40 yılı inşaatla, restorasyonla ya da terkedilmiş olarak geçen, ancak 30 yıl kullanılabilen Taksim’de bir sanat mabedi… Eski adıyla İstanbul Kültür Sarayı 1969’da resmen açılmış, 1970’in sonlarında yanmış, 1978’de yeni binası ve AKM ismiyle tekrar açılmıştı. Şimdilerde yine yıkılacak ve yerine yeni bir sanat merkezi yapılacak.
Taksim’deki Atatürk Kültür Merkezi’nin son dokuz yıl boyunca işlevsiz bırakıldıktan sonra kesinlikle yıkılacağı ve yerine yeni bir “opera kompleksi” inşa edileceği neredeyse kesinleşti. Mevcut binanın ömrünü doldurduğu hükmüne varılmış olduğu anlaşılıyor. Şimdi karşımızda başlangıcı ve akıbeti bilinen bir yapı var.
İnşaat safahatini az çok izlediğim ve 1969 Nisan’ında “İstanbul Kültür Sarayı” adıyla açılışına geniş öçüde tanık olduğum, daha sonraları sahnesinde pek çok sanat gösterisini izlediğim AKM’yi anlatmak istiyorum. Yazıyı, özellikle ilk açılışı belgeleyen fotoğraflarla süslemeye çalışacağım. Çünkü olayı yakından değil, bizzat içinden izlemiştim.
Bir yapının varolabilmesi için önce uygun bir mekân, daha sonra da bir gereksinim bulunması gerek. O yüzden, bu öykünün başlangıcını 1936’da İstanbul’un çağdaş bir şehir olarak nâzım planını yaptırmak üzere Atatürk’ün ünlü şehircilik uzmanı Henri Prost’u davet ettiği yıla kadar dayandırıyoruz. Prost’un ana hatlarını 1937 yılında teslim ettiği planın esası, tarihsel değere sahip yapılara saygılı kalmak koşuluyla, şehre Avrupa kentlerinde olduğu gibi geniş alanlar ve parklar kazandırmak, şehiriçi ulaşımı rahatlatacak tedbirleri almak şeklinde özetlenebilir. O zamanlar İstanbul Vali ve Belediye Başkanı Muhittin Üstündağ idi. Daha çoğu, ondan hemen sonra atanan Lütfi Kırdar zamanında, 2. Dünya Savaşı’nın ülkemize yansıyan sıkıntılı koşulları altında geçen 1940’lı yıllar boyunca plana sadık kalarak, olanaklar ölçüsünde gerçekleştirilmiştir.
Planın en önemli bölümlerinden birinin Maçka, Nişantaşı, Taksim, Dolmabahçe arasında nefes alınacak alanlar ve geniş parklar oluşturmayı amaçladığı açıktır. Şehrin merkezi sayılacak bir yerde çok fazla yer kaplayan, artık bir işlevi kalmamış ve cumhuriyetten önce bile futbol sahası haline getirilmiş Topçu Kışlası’nın yerine halka açık bir Gezi Parkı, yükselen ve alçalan anıtsal merdivenlerle Taksim meydanına bağlanacaktır. Anladığıma göre, hazırlanan platonun ortasına dikilecek at üzerindeki İnönü heykeli, sonraları inşa edilen çok katlı The Marmara oteline bakmayacaktı tabii. Üsküdar’dan başlayan ve Marmara denizinin ufuklarına kadar uzanan bir panoramayı seyreder olacaktı. Çünkü Prost’un Taksim meydanının o bölümünü bir seyir terası gibi düşündüğünü görür gibi oluyorum. Tıpkı Paris panoramasına açık Trocadero meydanı gibi.
İşte operasız İstanbul şehrine bir opera binası yapılacaksa, aynı zamanda resm-i geçitlerin de düzenleneceği ince uzun Taksim meydanının en uç köşesinden daha uygun bir yer bulunamazdı. Yapımı 23 yıl sürecek olan maceralı binanın temeli cumhuriyetin 23. yıldönümü olan 29 Ekim 1946’da atıldı. Proje belediyenin kendi olanaklarıyla gerçekleştirilecek ve hesapça fethin 500. yılına yetiştirilecekti. Ama belediye bütçesi yeterli olmadığından inşaatın devamı devlete, yani Bayındırlık ve Maliye Bakanlıklarına devredilmişti. O bölgenin 1950’li yıllarını anımsıyorum. Perişan görünümlü bir kaba inşaat, bombalanmış Alman şehirlerini anımsatıyordu. İnşaatın önünde köşke benzer eski bir ev vardı. Osmanlılardan kalma elektrik ya da tünel idaresinin yabancı müdürüne ait olduğu söyleniyordu.
Projesi üç kez yenilendiği ifade edilen bina, ödenek sıkıntısı yüzünden vaadedilen tarihe yetiştirilemedi. Ne var ki, bu kez Yüksek Mühendis ve Mimar Hayati Tabanlıoğlu’nun sorumluluğu altında, onun projelerinin öngördüğü biçimde değerli teknik elemanların ve sanatçıların da katkılarıyla titizlikle çalışılıyordu.
★ ★ ★
Diğer yandan bir gerçek daha vardı. Hadi opera binası bitirildi diyelim; burada işbaşı yapacak deneyimli bir opera kadrosu var mıydı? Ankara’da 1936’dan beri Devlet Konservatuvarı’nın yetiştirdiği bir sanatçı kadrosu mevcuttu. Devasa bir yapı olmasa bile gereksinime cevap verebilen derli toplu özel bir opera binasında başarılı temsillerle bir opera faaliyeti çoktan beri Ankaralıların sosyal hayatında yer almıştı. Ancak İstanbul bu şansa sahip değildi. Başkentte devletin bir senfoni orkestrası, operası ve tiyatroları vardı. İstanbul’da ise belediyenin onbeş günde bir Şan Sineması’nda konserler verebilen, üyelerinin bir kısmının ek gelir sağlamak üzere orada burda çalıştığı, neredeyse toplama denilebilecek Şehir Orkestrası ile Tepebaşı’nda Dram ve Komedi adları verilmiş, Darülbedayi uzantısı iki Şehir Tiyatrosu vardı.
İKS’nin dikkat çekici tavan ışıklandırması altında o zamanın imkânları ile bir Ozan Sağdıç özçekimi.
Bu koşullara karşın, belediye cesaretli bir girişimde bulundu. Bir opera kurmak üzere Ankara Konservatuvarı’nda yetişmiş Aydın Gün’ü davet etti. Vilayet meclisinde konu müzakere edilirken, üyelerden birinin “şehrin kanalizasyon sorunu varken opera neyimize” demesi üzerine Aydın Gün’ün yanıtı hoştur: “Ben buraya gelirken rakibimin kanalizasyon olacağını hiç düşünmemiştim”.
Dönemin Belediye Başkanı Kemal Aygün’ü, ünlü tiyatro sanatçımız Muammer Karaca’yı propaganda amacıyla Büyükçekmece taraflarındaki köyleri gezdirirken, foto muhabiri olarak arabasına beni de aldığı için biraz tanımıştım; sanatsever bir insandı. Onun ve Muhsin Ertuğrul’un Aydın Gün’e desteği ile, İstanbul Şehir Operası 19 Mart 1960 tarihinde Tepebaşı’ndaki Dram Tiyatrosu sahnesinde ilk temsilini verebilmişti. Opera perdelerini Puccini’nin Tosca eseri ile açmıştı. İlk temsile özel olarak İtalya’dan gelen soprano Leylâ Gencer ile bariton Orhan Günek’in katkıları sağlanmıştı. Ertesi sezon aynı sahnede Verdi’nin La Traviata’sını sahneleyen Şehir Operası daha çok Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nda boy gösterebildi. Çünkü İstanbul’da orkestra çukuru da bulunan İtalyan tarzı tiyatro salonunun iyi-kötü bir örneği olan Dram Tiyatrosu, yıkılma tehlikesi var diye kapatılmıştı. Tiyatro müzesi yapılacağı söylendi ve en sonunda bir yangına kurban edilip tarihe karıştı.
★ ★ ★
Bu arada Ankara’da da bir takım gelişmeler olmaktaydı. Dame Ninette de Valois’nın önderliğinde Yeşilköy’de kurulmuş olan bale okulu Ankara’ya taşınarak Devlet Konservatuvarı’nın bünyesine alınmış, yürütülen bale çalışmaları ilk ürününü vermiş, 1962’de Coppelia temsili ile Devlet Tiyatrosu’nun bir bölümü olarak sanat hayatına katılmıştı. Tatbikat Sahnesi günlerinden bu yana tiyatro, opera ve şimdi de bale hep Devlet Tiyatrosu çatısı altında tek elden yönetiliyordu. Tiyatronun yalnız Ankara’da altı tane sahnesi vardı. İzmir şubesine ek olarak Bursa’da ve Adana’da da şubeler açılmıştı. Bölge tiyatrolarının geliştirilmesi ve genişletilmesi gündemdeydi. Fazladan opera ve bale organizasyonları da düşünülecek olursa, faaliyet alanları haddinden fazla çoğalmıştı.
Bulunan tek çare, kuruluşun biri “Devlet Tiyatroları” diğeri “Devlet Opera ve Balesi” şeklinde iki genel müdürlüğe bölünmesi olmuştu. Tiyatro kısmının başında zaten Cüneyt Gökçer vardı. Opera ve Bale genel müdürlüğüne ise Aydın Gün atanmıştı. Evet, organizasyon bakımından bu ayrılmanın yararlı olduğu düşünülse de, iki kardeş kuruluşun kimi mekânları ortak kullanma zorunluğu ve yetki tartışmaları yüzünden zamanla rakip duruma düşme olasılığının da kapısı aralanmış oldu.
★ ★ ★
‘Deli İbrahim’ oyunu
Yine açılış günlerinin repertuarından Turan Oflazoğlu’nun rağbet gören oyunu “Deli İbrahim”.
Biz yine Taksim’deki opera binasına dönelim. Burası artık ana salon dışında bir dinleti salonu ve daha küçük bir tiyatro sahnesi ile birlikte sergi mekanlarını da içeren bir yapı olarak ortaya çıkmaya başlamıştı. Opera binası adı çoktan unutulmuştu. Artık “İstanbul Kültür Sarayı” (İKS) diye anılıyordu. Nihayet önemli kısımları tamamlanmış halde 12 Nisan 1969 tarihinde bu isimle resmen açıldı.
Elbette kültür hayatımızda çok önemli bir olaydı. Faaliyeti izlemek üzere Ankara’dan İstanbul’a gelmiştim. Zamanın cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, başbakanı ise Süleyman Demirel idi. Açılış onların nezaretinde yapıldı. Ama siyasal olarak ön plana çıkmadılar; sahneyi olayın asıl sahibi olan sanatçılara bıraktılar.
Açılış için hangi eserin ya da eserlerin seçileceği bir hayli tartışmalı olmuştu. Sonunda açılışın ilk Türk balesi Çeşmebaşı ile, vaktiyle Verdi’nin Kahire operasının açılışı için bestelediği Aida operasının temsilleriyle yapılması, izleyen günlerde de Devlet Tiyatroları’nın repertuvarında nazır bulunan bir Türk eseri Turan Oflazoğlu’nun Deli İbrahim oyunu ile çok başarılı bir biçimde sahnelenen Amerikan müzikali My Fair Lady’nin sergilenmelerine karar verilmişti.
Açılışın uluslararası onur konukları da vardı. Hiç kuşkusuz bu konukların en önemlisi o dönemde 80 yaşını aşmış olan büyük tiyatro otoritesi Carl Ebert idi. Onun önemi sadece Frankfurt ve Berlin’de kurduğu tiyatro okulları, Berlin Şehir Operası’nda sahneye koyduğu opera temsilleri, Nazi rejiminden kaçarak Arjantin’de gerçekleştirdiği tiyatro faaliyetleri, savaştan sonra Los Angeles’teki tiyatro öğretmenliği, Berlin Devlet Operası’nın yönetmenliği ve dünyaca ünlü Glyndebourne ve Edinburg festivallerindeki yöneticiliğinden kaynaklanmıyordu. Bizim için asıl önemi, Ankara’da bulunmuş olması ve bu süre içinde Devlet Konservatuvarı’nın tiyatro ve opera bölümlerinin kurulmasına, Atatürk devrimlerinin önemli bir parçası olan müzik ve sahne sanatlarının ilk kuşak elemanları olacak gençleri yetiştirmesine ve bunu izleyerek Devlet Tiyatroları’nın ve operasının çekirdeğini teşkil eden Tatbikat Sahnesi’nde bu sanatların ilk örneklerinin sergilenmesine öncülük etmiş olmasıydı.
Carl Ebert’ten nazar totemi
Tiyatronun duayen ismi Carl Ebert, açılışın konuklarındandı. Tiyatrocuların eski bir geleneği olan sahneye çıkmadan önce perde gerisinde eşiği tıklatma geleneğini uyguluyor. Herhalde bu, yeni opera binasının kutsanması, nazardan uzak tutulması adına dua anlamına da geliyordu.
Bu konuya açıklık getirebilmek için biraz daha geriye gitmek gerekiyor. Cumhuriyetin ilk yılında Atatürk, Ankara’da iki okul açtırdı. Bunlardan biri Hukuk Mektebi, biri de Musiki Muallim Mektebi idi. Çünkü yeni kurulan bir devlet için Büyük Önder’in ortaya koyduğu temel düşünceye göre “Mülkün temeli adaletti” ve “Sanatsız kalmış bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demekti”.
Atatürk Sofya’da ateşemiliter iken bir opera sayretmişti. Duyduğu heyecanın sevkettiği düşüncelerle bir türlü uyuyamamıştı. Sabaha karşı arkadaşı Şakir Zümre’yi de uyandırmış, ona “Balkan Savaşı’nı niçin kaybettiğimizi şimdi anladım; biz onlara Bulgar çobanı gözüyle bakıyorduk. Oysa onlar kendi operalarına sahip olacak kadar evrensel değerlerle terbiye edilip uygarlaşmışlar” demişti. Bu anı, onun cumhurbaşkanı seçilir seçilmez yaptığı ilk işlerden birinin Musiki Muallim Mektebi açtırmak olmasını açıklayabilir belki. O okul daha mezun vermeden, mevcut Türk bestecilerine Özsoy, Taşbebek gibi operalar besteletmesi ve büyük konuğu İran şahını bir opera ile karşılaması dikkati çekicidir.
Almanya’da Nazi rejimi ile barışık olmayanların Türkiye’de görev almalarının öyküsü ise uzun. Paul Hindemit ve onun tavsiyesiyle gelen Carl Ebert ilk Devlet Konservatuvarı’nı kuran kişilerdir. Birçok öğrenci de yetiştirmişlerdir. İstanbul Kültür Merkezi’nin açılışı son merhale ise burada sanat icra edecek olanlar da Carl Ebert’in yetiştirdiği öğrencilerle birlikte öğrencilerinin de öğrencileri iseler, Ebert’in onur konuğu olmasından daha doğal bir şey olamazdı.
Ustanın öğrencilerinden biri olan Cüneyt Gökçer, Devlet Tiyatroları’nın başına, bir diğeri Devlet Operası’nın başına genel müdür olmuşlardı. Daha niceleri, sahneye konan oyunlarda başrollerde boy gösteriyorlardı. Açılış töreni ve temsilinden sonraki resepsiyonda hoca ile öğrencileri arasında hasret giderme ve muhabbet gösterileri birbirini izliyordu. Konservatuvarın o zamanki müdürü Orhan Şaik Gökyay’ın protokol arasında bulunması, anıların tazelenmesine katkı yapıyordu. Bir başka onur konuğu, zamanın en büyük kemancılarından Yehudi Menuhin idi. Onun da etrafında hayran ve meraklı halkaları oluşuyordu.
İKS adıyla anlı şanlı açılışı yapılan bina ne yazık ki bir yıl kadar dayanabildi. Sahipsizliğin getirdiği sorumsuzluk yüzünden bir buçuk yıl sonra, Cadı Kazanı adlı oyun sırasında yandı. Çatısı çökmüş, içi kül olmuştu. O safhanın öyküsünü, içinde yanan IV. Murat’ın müzelik eşyasının kaybıyla ilgili yazımızda anlatmıştık (#tarih Kasım 2015, Sayı 18).
Bu yangınla talihsiz yapı, bir sekiz yıl daha tamir ve restorasyon nedeniyle devre dışı kalmıştı.
Şimdi artık simit sarayları bile var; saray sözcüğü o kadar ucuzladı. Ama vaktiyle bu sözcük saltanatı çağrıştırıyor diye eleştiriliyordu. İlk eleştiren de galiba Muhsin Ertuğrul idi. İlk Kültür Bakanımız Talât S. Halman 6 Ekim 1978’de yeniden açılacak yer için “Atatürk Kültür Merkezi” adını önermişti. Bu isim benimsendi.
★ ★ ★
AKM’nin 1 Kasım 1999 tarihli bir sit alanı tescil kararı var. Faaliyetleri 31 Mayıs 2008 tarihinde durduruldu. “Binanın ne suçu vardı ki çürümeye terkedildi” sorusunun akılcı bir yanıtı yok. Sekiz yıldır yine devre dışı. Yenileştirme kararı var, uygulanmıyor. İçindeki donanımların yağma edildiğine dair söylentiler var. Nüfusu nerede ise 20 milyona yönelmiş, dünyanın eşsiz mücevheri İstanbul’da, opera kurumu binasız, Devlet Senfoni Orkestrası göçebe, Devlet Tiyatroları perişan iken AKM daha kaç yıl şehrin göbeği Taksim’de bir çürük diş gibi, bir utanç abidesi olarak yüzümüze gözümüze sırıtıp duracak diye sormadan geçemiyordu insan. Adının sahibinin ruhu göklerden bize bakıp sesleniyor: “Efendiler, milletin hayat damarlarından biri koparılmış vaziyette yerde yatıyor”.
“Bu olmadı, yıkıp yenisini yapalım”. Çözüm bu mu? Yapalım da, bu daha kaç yılın sürüncemesine, mazeretine gebe bir teklif? Örnek mi? İşte Ankara’da Semra ve Özcan Uygur’un projesi yeni CSO salonu inşaatı. Başlanalı tam çeyrek yüzyıl oldu bitirilemedi; bitirileceği de yok gibi. Aktüel bir haber: İçindeki değerli aksam hırsızlar tarafından çalınmış. Yine Ankara’da herkes bilir; opera binamız mükemmeldir, şirindir ama hap kadarcıktır. Başkentin şanına yakışır olan Özgür Ecevit’in Opera binası planı, en az yirmi yıl önce yapıldı. Bu kadar zamandır bunu dikkate alan bir kültür bakanı, bir başbakan, bir başka devlet yetkilisi gösterin lütfen.