İskenderiye’de doğup büyümüş Giuseppe Ungaretti (1888-1970), kentin kozmopolit ortamına denk gelmiş bir tür ‘melez’di. Önce Paris serüveni, sonra Milano’ya geçip orada demir atış. Bütün şiirlerinin atmosferinin gene de İskenderiye’de geçen çocukluk ve ilkgençlik yıllarında çatıldığını ifade etmiştir.
Şehirler ile şiirler arasındaki dolaysız ve dolayımlı ilişkiler çetrefil atmosfer sorunları içerir. Bir ara, İskenderiye’ye gitme isteğim kabarmıştı; yapamadığım nice yolculuktan biri; pek çok okuryazarın yaptığını-yapacağını yaptım. Kavafis’e, Forster’ın kent portresine zaman ayırdım. Orada kalmadı uzanışlarım. 19. yüzyıl sonu kozmopolit ortamından sökün etmeye başlayan farklı kollarla oyalandım. Düşündüm bir aşamada: İskenderiye’ye gitmediğimden emin olabilir miydim?
Seferis üzerine dev doktora çalışmasından tanıdığım Denis Kohler dört İskenderiye’nin varlığına işaret ediyor: Büyük İskender’in kurduğu, kütüphanesi ve feneriyle öne çıkan 2.500 yıl öncesinin kenti; pax romana döneminin melez kenti; sırasıyla Arapların ve Osmanlıların işgali altında kavrulan kent; hıdivler döneminde kozmopolit bir metropole dönüşen İskenderiye. Bunlara sanırım, bugünden tipik Ortadoğu kimlikli bir beşinciyi eklemek doğru olacak.
Kavafis’in yaşadığı yıllarda şiirinin topografyasında yeri olan kentlerin hiçbiri görünmüyordu: Antakya, Konstantinopolis, İskenderiye gömülmüşlerdi geniş ölçüde, palempsest düzenin amansız yasaları gereği. Olsun; şair görüyordu imgeleminde gene de onları: Olağanüstü canlandırma yetisiyle. Gününde yaşayan katip ya da simsardı; şiirleri yazan bambaşka bir zamanın içinden geçmeyi seçmişti -buna geniş zamanlar diyoruz.
Her şair böyle durmaz. İskenderiye’de doğup büyümüş Giuseppe Ungaretti, kentin kozmopolit ortamına denk gelmiş bir tür ‘melez’di. Önce uzun ve dönüştürücü bir Paris serüveni, sonra sisler şehri Milano’ya geçip orada demir atış. Bütün şiirlerinin atmosferinin gene de İskenderiye’de geçen çocukluk ve ilkgençlik yıllarında çatıldığını ifade etmiştir: Geceleri bekçilerin ve domuzların sesiyle dolan uykularına, gündüzleri kentin bitiminden başlayan engin çölün uğultusuyla tamamlanarak biçim alan hava, şiirinin yatağını belirler.
Paris’e, yayımlanan ilk şiirinin, “In Memoriam”ın hayaleti Moammed Sceab ile birlikte gitmişti Ungaretti. Kaldıkları Hotel des Carmes duruyor hâlâ ve üzerindeki mermer levhada “Giuseppe Ungaretti 1916 yazını burada geçirdi” yazıyor. Rue des Ecoles’den sapılır o sokağa. Şair, şiirlerini Türkçeye aktaran Işıl Saatçıoğlu’nun sözleriyle “Şarkısını çözmeyi bilmediği için ölmeyi seçen” çocukluk arkadaşı Moammed Sceab için “Arap olmasına Arap değildi artık; ama bir başkası da olamıyordu. Tedirgindi. Nasıl ve nereye yerleştireceğini, nasıl ve nerede yumuşaklığa dönüştüreceğini bilmediği yıkıcı bir sevgi taşıyordu yüreğinde” diyordu. Nietzsche’yi okutmaya çalışmış şaire, şair onu Mallarmé’ye davet etmiş. Olmamış. Cenazeyi Hotel des Carmes’daki odadan alıp Ivry Mezarlığı’ndaki Müslüman karesine gömdürmüş.
Ungaretti, Jean Amrouche’un 1953’de yaptığı radyo söyleşilerinde, İskenderiye’den Paris’e, Milano’dan Roma’ya şiir burcuna konarak yurt yitimi depreminden kendisini kurtardığını anlatıyor. Gerçi şiirleri, özellikle biri, ona ne katıldıysa yaşarken şehirlerden çok nehirlerden aktığını vurgular ama, suların kentlerin içinden anadamarlar olarak geçtiği unutulmamalıdır.
“Şiir burcuna konarak yurt yitimi
depreminden kendisini kurtaran” Ungaretti.
Şiirinin tarihinin en acımasız “delik”lerinden birine büyüteç tutar Ungaretti, Amrouche’la söyleşilerinden birinde. İlk kitabının şiirlerinin çoğunu cephede yazarken, Closerie des Lilas’dan arkadaşı gazi Apollinaire de yeni şiirlerini siperlerde yazmaktadır. Ungaretti’nin intihar eden çocukluk arkadaşı için yazdığı şiiri Apollinaire çevirmiş, gelgelelim bu çeviri savaş derbederliği nedeniyle kaybolmuştur. Onu çekmecemizde sayalım.
İskenderiye’den İtalya’ya göçeden bir başka avant-garde figür, Filippo Marinetti, onca ‘tabula rasa’ sonrası, ilerleyen yaşlarında İskenderiye’ye duyduğu nostaljik bağı itiraf etmişti.
Şüphesiz İskenderiye’nin efsanesi yalnızca Kavafis ve Ungaretti gibi bir-iki yerli ikonla, Forster ve Durrell gibi yapıtlarında özelliklerini yücelten yabancı yerlileriyle sınırlanamaz. Céline Axelos’tan Paris’teki evinde başı kesilerek öldürülen romancı-şarkıcı Alec Scouffi’ye biribirinden farklı ‘tıynet’te örneklerin gökkuşağını tamamladığı bir çeşitliliğin şahşehri olmuştur İskenderiye.
Bugün, Ungaretti’nin 1931’de betimlediği, “büyük Arap düşünün sonsuz akşamı”yken İngilizlerin havasını kökten “tenis kortlu villalar ve plajlar” ile dönüştürdüğü şehirden geriye kalan izler kitaplardan taşanlar.
Başta Hala Halim’in İskenderiye Kozmopolitizmi (2013) çalışması, çeşitli dergilerde yayımlanmış kapsamlı incelemelerde işlenmiş bir konu Levanten Mısırlıların sesli ve yazılı yapıtları. Çoğu yarıyarıya gönüllü, yarıyarıya zorunlu sürgün dönemleriyle sona ermiş yaşamöykülerdir. Edmond Jabès, bu antologyanın en derin figürü olarak öne çıkar, benzersiz yapıtıyla. 20. yüzyıl şiirinin ana limanlarından biri.
Öteki uçta, İskenderiye’den önce Paris’e geçen, sonunda Kanada’ya demir atan Ayoub Sinano, bir köşesi İstanbul’a bağlanan yapıtıyla göze çarpıyor: “Pola de Péra”nın şiirlerinden özel bir Beyoğlu kokusu sızıyor. İstanbullu operet şarkısının öyküsünü bir gün dilimizde ağırlamalı, yazarını selamlamalıyız.