, belli bir yaşın üstündekilerin biraz zorlanarak hatırlayacakları kişi Deniz ya da Efeminya değildi: “Berduş” filminde Zeki Müren’in partöneri Filiz.
Sinemanın karakterleri, yüzyılı aşkın bir süredir insanların hem yerel, hem evrensel boyutta komşuları, tanışları statüsündedirler. Kimi idealize edildiği, ‘model’ oluşturduğu, kimiyse itki ya da nefret uyandırdığı için eşlik eder. Bellekteki yerlerini koruyup kalıcı kılmaları, sahicilikten kaynaklanacak güçleriyle orantılıdır. Amerikan sinemasına ‘borc’unu devasa bir albüm-kitapla ödeyen Bertrand Tavernier, taze (2016 Ekim) filmi “Fransız Sinemasının Son 50 Yılına Yolculuk”ta bir tür üst-sinema kalkışımı gerçekleştirdi: Kendi sinema geleneğinin iz bırakmış filim, oyuncu, yönetmen ve senaristini selâmlayadursun, onun da kollektif belleğe oturmuş, orada yeretmiş “karakterler”e aslan payını ayırdığı görülüyor.
İlginç rastlantı ya da buluşma, aynı anda, Burak Acar’ın hazırladığı Türk Sinemasında 100 Unutulmuş Karakter başlıklı önemli derleme yayımlandı. Kollektif, çok yazarlı kitapta sinema yazarlarının yanısıra edebiyatçıların da katılımları sözkonusu (Edebi Şeyler Yayınevi).
Çağrı almadım ya, alacak olsaydım kimi yazmayı seçerdim üzerinde bir süre kafa yordum. Gerçi yazılmış ama, bir olasılık, “Dünyayı Kurtaran Adam”ın Murat’ını yazmak isterdim: O filimden Beştepe’deki, Duşakabinoğulları önünden merdivenden iniş sahnesine en sonunda bir köprü kurarak. Sami Hazinses’i zaten yazmıştım, kaldı ki onu tek bir “kahraman”la özdeşleştirmeyi doğru bulmaz, “binbirsurat” ekseni üzerinden kariyerinin “bütün kahramanlar”ına uzanmaya kalkışırdım.
Daha da düşününce netleşti seçimim, üstelik kitapta yeraçılmamış bir kahramanda, aslında bir tür “anti kahraman”da karar kıldım: Metin Erksan’ın “Kuyu” filminde, Osman başrolünde Hayati Hamzaoğlu. Filmi ilk gördüğümde (üstüste birkaç kez izlemiştim) 18 yaşındaydım, aceminin acemisi bir yazım Ulus gazetesinde yayımlandıydı. Erksan’la yıllar sonra dost olduk, bir gün konu oraya geldi, çok şaşırdı: “Yahu sen miydin o yazıyı yazan?!”.
Osman, “biz”den biriydi; hani öyle denir ya. Anadolu’nun bağrından metropolün sınır uçlarına yayılan bir geniş coğrafyadan sayısız örneği çıkan şedid, maço, hükümran, yeri geldiğinde tecavüzü seçen bir erkek modeli. Metin Erksan, bu ilk bakışta hiçbir hafifletici sebebi bulunamayacak “portre”den gene de kötücül bir Shakespeare kahramanı yontmayı denemişti. Nasıl? Osman, gözü kör bir tutku adamı, saplantısının tutsağı bir yazgı figürü, hem cellât, hem kendi kendisinin kurbanıydı. On satırlık bir “gerçek haber”den yola çıkmıştı yönetmen: Tutulduğu kadını üç kez kaçıran, kara sevdasına karşılık vermeyen zavallı genç kadına tecavüz ettikten sonra tuzağına düşerek kuyunun dibini boylayan o sabit fikirli, hemen ardından “kir”lendiği için intiharı seçen kurbanıyla tragedya çemberini tamamlamıştı.
Onu bir ‘karşı-kahraman’ kılan özellikleri ve öyküsüyle Osman, içinde yaşadığı toplumun tipik bir karakteriydi. Tıpkı Yeşilçam’ın, daha genelinde Türk sinemasının öteki temel karakterleri gibi. Şoför Nebahat’ından Turist Ömer’ine, Yılmaz Güney’in ya da Lütfü Akad’ın kimi ana “şahıs”ları aynı katalogun vazgeçilmez parçaları olarak, seyir yaşamımızdan belleğimize doluşmuş insanlardan mürekkep bir öteki nüfus yaratmış, iç ve dış tarihimize içleşmişlerdir.
Toplumbilimcinin, ruhçözümcünün, antropolog ya da etnologun, kültür ya da iktisat tarihçisinin önünde ayrıştırılarak yorumlanmayı bekleyen bir nüfus.
Ayrıca, büyük ve derin bir “replik” dünyası: “Şepkemin altındayım” ile “size baba diyebilir miyim?” arası binbir temel cümleyi dolaşıma çıkarmış, dillere pelesenk etmiş söz sanatları. Herbiri “yürüyorum!” diyen ufaklığın “haber”i kadar canalıcı önermelerle dolu bir monolog ve diyalog diyarı.
Bu ortak imgelem deposu bir tek “yerli” örnekleri içermiyor şüphesiz: Dünya sinemasının geniş yelpazesinden hayatımıza sökün etmiş bir dolu karakter, seyircinin meşrebine göre etki alanını yaratmış belleklerde. Tabloya son yarım yüzyılda televizyon dizilerinin kattıkları unutulmamalı. Kendi payıma, Seinfeld portreleri olmasaydı hayatım kısırlaşırdı diye düşünmeden edemiyorum.