Edebiyatçıların ölüm karşısında, ölüme yaklaşırken kaleme aldıkları satırlar, Türk şiirinde de önemli bir yer tutar. Özellikle önceden bilinen, hastalıklarla gelişen kaçınılmaz akıbet… Fazıl Hüsnü Dağlarca’dan Ziya Osman Saba’ya, Cahit Külebi’den Behçet Necatigil’e, Özdemir Asaf’a, Necip Fazıl Kısakürek’ten Can Yücel’e literatürdeki unutulmazlardan bir seçki.
Türk şiirinde hastalık ve ölüm izlekleri geniş yer kaplar. Bir inceleme yapmaya kalkışmadım bu konuda; girişecek olsaydım girişte motto olarak Neyzen Tevfik’in ünlü “Hekimlere Naz” şiirinin ilk 3 beyitini kullanırdım:
“Bir kazazedeyim midemi tıp tepti benim,
kırk katır tepse yılmazdı şu aciz bedenim.
Kapladı her yanımı sancı, elem, ağrı bere,
bir mezar oldu cihan, sanki etıbba haşere!
Hastahane sanarak çok yere girdim çıktım,
ibret aldım oralardan ve canımdan bıktım.”
Konuya buradaki mizahi ton ve üslupla yaklaşan örnek sayısı azdır, çoğu şiirde dramatik atmosferin etkisiz kılındığı göze çarpar; doğaldır. Fazıl Hüsnü Dağlarca’dan Ziya Osman Saba’ya, Cahit Külebi’den Özdemir Asaf’a, hastalık şiirlerini içeren eksik ve yetersiz bir “Tıp Şiirleri Antolojisi” çerçeveye ışık tutuyor gene de. Ama asıl vurucu şiirler, kanserle çarpışmış iki şairde öne çıkıyor: Behçet Necatigil ve Can Yücel.
13 Aralık 1979’da akciğer kanserinden ölen Necatigil, gerek Yayımlanmamış Şiirler’in 1979 tarihli bitirilmemiş şiirlerinde, gerek ölümünden sonra Kâmuran Şipal’in hazırladığı Söyleriz’de (1980), hastalığından “dolaylı” izler taşıyan, ölüm izlekli dizeler kurar: “Her ölüm daha çok ölüm demektir”, “Ölüm gibi birtakım / İlişkilerden kurtarıyor” ya da “Dostlar da şimdi/Düşmandan farksız”. Koyu bir ruh hâlinin yansımaları… Son iki dize “Kanser Grafisi” şiirinden.
Asıl dolaysız göndermeler ise “Tiryak” ve “Bronskopi”dedir. İlki, hastalığın baş tetikleyicisine göndermeyle yazılmış dörtdörtlük şiir; ikincisi ise adresi veriyor:
“Ağzınızda sigara
Bir yanar bir söner
İçinize çekmeyince
Siz kanser değilsiniz.”
İkincisi, sertin serti,
handiyse bir tıbbi tanı metni:
“Genel anestezi altında
Sağ ana bronşa girildi”
diye başlayan ve tokat gibi biten bir şiir:
“Hasta bu durumda
Bir mediasten tümörü
İzlenimi veriyor
İnoperabl bir tümör.”
Altında 10 Kasım 1979 yazıyor şiirin; ölümünden 33 gün önce.
***
Can Yücel’in hastalığı sürecinde yapılan bir söyleşiden alıntı:
“Yarım kalan şu ki; insan yaşarken yaşamın kurallarından biri olan ölümü unutuyor. Mesela Fazıl Hüsnü’nün bir şiiri vardır: ‘Kimse getirmiyor aklına ölümü’ diye. Bence ölüme de temas etmeli. İnsan yaşarken her zaman hatırlamalı ölümü. Bu bir bilinç meselesi. Aynı zamanda insanın hayatına aslen keyif katıcı bir şey. ‘Ölmek için yaşıyoruz’ demek daha keyifli. Çünkü ölümü unutmaman, yaşama, yaşadığın ana daha fazla sahip çıkışını getiriyor peşisıra. Bundan ötürü, ölümle beraber yaşamanın verimli bir hayat tarzı olduğuna inanıyor ve öyle yaşamamanın yarım yaşamak olduğunu iddia ediyorum. İnsan ölümle bitişik yaşarsa, bu ölüm korkusu daha fazla yaşama sahip çıkmaya yol açar. Daha ‘tam’ yaşamayı sağlar. Düşünmemeyi eksiklik hissediyorum. Sonunda hiç ölüm yokmuş gibi yaşıyor insan.
Hastalıkla doğrudan doğruya ilişkisi var. Hastalık başka bir şey. ‘Hastalığın sonucu ölüm olsa bile, seyri bambaşka bir şey’. Acısı, ateşi var, sana bakanların haklı olarak sana verdikleri duygusal acı var, iğneler var, ameliyatlar var. Var da var. Hastanede bir sürü hastayla beraber yaşıyorsun. Çok da uzun sürerse hastalık bir hayat tarzına dönüşüyor. Başıma gelen neyse onu daha iyi anlamak için çaba gösteriyorum: ‘Urartulu bir ur’. Her şey konu oluyor da hastalık niye konu olmasın!
Hastalığı irdelemek…
Hastalığın girdisini, çıktısını,
siyahlığını, aydınlığını irdelemek
gerekir. Mesela 16’ncı yüzyıl Fransız yazarı Montaigne’in Denemeler’ini okursanız, kitabın yarısı hastalık ve ölüm hakkında. Adam neşeli bir herif aslında, safra kesesinde taş varmış. Ameliyat da kolay değil. Doktorlar da söylüyor zaten, bu taş ağrıları, safra kesesi ağrıları ‘çok bok’ ağrılar. Sinirlere dokunuyor, sistemi bozuyor. O dönemlerde ağrı kesici ilaçlar da gelişmemiş. Adam ağrı içinde ‘o kaplıca senin, bu kaplıca benim’ dolaşıyor. O, hastalıkla yaşamayı öğrenmiş. Ama bu da demektir ki; eğer canım yanıyorsa aşağı yukarı yaşıyorum.”
Can Yücel’in ölümünden az önce, ağır hastalığı (ağız boşluğu kanseri) sırasında yaptığı son söyleşiden seçtim bu parçaları. O dönemde ölüm fikrini soğukkanlı biçimde karşılamadığı söyleniyordu -insanlar tuhaf; neden ölmekten korkma hakkı olmasın(dı ki) Can Yücel’in?
Ölüm ve hastalık konusunda canalıcı saptamalar yapmış. Edebiyatımızın pek seyrek açıldığı alanlar. Yazmak şart mıdır? “Hiçbir şeyi” yazmak “şart” değildir.
Şart koşmuyorum. Peyami Safa’nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Vüs’at O. Bener’in Kapan’ı, Karasu’nun “Acı Çeken Gövde”si ayarında daha çok tanık-metin olmuş olsaydı elimin altında, dilerdim; dilimde.
Hastalığı irdeleme gerekliği üzerinde durmuş Can Yücel. Ve: Bir hayat tarzına dönüşmesinden dem vurmuş. Yaşayan(lar) bilir; ama her yaşayanın ardında bir yaşantı belgesi bırakması beklenemez. Can’ın sözleri, kısa bir söyleşi kesitinde bile canalıcı yorumlar getirilebileceğinin kanıtı.
Kanserini şiirlerinde de ağırlamaktan geri durmamış, Neyzen’in mizahî çizgisine yakınlığını bir bakıma vurgulamıştı: “Paradoks Tersyüz”den “Requiem”e, habis ur merkezdedir. “Cihat için Cahit”teyse asıl tersyüz işlemine başvurur:
“Cahit ki bu hasta düzende sağlıklı bir kanserdi.”
***
Ölüm izlekli şiirlere dönecek olursam, ilginç yaklaşım ortaklıklarının göze çarptığını söylemeliyim.
Edip Cansever’in
“Ölü mü denir şimdi onlara
Kımıldamıyor gözbebekleri”
dizeleriyle, Necip Fazıl’ın “Ölünün Odasında”ki dizeleri buluşuyor:
“Son nefesle göğsü boş, eli uzanmış yana,
Gözleri renkli bir cam, sanki mıhlı tavana.”
Şairin “hidayet öncesi”, koyu Baudelaire etkisindeki döneminin başat izlekleri arasındadır ölüm:
“Bu benim kendi ölümüm, bu benim kendi ölüm
Bana geldiği zaman, böyle gelecek ölüm.”