Birinci Dünya Savaşı insanlık tarihinin en büyük yıkımlarından biriydi hiç şüphesiz. Milyonlar yaşamını kaybederken, geri dönebilenlerin birçoğu için hayat artık hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaktı. Dört yıl, üç ay, iki hafta süren harbin noktalanmasından bu yana bir asır geçti, ama cephelerde hayatını yitiren farklı ülkelerden birçok sporcu hâlâ unutulmadı…
Büyük Savaş’ın başları, 1914’ün sonbaharıydı. İngiltere’de kulüpler halkın moralini yüksek tutmak için maçların devam etmesi gerektiğini savunadursun, cepheden gelen ilk haberler tatsızdı. Her gün giderek ağırlaşan kayıp bilançosu, kamuoyunu rahatsız ediyordu.
Aslında her şey Büyük Britanya’nın 4 Ağustos’ta Almanya’ya savaş ilan etmesiyle başlamıştı. “Ülkenin sana ihtiyacı var” çağrısına cevap veren 500 binden fazla Britanyalı askere alınmıştı. Yaşamını orduya adayan Mareşal Lord Roberts da, sporcuları ülkeleri için savaşmaya davet ediyordu. Ona göre hayat-memat mücadelesi içindeyken, kriketçi ve futbolcuların sahalarda değil, harp meydanlarında olması lazımdı. Gençliğinde spor yapmış, Sherlock Holmes’le meşhur olmuş yazar Arthur Conan Doyle da sürekli aynı yönde görüşler beyan ediyor, kamuouyunu etkiliyordu. Baskıların neticesinde 12 Aralık 1914’te Futbolcular Taburu (17. Tabur) kurulmuştu. 1 Ocak 1915’te resmen duyurulan ve Middlesex Alayı’na bağlı birliğe katılan oyuncular, askerî olarak eğitilirken cumartesi günleri maçlara çıkmaya devam etmişti.
Savaş kurbanı futbolcular anıtı
İngilizlerin Middlesex Alayı’na bağlı iki futbol taburunun Somme muharebesinde hayatını kaybeden mensupları hatırasına dikilen anıt, Longueval, Fransa.
Ne zaman cepheye sürülecekleri ise merak konusuydu. Silah altına alınabilecek durumdaki 1800 futbolcudan sadece 122’si Mart ayında tabura dahil olmuştu. Haziran ayında 23. Tabur’un kurulmasıyla “futbol taburları”nın sayısı ikiye çıkmıştı.
Tarihin en kanlı muharebelerinden birine sahne olan Somme’da İngilizler tek bir günde tarihlerinin en büyük zayiatını yaşarken, sporcu askerler de bu trajediden nasibini almıştı. Bunlardan biri de bir zamanlar Chelsea’nin kalesini koruyan Bob Whiting idi. Kardeşini Somme’da kaybeden file bekçisi, karısının hamile olduğunu öğrenince firar etmiş, yakalandıktan sonra tekrar katıldığı taburunda arkadaşlarının yanında can vermişti.
‘Kale’sini ölümüne korudu
Daha önce Chelsea’de, 1908-1914 yılları arasında Brighton&Hove Albion kulubünde file bekçiliği yapan İngiliz futbolcu Bob Whiting’in kulüp fotoğrafçısı Ebenezer Pannell tarafından 1912’de sahada çekilen bir fotoğrafı. Whiting, 1. Dünya Savaşı’nda, Arras’ta hayatını kaybedecekti.
Bu özel taburlara mensup 26 futbolcu savaştan dönememişti. Tüm Ada irdelendiğinde, yeşil sahalarda top koşturmuş 300’den fazla futbolcu harpte ölmüştü. Sayının kesin olmadığının altını çizerken, son yıllarda bu konuda yapılan çalışmaların kaydadeğer yeni sonuçlara ulaştığına dikkati çekmeliyiz…
Kulüpler bakımından Britanya’da en çok kaybı veren takım, Premier Lig’in demirbaşlarından Tottenham Hotspur’du. Londra’nın güzide ekibi tam 11 oyuncusunu savaşta yitirmişti. Newcastle United ile İskoç Hearts ise 7 evladını kaybetmişti. İşte o Hearts takımının üç oyuncusu Harry Wattie, Duncan Currie ve Ernie Ellis, Somme Muharebesi’nin ilk gününde ölmüş, takım arkadaşları Paddy Crossan ise ağır yaralanmıştı. Futbol oynayabilmek adına ayağının kesilmemesi için cerrahlara yalvaran Crossan bir süre sonra son nefesini vermişti.
Manchester’ın iki yakasında da top oynayan Sandy Turnbull de savaştan dönemeyenler arasındaydı. Old Trafford’da atılan ilk gole imzasını atan forvet, bir Liverpool maçında şikeye karıştığı için ömürboyu sahalardan men edilmişti. Futbolcular taburuna katılan oyuncunun en büyük arzusu, cepheden döndükten sonra cezasının kaldırılmasıydı.
Celtic, Arsenal, Liverpool, Manchester City ve Manchester United gibi köklü kulüpler de cepheden gelen haberlere ağlamıştı. 25 Mart’ta hayatını kaybeden Walter Tull da, ardından gözyaşı dökülen İngiliz futbolcular arasındaydı.
Sahalardaki öncü
28 Nisan 1888’de doğmuştu Walter Tull. İngiliz bir anneyle Barbadoslu köle bir babanın oğluydu. Melez olmasına rağmen hep siyahtı insanların gözünde. Yedisinde annesini, dokuzunda da babasını kaybeden ufaklık yetimhanede büyüyecekti.
Clapton’da futbola başlayan forvet, 1909’da Tottenham’a transfer olmuştu. Takımının Arjantin ve Uruguay turnesinde göze diren delikanlı geleceğe umutla bakıyordu. Sunderland karşısında ilk resmî maçına çıktığında, İngiltere Ligi’nde Arthur Wharton ve Billy Clarke’tan sonra boy gösteren üçüncü siyah futbolcu olmuştu. Federasyon Kupası şampiyonu apoletli Manchester United karşısında döktüren oyuncu için her şey rüya gibiydi. Fakat kısa sürede o rüya kâbusa dönecekti. 10 maçta sahne alıp iki gol atan futbolcu, bir anda ıskartaya çıkartılıyordu. Tevatüre göre teninin renginden başka bir suçu da yoktu, rakip taraftarların yaptıklarına ise denecek çoktu…
1909’un Ekim ayında Bristol City deplasmanında maruz kaldığı ırkçılık, futbol tarihine geçiyordu. Bu olayla yeşil sahalardaki bir ırkçılık olayı ilk defa haberleştirilmişti. Football Star gazetesinin muhabiri sahada olanları yazarken ayrıca Bristol taraftarına “holiganlar” demişti. İlk kez yazılı olarak 1894’te sulh mahkemesi kayıtlarında rastlanan- sonradan Doyle ve H. G. Wells gibi edebiyatçıların repertuarlarına kattıkları- kelime 1960’ların sonundan itibaren çevreye zarar vermeye eğilimli fanatikler için kullanılmaya başlanacaktı.
Genç forvet Bristol’da yaşadığı iğrençlikten sonra içine kapanıyordu. Takım arkadaşları ona sahip çıkacaklarına arkalarını dönmüşlerdi. Onu, küçücük Northampton Town’a getiren Herbert Chapman, emekleme günlerinde futbolun abecesini yazan belki de en önemli teknik direktördü. Sonradan Huddersfield Town ve Arsenal’i şampiyon yapan efsane hoca, delikanlının yeteneklerine bakmıştı, beyaz olmamasına değil.
Yeni takımının 111 defa formasını giyen oyuncunun Glasgow Rangers ile anlaştığı 1940’ta ortaya çıkmıştı. Fakat kopan harp onu gara değil, cepheye sürüklemişti. Onun da adresi, birçok meslektaşı gibi futbolcular taburuydu. Kısa sürede liderlik yeteneği fark edilmiş; çavuşluğa terfi etmişti. O günlerde geçerli yasalara göre siyahlar subay olamıyordu. Buna rağmen azmi ve askerlik becerisine kayıtsız kalmayan üstleri onu İskoçya’ya subay okuluna göndermişti. 1917’de teğmen unvanını alan Tull, böylece İngiliz Ordusu’nun ilk siyah subayı olmuştu. Kanunlarda ne yazarsa yazsın, teninin rengini yenmiş, beyazlara komutanlık etmişti.
Fransa’da, Pas-de-Calais’de can veren teğmenin bedeni asla bulunamamıştı. Bir ömür unutulan Tull, Northampton’ın 1999’daki diktiği anıtta adeta küllerinden doğmuştu. O tarihten bu yana hakkında devamlı kalem oynatılıyor; belgeseller, senaryolar hep onu anlatıyor. Sanki birileri günah çıkartıyor.
Rugby’nin karanlık tablosu
Mareşal Roberts ve yazar Doyle’un “askere mutlaka alınmalı” dedikleri kriketçiler için de bilanço kapkaranlıktı. 210 oyuncudan en az 34’ü savaştan dönememişti. Dönemin belki de en iyisi olarak kabul edilen solak yıldızı Colin Blythe da onlardan biriydi. Ama rugbycilerin durumu daha da vahimdi. En çok millî takım oyuncusunu İskoçya kaybetmiş, onları İngiltere takip etmişti. 30 İskoç, 27 İngiliz harpten dönememişti. Bu askerlerden beşinin de sonu Çanakkale olmuştu: İskoç Eric Templeton Young, William Campbell Church, David Bedell-Sivright, İngiliz Arthur James Dingle ve William Nanson Çanakkale’yi geçememişti.
İskoçya tarihinin en iyilerinden biri olarak kabul edilen Sivright, Cambridge’de okumuş; 1904’te Britanya’nın Yeni Zelanda ve Avustralya turnesinde kaptanlık yapmıştı. Gelibolu’da cerrahlık yapan çetinceviz forvet, raporlara göre bir böcek ısırığına yenik düşmüştü.
O günlerin en iyilerinden İngiltere kaptanı Ronald Poulton Oxford’da okumuş, üniversitenin daha ilk senesinde keşfedilmişti. Gönüllü olarak askere yazılan Poulton, birliğinin en popüler askeriydi. Belçika’da bir sniper mermisiyle öldüğünde 26’sında bile değildi.
Sadece İngiltere değil, Fransa da kaptanını yitirmişti. 1912’de milli takım formasını ilk kez giyen Maurice Boyau kısa sürede rugby dünyasının önemli isimlerinden biri olmayı başarmıştı. 1. Dünya Savaşı’nda pilotluk yapan teğmen tam 21 balon düşürerek ordusunun en başarılı pilotlarından biri olmuştu. 1918’de öldükten sonra Légion d’Honneur madalyasına da layık görülen Boyau’nun adı bugün bir zamanlar formasını giydiği Dax kentindeki stadyumda yaşıyor, anısına dikilen heykel insanları selamlıyor.
Forma renginden ötürü “All Blacks” olarak bilinen Yeni Zelanda da, savaşta 13 oyuncusunu yitirmişti. Takım arkadaşları Henry Dewar ve Albert Joseph Downing, Çanakkale’de ölmüşlerdi. Avustralya formasını terletmiş 10 oyuncu da harpten dönememişti. Bunların dördü Harold Wesley George, Edward Larkin, Blair Swannell ve Fred Thompson’ın son durağı Çanakkale’ydi. Gelibolu’dan yaralı kurtulan William Tasker ise 1918’deki Amiens Muharebesi’nde son nefesini vermişti.
Olimpiyatlara düşen ateş
Rakamlar kesin olmamakla birlikte, 1. Dünya Savaşı’nda ölen sporculardan 143’ü Olimpiyat heyecanı yaşamıştı. Bunların uyrukları adeta harbin tüm yeryüzüne yayıldığını hatırlatıyordu. Dört yılda bir insanlığı buluşturan o barak altında yarışan 51 Britanyalı, 28 Fransız, 27 Alman, dokuz Macar, beş Avusturyalı, beş Kanadalı, beş Rus, iki Belçikalı, iki Amerikalı, iki Avustralyalı, iki Yeni Zelandalı, bir Fin, bir Güney Afrikalı, bir Haitili, bir Çek, bir Sırp olimpik sporcu cepheden dönememişti. Bunların arasında hikâyesi Çanakkale’de noktalanan iki İngiliz de bulunuyordu: 1908’de kürekte bronz alan Oswald Carver, Üçüncü Kirte Muharebesi’nde; 1912’de binicilikte ülkesini temsil eden tuğgeneral Paul Aloysius Kenna, Suvla’da hayatını kaybetmişti.
Düşmana gününü gösterin!
Avustralya menşeli I. Dünya Savaşı propaganda afişinde, sporcular “Düşmana Avustralyalı spor adamlarının neler yapabileceğini gösterin” sözleriyle orduya davet ediliyor.
2016’da yayımlanan Nigel McCrery’nin The Extinguished Flame: Olympians Killed in The Great War (Sönük Alev: Büyük Savaş’ta Ölen Olimpik Sporcular) adlı kitabında bu sayı 135 olarak veriliyordu. Her yapılan araştırmada bilançonun daha da ağır olduğu görülüyor.
1. Harp’te hayatını kaybeden olimpik sporcuların özgeçmişlerini tam 22 altın, 21 gümüş, 31 bronz madalya süslüyordu. Müsaadenizle onlardan bazılarını anmalı…
1908’de tek başına koşarak altına ulaşan Olimpiyat tarihine geçmişti İngiliz Wyndham Halswelle. Ülkesinde düzenlenen Yaz Oyunları’nda 400 metrede yaşananlar, adının kitaplara yazılmasının esbab-ı mucibesiydi. Finalde Amerikalı John Carpenter onu engelleyince olaylar gelişmiş, yarış iptal edilmişti. Arkadaşlarının disklafiye edilmesine ateş püsküren diğer atletler iki gün sonra tekrarlanan finale katılmamıştı. Pistte yerini tek başına alan atlet kendisiyle yarışacaktı. O günden sonra 400 metre yarışlarına kulvar getirilmişti. Yüzbaşı Halswelle, harpte 15 metre kazanmak için 79 askeriyle can verdiğinde 32’sindeydi…
Fransızların ünlü uzun mesafe koşucusuydu Jean Bouin. Kariyerinde 3 bin ve 10 bin metrede üç dünya rekoru bulunan atlet, 1912 Stockholm Olimpiyat Oyunları’nda 5 binde Fin Hannes Kolehmainen’in ardından gümüş madalya kazanmıştı. İkisinin de dünya rekorundan daha iyi bir dereceye imza atması unutulmazdı. 1914’te hayatını kaybeden atletin adına bugün Paris’te 20 bin kişilik bir stadyum bulunuyor; pulu da bastrılan sporcunun adına hâlâ yarışlar düzenleniyor.
Avustralya’yı uluslararası alanda temsil eden ikinci yüzücüydü Cecil Healy. 29 Ağustos 1918’de Almanlar tarafından vurulan sporcunun ölümünün 100. yıldönümü nedeniyle ülkesinde kitaplar yayınlanırken, ulusal olimpiyat komitesi adına özel ödül verdi. O, 1912 Yaz Oyunları’nda verdiği fair-play dersiyle de hatırlanıyor. Takımın yaptığı hata neticesi ikinci yarı finali kaçıran Amerikalıların elenmeleri gerekiyordu. Araya giren Healy, onlara bir şans daha verilmesi gerektiğini savunmuştu. Diğer delegasyonların itirazlarına rağmen bir seçme daha yapılmış, ABD’yi temsil eden Hawaiili Duke Kahanamoku’nun yolu böylece açılmıştı. Sörf sporunun tüm dünyada popüler olmasını da sağlayan Amerikalı rahat bir şekilde altına kulaç atarken, Avustralyalı ikincilikte kalmıştı. Olimpiyat ruhu bu olmalıydı; Baron Coubertin ne kadar gurur duysa azdı…
‘Futbol Taburu’na çağrı
İngilizlerin 1. Dünya Savaşı propaganda afişi, ülkedeki futbolculara “Almanların yalanını yüzlerine vurun, ‘Futbol Taburu’na katılın” çağrısı yapıyor.
1908 ve 1912’de Olimpiyat Oyunları’na Avustralya ile birlikte Avustralasya bayrağı altında katılan Yeni Zelanda’nın medar-ı iftiharıydı Tony Wilding. Krikette de çok başarılı olan sporcu 1912’de teniste dünyanın bir numarası olmayı başarmıştı. Aynı yıl Stockholm’de sürpriz bir şekilde yarı final kaybeden başarılı raket, bronzda kalmıştı. Wimbledon’ı dört kez kazanan sporcu, Avustralya Açık’ta ise bir kez kupa kaldırmıştı. Cambrigde’de hukuk okuyan Wilding’in öyküsü Fransa’da noktalanırken, bir yılda en çok turnuva kazanan tenisçi, tarihin en yüksek galibiyet yüzdesine sahip raketi ünvanlarına sahipti, o zamana kadar en çok turnuva zaferine imza atmış iki isimden biriydi.
Soylu bir aileninin çocuğuydu Macar Béla Las-Torres. Babasının Budapeşte’de büyük bir porselen dükkanı vardı. Yüzmeye sevdalanan delikanlı, ülkesinde 18 birinciliğe imza atmıştı. 1908’de bayrak takımıyla gümüş kazanan sporcu, dört yıl sonra Olimpiyat’a 400 metre dünya rekortmeni sıfatıyla gidiyordu. Stockholm onun için kötü geçmiş, hem rekorundan olmuş, hem de beşinci sırada yer almıştı. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Ordusu’nda hava kuvvetlerinde teğmen olan yüzücü, 1915’te apandistine yenik düşmüştü.
Bayern Münih’in Birinci Dünya Savaşı’nda yitirdiği 61 üyesinden biri olan Hanns Braun, hızıyla dikkat çekiyordu. Sağ açık kısa sürede futboldan kopmuş, kendisini 400 ve 800 metreye adamıştı. Bir dünya, 15 de Almanya rekoru kıran sporcu, 1908 ve 1912’de iki defa Olimpiyat heyecanı yaşamış, iki gümüş, bir de bronz kazanmıştı. Harpte pilotluk yapan atletin 9 Ekim 1918’deki sonu trajikti; zira biraz puslu, güzel bir günde havada bir astının uçağıyla çarpışarak hayatını kaybetmişti.
Harpte en ağır kaybı veren Almanya’ydı. İki milyondan fazla askeri savaşta ölen ülkede birçok sporcu da cepheden dönemeyenler arasındaydı. Savaşın başladığı gün 189 bin üyesi olan futbol federasyonu, birçok lisanslı oyuncusunu kaybetmişti. Tesadüf bu ya 1914’te son şampiyonu tayin eden golün sahibi Karl Franz da onlardan biriydi.
Almanya’da da olduğu gibi birçok ülkede insanlar harp sonrasında yaşama spor sayesinde tutunmuştu. Çoğunlukla cephelerde savaşanlar masalardan önce ringlerde, pistlerde, sahalarda buluşmuştu. Spor, belki de düşmanlıkların unutulmasında en büyük araçtı…
Osmanlı Devleti’nin şehir sporcuları
Cepheye koşan vatansever idmancılar
Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesinin ardından Almanya’yla gizli ittifak anlaşması yapan Osmanlı Devleti, bu anlaşmayı izleyen gün seferberlik ilan etti. 3 Ağustos 1914’den itibaren askere yazılanların arasında sporcular, özellikle de futbolcular vardı. Bu ‘idmancı’lar, İmparatorluğun savaştığı tüm cephelerde ön saflarda bulundular. Hemen hepsi yedek subay olmasına karşın Büyük Savaş’ta pek çoğu şehit düştü, daha fazlası yaralandı.
İdmacılar, diğer münevver ve vatan sevdalısı gençlerle birlikte ihtiyat zabiti veya zabit namzeti olarak yetiştirilmek üzere üç aylık bir eğitime tabii tutuldular, ardından birliklere, cephelere sevk edildiler.
Konu hakkında en ayrıntılı çalışmaları yapan araştırmacı Melih Şabanoğlu’nun belirttiğine Doğu cephesi, idmancıların en çok kayıp verdiği iki cepheden biriydi. Beşiktaş’ın ilk takımının futbolcularından Dr. Ali, Dr. Mehmed, Ali Can ve Rıdvan beyler… Fenerbahçe’den Münir Mahmud… Galatasaray’dan Abdurrahman Robenson ve Neşet Hasan Doğu cephesinde şehit oldular.
Çanakkale muharebeleri de pek çok genç ve ümit vaadeden sporcunun hayatına mal oldu. Beşiktaş’ın ilk futbol takımının kaptanı olan Kâzım Bey ile Asım Bey gönüllü kuşandıkları Osmanlı üniformasıyla toprağa Çanakkale’de düştüler. Fenerbahçe’den kulüp üyesi Nureddin Bey ile genç takım futbolcuları Halim, Haldun, Kemal ve Sabri beyler de hayatlarını Çanakkale cephesinde yitirdiler. Fenerbahçe’nin Çanakkale’de can veren bir diğer idmancısı Sabri Bey’di. Fenerbahçe’nin yelken ve kürek şubelerinin sporcusu Sabri Bey, bölük komutanı olarak görev yaptığı Barbaros zırhlısı 8 Ağustos 1915’te bir İngiliz denizaltısı tarafından torpillenerek batırılınca şehit oldu. Çanakkale Harbi denince, Fenerbahçe’nin “Demir” lakabı takılan futbolcusu, genç takım kaptanı Ethem Bellisan’ı anmamak hiç olmaz. Topçu subayı olarak katıldığı cepheden sağ çıkacak olan Ethem, daha sonraki yıllarda Çanakkale’de bulunduğu sırada tek üzüldüğü noktanın formasından uzak kalmak olduğunu söyleyecekti.
Türk futbol dünyasının Çanakkale cephesindeki en tanınmış kaybı, Galatasaraylı Mehmet Hasnun Galip’ti. Döneminin en iyi futbolcusu, 21 Haziran 1915 akşamı Türklerin “Kemalbey Tepesi”, Fransızların “Haricot” dedikleri mevziyi savunurken toprağa düştü.
Kanal-Filistin-Suriye cephesinde de birçok Türk idmancı savaştı. Bunları birçoğu yaralanırken, Vefa’nın kurucusu Saim Turgut Aktansel gibi bazıları ise esir düştü. Filistin cephesinde şehadetinin kayıtlara geçtiğini bildiğimiz tek futbolcu, Galatasaraylı kaleci Ahmed Hamdi’dir. Yine Galatasaraylı “Kürt” Cemal ise, başta Çanakkale olmak üzere birçok cephede savaşmış, yaralanıp iyileştikten sonra Irak cephesine gönderilmişti. Sarı-kırmızılıların Fenerbahçe’ye attığı ilk golün sahibi olarak zaten tarihe geçmiş olan “Kürt” Cemal, Bağdat yakınlarındaki çarpışmalarda vurularak can verdi, böylece ölümüyle de tarihe geçti.
Birinci Harp’te vatan için vuruşan bu idmancılardan hayatta kalanların birçoğu, Kurtuluş Savaşı’na da katıldılar. Gözlerini kırpmadan ölüme yürüyerek isimlerini toplumsal hafıza ve vicdanlarımıza silinmez harflerle kazıdılar.