Kasım
sayımız çıktı

Bir elinde güven ve istikrar diğerinde emperyal iktidar

8 Eylül 2022’de İngiltere’nin en uzun süre tahtta kalan hükümdarı Kraliçe 2. Elizabeth, 96 yaşında hayata gözlerini kapattı. 70 yıl 214 gün boyunca bitmek bilmez bir görev bilinciyle istikrar ve güvenin kayası olmaya devam eden Kraliçe, aynı zamanda kanlı sömürgecilik döneminden kalma pek çok acının da sembolüydü. Ölümü “bir devrin sonu” mu, yoksa Brexit’in uyandırdığı “küresel İngiltere” fantezileriyle göstermelik bir şapka değişimi mi olacak?

Uzun bir hayat yaşa­yan Kraliçe 2. Eliza­beth, 16 yıl önce 80. doğumgünü için yaptığı ko­nuşmada Groucho Marx’ın “Herkes yaşlanabilir; tek yapmanız gereken yeterince uzun yaşamak” vecizesinden alıntı yapmıştı. Bu upuzun yaşam boyunca, dünyanın geçirdiği tüm dönüşümlere ayak uydurmanın güçlüğün­den ise pek bahsetmemişti.

1952’de henüz 26 yaşın­dayken tahta çıktığında 2. Dünya Savaşı’nın artçı etki­lerinin sürdüğü, şekerin kar­neye bağlı olduğu, bombala­rın yolaçtığı yıkıntıların ha­len temizlenmeye çalışıldığı bir dünyanın kilit noktala­rından birinde duruyordu. ABD’de Truman, SSCB’de Stalin iktidardaydı. İlk görev yetkisi verdiği başbakan ise Winston Churchill olmuş­tu. O günden bu yana Mar­garet Thatcher, Tony Blair gibi niceleri Saray’dan geçip gitti; son olarak ölümünden iki gün önce görevlendirdi­ği Liz Truss olmak üzere, di­le kolay 15 başbakan gördü. İmparatorluğun sınırları de­ğişti; İngiltere AB’ye girdi ve sonra çıktı.

Tüm dönüşüm sıkıntıla­rıyla, dünya da İngiltere de onun ilk tahta çıktığı yıllar­dan bambaşka görünüyor bugün. Kraliyet’in gerçekten gerekli olup olmadığı, bit­mek bilmez bir tartışma ola­rak süredursun, Kraliçe dö­nüşümün giderek hızlandığı, insanların ayaklarının altın­daki zeminin kayıp gitmeye­ceğine güvenemediği bir dö­nemin en sabit, en değişmez unsurlarından biri olmaya devam etti.

Yorulmak bilmeden 70 yıl 96 yaşında hayatını kaybeden Kraliçe 2. Elizabeth’in ardından duyulan samimi üzüntü ve matem, 21. yüzyılda halen gerekli olup olmadığı tartışılan konumundan ziyade, onun bu konuma karşı duyduğu sorumluluk bilincine hayranlıktan kaynaklanıyordu.

Üstelik York Dükü Prens Albert ve Düşesi Elizabeth Bowes-Lyon’un ilk çocuğu ola­rak, 21 Nisan 1926’da dünyaya geldiğinde, bir gün kraliçe ola­bileceği hiç düşünülmemişti. Tahtın birinci varisi amcası 8. Edward, 1936’da 2. Eliza­beth’in büyükbabası Kral 5. George’un ölümüyle tacın sa­hibi olmuştu. 8. Edward, hem boşanmış olması hem de Ame­rikalı olması nedeniyle Krali­yet ailesinin onay vermediği Wallis Simpson’la evlenmeyi tahta tercih edince, o zamana dek nispeten gözlerden uzak bir yaşam sürebilmiş aile, ken­disini bir anda hiç hazırlıklı olmadığı bir senaryonun için­de bulmuştu. Babası 6. Geor­ge gönülsüzce tahta geçerken 2. Elizabeth de veliaht olarak “Yüce Prenses Elizabeth” un­vanını almıştı.

Ocak 1952’de Elizabeth ve eşi Philip, hasta olan Kral’ın yerine denizaşırı bir tura çıktı. Babasının ölüm haberini, do­layısıyla tahtın yeni sahibi ol­duğunu öğrendiğinde, sömürge karşıtı Mau Mau Hareketi’nin kanlı bir şekilde bastırıldığı Kenya’daydı. Bir prenses olarak girdiği ülkeden, belki bir İmpa­ratoriçe olarak değil -Hindis­tan ve Pakistan’ın 1947’de ba­ğımsızlığını kazanması bu un­vanı ortadan kaldırmıştı- ama emperyal monarşinin mirası İngiliz Milletler Topluluğu’nun yeni başkanı olarak ayrılıyor­du. Kraliyet üyelerinin seyahat ederken her daim yanlarında siyah bir “yas” kıyafeti bulun­durmaları kuralı da o gün or­taya çıkmıştı. Eve dönüşünde uçaktan inerken giyecek uygun bir kıyafet bulamayan Eliza­beth, saraydan getirilen kıyafe­ti uçakta giyip dışarı çıkmıştı.

Tahta çıkışından 20 gün sonra Dorothy Wilding tarafından çekilen bu ilk resmî fotoğrafları daha sonra madeni paralar, banknotlar ve pullar üzerinde kullanıldı.

Bu, görev bilinci ve sorum­luluk duygusuyla bir insan, bir kadın ve ilerleyen dönemler­de bir anne olarak duygularını ve kişiliğini arka plana attığı, gizlediği ve bastırdığı yılların başlangıcıydı. Kraliçe’nin ar­dından, milyonlarca insanın paylaştığı samimi üzüntü ve matemin de temelinde bu bit­mek, yorulmak bilmeyen görev bilinci yatıyordu büyük ihti­malle. Ne yerine getirilmeyen seçim vaatleri ne de dünyanın en varlıklı hükümdarlarından biri olarak herhangi bir yol­suzluk söylentisiyle kariyerine gölge düşmemiş; çalkantılı bir yüzyılda istikrar ve güvenin, “devletin bekâsı”nın sarsılmaz kayası olmuş; bunu korumak için kişisel fedakarlıklar yap­maktan çekinmemişti Krali­çe. Prenses Diana’nın ölümü ve Harry ile Meghan’ın ırkçılık suçlamalarının ardından ki­şisel popülaritesi sarsılsa da, 70 yıl boyunca halkın gözünün önünde yaşanmış bir iktidarı olabildiğince az skandalla ta­mamladı.

Öte yandan Kraliçe, aynı zamanda bir semboldü. Hü­kümdarlığı sırasında yüzü ve beden bulmuş taşıyıcısı olduğu imparatorluk, neredeyse 50 ba­ğımsız devlete bölünüp küre­sel etkisini kaybederken; onun rengarenk kıyafetleri, gözalıcı mücevherleri ve tonton gülüm­semesiyle üstünü örttüğü kanlı dekolonizasyon tarihinin mi­rasıyla halen tüm boyutlarıy­la yüzleşildiğini söyleyemiyo­ruz. 1953 Noel Günü mesajın­da “İngiliz Milletler Topluluğu geçmişin imparatorluklarıyla hiçbir benzerlik taşımıyor” de­se de, bu yapı, ırkçı ve pater­nalistik anlayışıyla imparator­luğun devamı ve Britanya’nın uluslararası nüfuzunu koruma­nın bir aracıydı şüphesiz.

Siyah takımlılar arasında bir ‘anne kuğu’ Kraliçe Elizabeth 1971’deki İstanbul ziyaretinde kraliyet yatı Britannia’dan zarif bir sıçrayışla Dolmabahçe Sarayı rıhtımına çıkarken.

Sert ve disiplinli bir baba yerine, yavrularını kanatla­rı altına almış bir anne imajını benimsese de; göreve geldiği dönemde Malaya’nın sömürge valisinin komünist gerillalarla savaşmak için olağanüstü hâl ilan etmesinin, Kenya valisinin Mau Mau olarak bilinen sö­mürgecilik karşıtı hareketten 10 binlerce Kenyalıyı kamp­larda sistematik işkencelere maruz bırakmasının anıları he­nüz çok tazeydi. 1953’te İran’ın ilk seçilmiş lideri Muhammed Musaddık, İngiliz ve Amerikan istihbarat servislerinin tez­gahladığı darbe ile devrildiğin­de ise Elizabeth artık tahttay­dı. 1955’te Kıbrıs’ta ve 1963’te Aden-Yemen’de İngiliz valiler sömürge karşıtı hareketlerle mücadele etmek için olağanüs­tü hâl ilan ettiklerinde; siville­re işkence yaptıklarında da…

2. Elizabeth, İngiliz Milletler Topluluğu üyesi devlet başkanlarını kanatları altına almış “anne kuğu” rolünü hayatı boyunca sürdürdü.

Bu arada, İrlanda’daki “The Troubles” dönemi ola­ğanüstü hâl dinamiklerini Birleşik Krallık’a da taşımış­tı. Kuzey İrlanda’da barış için, Tony Blair’in iktidarda oldu­ğu 1997’yi beklemek gerek­mişti. Fakat çokkültürlülüğü savunan Tony Blair, bir eliyle Galler, İskoçya ve Kuzey İr­landa’ya yetki devri getirirken, bir eliyle ABD liderliğindeki Afganistan ve Irak işgalleri­ne katılarak Viktorya döne­mi emperyal söylemi yeniden canlandırmıştı. Taşıdığı tüm anılar ve vatanseverlik çağ­rışımlarıyla Kraliçe’nin uzun ömrü, bu emperyal fantezile­rin devamını kolaylaştırıyor­du. O gün de… Brexit’in uyan­dırdığı “güçlü, küresel İngilte­re” çağrılarıyla bugün de…

Son yıllarda, İngiliz devleti ve kurumları üzerinde impa­ratorluk, kölelik ve sömürge­ciliğin mirasını kabul etmeleri ve telafi etmeleri için kamu­oyu baskısı artıyor. 2013’te sömürge Kenya’sında işken­ce gören mağdurların açtığı bir davada İngiliz hükümeti hayatta kalanlara yaklaşık 20 milyon Pound tazminat öde­meyi kabul etti; 2019’da Kıb­rıs’ta hayatta kalanlara bir ödeme daha yapıldı. Her bir banknotun üzerinde Krali­çe’nin gülümseyen yüzü vardı!

2005’te Kraliçe, Garter Günü’nde… En prestijli Birleşik Krallık şövalye nişanı olan Dizbağı Nişanı, 1348’den beri hükümdar tarafından veriliyor.

Kraliçe’nin ölümü şüphesiz pek çok kez tekrarlandığı gibi “bir devrin sonu” olacak, ama bu ölüm Kraliçe’nin dönemin­den kalan acılarla yüzleşmek için bilinçli bir çaba harca­mak, Kraliyet’in rolü üzeri­ne uzun süredir dillendirilen eleştirilere kulak vermek için bir fırsat olarak kullanılmadı­ğı sürece bir son değil, yeni bir başlangıç olmaya da gebe.

1952’de Prenses olarak
çıktığı yolculuktan babası
Kral 6. George’un ölümünün
ardından bir Kraliçe olarak
dönerken.