12 Eylül 1980 tarihinde, daha önceden planlanan bir yurtdışı seyahati için Ankara-Esenboğa havalimanına gelen Ozan Sağdıç, yeni basılan şiir kitabını buradaki PTT’den Bülent Ecevit’e yollar. O gün yapılan askerî darbe sonrası Başbakan Ecevit gözaltındadır ve Çanakkale’ye götürülmüştür. 25 Eylül’de Ecevit’ten bir mektup gelir. “Türkiye Cumhuriyeti böyle başbakanlar da görmüştür” dedirten bir mektup!
Daha cumhuriyeti kurarken, çokpartili demokrasi Mustafa Kemal’in idealiydi. ‘Serbest Fırka’ denemesi, cumhuriyetin henüz hazmedilemediği bir ortamda irticanın hortlaması anlamında eylemlere, kargaşa ve kalkışmaya dönüştüğünden zorunlu olarak ertelenmişti. Atatürk’ün vefatıdan hemen sonra 2. Dünya Savaşı patlak verdi. Bu dönemi devlet adına kazasız belasız atlatmayı başaran zamanının Cumhurbaşkanı İnönü’nün iradesiyle savaş sonrasında, 1945 yılında çokpartili düzene geçildi.
Muhalefet en etkin biçimde Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan’ın “Dörtlü Takrir” hareketi ile başlayan bir gelişmeyle kurulan Demokrat Parti’den geliyordu; etkili de olmuştu. Nitekim 1950 seçimlerinde DP iktidar oldu.
İlk 4-5 yıl boyunca işler iyi gitmişti. Ancak daha sonra, idari ve mali konularda sıkıntılar başladı. Toplumda huzursuzluk artarken Menderes hükümetleri de giderek hırçınlaşmış, baskı rejmi kurma yoluna gitmişti. İnönü’ye gezilerinde engelleme ve saldırı girişimleri olmuş, “Vatan Cephesi” adında ayrılıkçı bir oluşum meydana getirilmiş, Meclis’te Tahkikat Komisyonu adıyla mahkeme üstü ceza kararları verecek bir organ icat edilmişti. Gazeteciler hapsediliyordu. Gençlerle güvenlik güçleri arasında her gün üzücü olaylar, çatışmalar meydana geliyordu. Sabotaj, saldırı ve siyasi cinayetler başlamıştı. Baskı, sıradan halkı da etkileyen bir hâl almıştı. İşte bu ortamda çıkar yol aranırken, bazı askerler, hatta küçük rütbeli subaylar durumdan vazife çıkardı.
Hayat mecmuasının Ankara Bürosu 1960’ta açılmıştı ve derginin İstanbul’daki ilk kadrolu foto muhabiri olarak o yılın Nisan ayında Ankara’ya gönüllü atanmıştım. Tam 1 ay sonra, 27 Mayıs darbesi olmuştu. Kendileri “Beyaz İhtilal” gibi sıfatlar yakıştırmaya çalıştılarsa da, ben ona şahsen “Mahçup İhtilal” diyorum. Zira genç bir gazeteci olarak, o dönem Millî Birlik Komitesi’nin pek çok üyesini yakından tanımak fırsatını bulmuştum. Aralarında çok az kişi hariç (ki bilindiği gibi onları da tasfiye ettiler), darbeyi istemeden yapmış gibi bir hâlleri vardı. Hatta bir röportajda, onlardan biri olan Osman Köksal şöyle demişti: “Biz kesinlikle kalmak niyetinde değildik. 20-30 gün içinde bir seçim yapılacak ve biz de kışlalarımıza dönecektik, niyetimiz böyleydi. Konuştuğum arkadaşların hepsi böyle düşünüyorlardı. Ancak bizi hocalar korkuttular. ‘Bırakıp gidemezsiniz. Bir hükümet devirmişsiniz. Eğer onlar yargılanıp hüküm giymezlerse, siz suçlu duruma düşersiniz. Gelen kim olursa olsun, sizi asla ordudaki yerlerinize döndürmez. İsyan etme suçundan hüküm giyersiniz. Bu da idamınıza kadar varan bir yoldur’ dediler” diye konuşmuştu.
27 Mayıs’a ve sonraki döneme dair anılarım oldukça zengin. Millî Birlik Komitesi, Yassıada davaları, Kurucu Meclis, parlamenter sisteme (bir senato deneyimi ilavesiyle) dönüş… İstikrar sağlamak üzere İsmet İnönü’nün başbakanlığı. Onun iradeli tutumu sayesinde iki askerî darbe girişiminin atlatılması. Daha sonra Demirel hükümetleri, Ecevit- Erbakan koalisyonu, Kıbrıs Harekatı… Gürsel, Sunay ve Korutürk’ün cumhurbaşkanlık dönemleri, Ecevit-Demirel anlaşmazlıkları, aylarca bir türlü yeni cumhurbaşkanı seçilememesi. Ülkede giderek anarşinin (o dönem şimdiki “terör” yerine kullanılan terim) tırmanması, halkın kutuplaştırılması, şiddete varan gençlik hareketleri, her gün en az 20-25 suikast, cinayet… Ve 12 Eylül darbesi…
‘Ellerinle büyüttüğün çiçeği koparsalar…’
Bülent Ecevit’in Ozan Sağdıç’ın hediyesine cevaben yazdığı mektupta, kendi yazdığı bir şiir de vardı.
1980’de Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün görev süresi dolmuştu. Benim o sıralarda basında fiili bir görevim yoktu. Ancak ortamdaki gergin havadan iyiden iyiye bunalmıştım. Köln’de 2 yılda bir, “Fotokina” adında fotoğrafçılık ve filmcilik alanındaki gelişmelerin sergilendiği bir fuar vardır. Eylül ayı tam da onun zamanıydı. Hem biraz ferahlama ihtiyacından hem de yararlı bir iş görmeye vesile olur düşüncesiyle, Almanya’daki fuar öncesi Londra’ya gitmeye karar vermiştim. Biletim de 12 Eylül tarihliydi!
Gece 22.00 civarıydı. Telefonum çaldı. Arayan şoför arkadaştı. “Abi, bizim durağa askerler ve polisler geldi. Hepimizin evlerimize gitmemizi söylediler. Durağı da kapattılar. Seni gelip alamayacağım, kusura bakma” dedi.
Bir yanda tasarladığın yolculuğu yapamamanın düşkırıklığı, diğer yanda “ortada olağanüstü bir durum var, acaba ne oluyor?” onun merakı… Sabaha karşı 03.00’te ağır askerî araçların gürültüsü başladı. Evim hemen Milliyet’in karşısında. Derken gazete bürosunda bir ışık yandı. Çok geçmeden başka ışıklar da onu izledi. Belli ki gazeteci arkadaşlar göreve başlamışlardı. Derhal oraya koştum. Büro şefi Orhan Tokatlı’nın bir kitap büyüklüğünde radyosu vardı. O radyonun dalga boyutlarını teknisyen bir arkadaşı modüle etmişti. Polis telsizlerini, hatta Sıkıyönetim Komutanlığı’nın haberleşmelerini bile dinleyebiliyordu. Ben de aralarına karıştım. 12 Eylül’de Ankara’da ne olup bittiyse, naklen yayın gibi duyup-izledik. Hangi binalarda tedbirler alınmış, nerelere yönelmesi emredilmekte, kulaklarımızla duyuyorduk. Solcu ya da sağcı gençlerin duvarlara yazdıkları sloganların gece karalığında silinmesi de yapılan işler dahilindeydi. Bir ara bıçak gibi bir sesin “Kaldırın oradaki o pislikleri” dediği duyuldu. Emin olmamakla birlikte, Kenan Evren’in sesine benzetmiştim.
Sabah saat 07.00 civarı idi. Orhan Tokatlı masaya avcunu “şak” diye yapıştırdı; “Bu iş bitmiştir arkadaşlar” dedi. Bir ara ben cebimden uçak biletini çıkararak havada salladım: “Bakın arkadaşlar, ben bu sabah Londra yolcusuydum. Gidemedim ve bu biletim de yandı” dedim. Orhan Tokatlı “Yoo” dedi birden, “Fuara gitmiyor musun kardeşim, bu bir görev sayılır. Basın mensuplarına bir çıkış kısıtlaması yok. Hem kullanamadığın bilet de yanmış sayılmaz, o sefer yapılamadığı için halen geçerlidir” demez mi… Sonra devam etti: “Ben Merkez Komutanı ile konuştum, bize yasak yok. İstersen senin için bir daha konuşayım” dedi. Hemen telefona sarıldı, bir numara çevirdi. Telefonun öbür ucundaki kişiye “Komutanım” diye hitap ediyor ve samimi bir dille “Bizim yurtdışına çıkacak görevli bir arkadaşımız var, Ozan Sağdıç. Kendisi tereddüt ediyor, çıkışında herhangi bir sakınca yok değil mi?” şeklinde konuşuyordu. Konuşmasını bitirince bana “Gördün mü bak, hiçbir sakınca yokmuş. Bence sen hemen havaalanına git, gönlün ferah olsun” dedi. Dediğini yaptım, bir süre sonra Esenboğa Havaalanı’ndaydım.
12 Eylül öncesinde bir şiir kitabı yazmıştım. Çağla Çağı isimli şiir kitabımı 11 Eylül 1980 günü Meclis matbaasından teslim almıştım. Öyle bir kitap ortaya çıkmıştı ki, daha sonra posta ile kitabımı sunduğum kişilerden, ömrünü matbaacılık mesleğine vakfetmiş sayın Şevket Evliyagil bana cevaben gönderdiği kısa bir mektupta “Kitabın bir baskı şaheseri” tümcesini kullanmıştı.
Yanıma birkaç tane de her birini bir zarfa koyduğum şiir kitaplarından almıştım. Göndermeyi tasarladığım kişilerin başında da Sayın Bülent Ecevit bulunuyordu. Kendisiyle dostluğumuz gayet iyiydi. O ve eşi Rahşan Hanım, gazeteci arkadaşım Mete Akyol ve eşi Gülçin Hanım, ben ve eşim Olcay Hanım altılı bir grupçuk oluşturmuştuk. Birimizin evinde buluşup, siyaset konularından uzak sohbetler ederdik. Sayın Ecevit’in şair yanından da haberdardık tabii. Benim bu arzum da “Bizim de bu tasta tarağımız var yani” gibisinden bir çalım satma hevesiydi belki.
Dönelim Esenboğa’ya… Havaalanında küçük bir PTT şubesi mevcuttu. Oradan Bülent Bey’e kitaplarımdan birini postalasam diye düşündüm. Bir taraftan da her fırsatta haberleri dinliyoruz. Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit’in askerlerin nezaretinde Çanakkale’ye sevkedildiği söyleniyor. Henüz ne Gelibolu’nun ne de Hamzaköy’ün adı ediliyor. ‘Ya herrü ya merrü’ deyip kalemi elime aldım. Zarfın üzerine adres olarak aynen “Sayın Bülent Ecevit, Askerî garnizon, Çanakkale” diye yazdım. PTT’in cam duvarlı ofisine yanaştım; zarfı gişe gibi açılmış pencerecikten içeri uzattım. Zarfı alan memurun yüzünü göremiyorum ama elini görüyorum. Zarfı tutup üzerini yanındaki arkadaşına gösterecek şekilde uzattı; arkadaşı “bize ne” der gibilerden omuz sikti. Bunun üzerine ilk memur zarfın üzerine “Esenboğa, 12 Eylül 1980” mührünü basıp gönderilerin bulunduğu seleciğe uzatıp attı.
Dış hatlar bölümüne açılan kapının yanına bir masa koymuşlar. Masanın arkasında iki hava subayı oturuyor. Pasaportumu, basın kartımı ve biletimi gösterdim. Daha yetkili olduğunu sandığım subay “İyi ama kardeşim” dedi, “yurtdışına çıkış yasağı var. Biz burada boşuna mı oturuyoruz? Kimseyi salamıyoruz” dedi. “Ama” dedim, “basın mensuplarına böyle bir yasak yok. Az önce Merkez Komutanı ile konuştuk. O da teyit etti”. Havacı subaylar hoş insanlardır, severim onları. Katı bir direnç gösterme hevesinde değillerdi. Masaya bir de telefon hattı çekmişler. “Bir dakika” dedi, Ahizeyi eline aldı. Sanırım kendisi Merkez Komutanlığı’nı aradı. “Komutanım” diye başladığı sözünü “Evet efendim, başüstüne efendim, tabii efendim, emredesiniz efendim” gibi sözlerle sürdürdü. Ne konuşulduğunu merak ediyordum.
Ahizeyi yerine bıraktıktan sonra yüzüme gülerek baktı. “Çıkabilirmişsiniz kardeşim” dedi, “hatta ağzımıza bile …”. Bu cümlenin arkasını yazmayayım, herkes tahmin edebilir ne olduğunu. Pasaportuna yurtdışına çıkış tarihi “12 Eylül 1980” damgası basılmış nadir kişilerden biri olarak gururla uçağa binmekteydim.
Avrupa’da bir süre dolaştıktan sonra, yurda döndüğümde, Kenan Evren her şeye hakim bir konumda görünüyordu. Bunlar başka konular. Ancak benim için ilginç bir haber vardı. Adresi kesin yazılamamış Sayın Bülent Ecevit’e göndermiş olduğum kitap, o kargaşalıkta PTT’miz tarafından doğru adrese ulaştırılmıştı.
Askerlerin kibarca “misafir ediyoruz” dedikleri gözaltı durumundaki sayın Ecevit’e de paket iletilmişti. 12 Eylül 1980 tarihli gönderime, Bülent Bey’in 25 Eylül tarihli teşekkür ve iltifat yüklü cevabi mektubu, benim için çok kıymetliydi.