Türk futbolunun simge isimlerinden Mustafa Denizli, 71 yaşında Altay’ı Süper Lig’e taşıyarak benzersiz bir başarıya daha imza attı. Teknik direktörlük kariyeri ulusal ve uluslararası çapta onlarca “ilk”le dolu Denizli; profesyonel hayatında “yerleşik düzen”e ve “yerleşik kanaatler”e bilgiyle-görgüyle karşı çıkan bir rol model oldu. Türk futboluna yön veren bir ışığın kısa hikayesi.
Telefonda “Mustafa Denizli’yi yazar mısınız?” dendiğinde duyduğum heyecanı ancak radyo ya da televizyonda anlatabilirim. Özne oysa, bende konu kapanır. İyi de #tarih dergi. Müeddep bir üsluba haiz olmak iktiza eder. Hem müeddep hem edip olunmalı. Üslubunu, oturuşunu, kalkışını, kelimelerin pozisyon sadakatini, cümlelerin dikine oyununu bileceksin. Anlamların geçiş oyunlarına, hikayenin akın sürekliliğine, konuların atak sonlandırmalarına hâkim olacaksın. Bir de kahramanın öyle naif ki… Eskaza okursa, iyi şeyler hissettsin… Zira o, bu satırların yazarı dahil olmak üzere birkaç kuşağa “iyi şeyler” hissettirdi; ışık oldu; çünkü o aslında “Işık”tı…
Girit’ten göçen Kahveci Mehmet Ali Bey ve Selanikli Pembe Hanım, 10 Kasım 1949’da doğan oğullarına iki isim düşündüler… Biri Işık, diğeri Mustafa. Öyle uygun isimlerdi ki bunlar… Ülkeye hem aydınlık hem lider olacaktı beyaz kundaktaki akça-pakça erkek çocuğu. Günün anlam ve önemini haiz Mustafa ile aydınlığın sembolü Işık. Muhtemeldir ki onlar da ismiyle bu kadar müsemma olacak bir evlat tahayyül edememişlerdi…
Küçücük çocukken kimseye haber vermeden İzmir’e maça gidişini; tüm Çeşme’nin akşama kadar onu aradığını; mahalle terzisi amcanın onu Beşiktaş’lı yaptığını, 1965-83 arasında Altay’da oynayıp “Büyük Mustafa” olduğunu; teknik direktörlük hayatındaki başarılarını onunla ilgili her yazıda okumanız mümkün.
Ülke onun aşkını da okudu, evliliklerini de… Mahkemesine de tanıklık etti, amigonun ona kafa atmasına da… Hepsini yaşadık, gördük. Hepsinde sahiciydi… Tümünde “mış gibi yapmadan” kamuoyunun önüne alnı ak çıktı. Aşkının peşine İsrail’e gitti; hapse girdi orada. Onları da okuduk, gördük, bildik. O delişmen İzmirli de aynı adamdı; 37 yaşında Millî Takım teknik direktörüyken kimsenin giymediği “blazer”ı giyen “gentilhomme” da. 80’lerin ortasında “blazer” giymek! Galatasaray yardımcı antrenörüyken Millî Takım’da teknik direktör olmak! Günün moda deyimiyle devrelerimiz yanmıştı. Babalarımız “Blazer giymekle olmaz o iş” diyen gazetelerin izinde gidedursun, o yoluna devam etti.
Ülkemizde tuhaf bir anlayış var: “Fatih Terim-Mustafa Denizli-Şenol Güneş üçlüsü hoca yetiştirmiyor!” Yani sanılıyor ki teknik direktör dediğin adam yetiştirir! Zannediyorlar ki usta-çırak ilişkisiyle adeta ayakkabıcı-saraç yetişir çim kokusunda… Olmaz tabii. Usta vardır da, çırak yoktur. Usta kimseye bir şey öğretemez. Çırak yerine koyduğun yardımcı hoca, eğer talepkar ise öğrenir! Usta durduk yerde “bak bu böyle olur” demez; çırak sorarsa “öğretir”. Mesele çıraktadır. Mesele yardımcı antrenörün öğrenme açlığıdır. O sebeple artık Mustafa Denizli ile özdeşleşmiş bir sözü bir kere daha hatırlatalım: “Derwall benim hocam değil okulumdur!” Bir iş idaresi öğretisi olarak insan kaynakları şirketlerinin kapısına asılması gereken bir cümle…
Denizli’yi teknik direktörlük gibi bir meslek erbabı veya bir futbol emekçisi olarak görmek de yanlış. Hayattaki en büyük şanslarımdan biri olarak, 2008’lerden bu yana dost meclislerinde bulunma fırsatı, evine girip-çıkma ayrıcalığını yaşadım. Buralarda olunca da Mustafa Denizli’nin bir yaşam ustası olduğunu, teknik direktörlüğün ise onu ancak tek bir yönüyle tarif edebileceğini görüyorsunuz.
“Futbolda top hep beklemediğim köşeden geldi” diyen Albert Camus’den mülhem hocayla sohbet, hep beklemediğin yerlerden açılır. Daha doğrusu 19 yıllık profesyonel futbol yaşamında binlerce defa yaptığı gibi, ortayı hep o açar. Düşünebilmemiz için. Anlayamazsın neyi-nereden-nasıl ve hangi bakışla sorduğunu… Meselesi sadece futbol olanların, hayatta hiçbir şeyden anlamayacaklarının göstergesidir Hoca. Onu tanıyınca, 80’lerde, 90’larda “ülke gidişatına aykırı” hareketlerinin anlamını anlamaya başlarsınız.
Halil Sezai “İsyan” şarkısını yapmadan 30 sene evvel ülkeye, ülke futbolunun gidişatına isyan etmişti. Risk almıştı… Ülkemizde risk almak, “risk almazsan hiçbir şeyin olmaz” anlayışıyla hep olumlandırılır. Sanki her risk alan, başarılı çıkmış gibi savaşından… Hayır. Somut bir örnekle anlatalım:
Mustafa Denizli, Derwall’in yardımcısı… 2 puanlı sistem… 1987 öncesi. Galatasaray için kritik maç. 2. Dünya Savaşı’nı yaşamış üstad Derwall, bazı maçlarda 1 puanın kıymetini bilerek takıma savunma da yaptırıyor. 1-1 devam eden mücadelede (Boluspor maçı galiba, İnönü Stadyumu) oyuncu değişikliği hakkını bek Sefer Karaer’den yana kullanmak istiyor. Yardımcısı Denizli, mevzuyu farkedince bir boşluktan istifade yan hakemin yanına forvet Savaş Koç’u gönderiyor; zira amacı maçı kazanmak. Derwall’in beraberliği yeterli görmesine isyan ediyor. Derwall olayı farkediyor. Genç yardımcısına dönüp “Mustafa, bu seninle çıktığımız son maçtı!” diyor. Kalan dakikalarda… Evet, tahmin ettiğiniz şey oluyor… Savaş Koç’un golüyle Galatasaray rakibini yeniyor. Derwall, Mustafa Denizli’ye sarılıp teşekkür ediyor. Peki, Sefer’in yerine Savaş tercihi yaparken Denizli’nin aklından ne geçiyor? “Yaptığımın doğru olduğuna ama haddimi aştığıma eminim. ‘Bak Mustafa’ dedim kendi kendime, “Bu hamlen, bu had aşımın doğru çıkarsa kazandık, kazandık. Kazanamadın… Doğru Çeşme’ye… Artık orada balık mı tutarsın, baban gibi kahvecilik mi yaparsın bilemem…”
Evet, hayat ona büyük başarıları da, devasa hüzünleri de armağan etti.
Yaklaşık 1 yıl önce bir sohbette kendine has gülümseyişlerden birini etrafa adeta “ışık” gibi saçarken ağzından kaçırdı belgeselinin çekildiğini. Kalabalık bir ekip hummalı bir çalışma yapıyormuş. Zamanının çoğunu belgesel işlerinin aldığını, sinopsisi çoktan geçtiğini, kostümlü provaya ramak kaldığını biliyordum. Ta ki… Altay Başkanı Özgür Ekmekçioğlu’nun sosyal medyadaki o çağrısını görene kadar. Osman Özköylü ile yollarını ayıran İzmir ekibi, “efsaneyi yuvaya” çağırıyordu. Belgesel için daha müthiş bir final olamazdı. “Ücretinin hayır kurumlarına bağışlanması kaydıyla” teklifi kabul ettiğini pek de nazlanmadan açıkladı. Altay ona “sefer görev emri” vermişti. İzmir’e gitti, göreve başladı… Gerisini antrenör ekibinden kardeşim Gökhan Karaaslan’dan alıntılıyorum:
“Bu görev Mustafa Hoca için bir ‘iş’ değildi. Bunun en önemli göstergesi de alacağı ücreti Mehmetçik Vakfı ve Şehit ve Gaziler Vakfı’na bağışlaması oldu. Futbol hayatı boyunca yaptığı her hareketiyle öncü olan Mustafa Denizli, tüm dünyanın zorlu bir süreçten geçtiği bu dönemde futbol literatürüne bir kere daha geçti. Görevi kabul etmeden birkaç ay önce bir televizyon programında ‘Şampiyon başladım, şampiyon bitireceğim’ açıklamasında bulunmuştu. Göreve başladığımızda takım matematiksel olarak Playoff’a kalmayı garantilememişti. Takımla ilk toplantısında mesajı çok açıktı: ‘Parantezi burada açtım, şimdi burada birlikte kapatacağız’. Aklında tek bir hedef vardı. 18 sene futbolcu olarak görev yaptığı takımını, Büyük Altay’ı şampiyon yapıp 18 yıldır hasret kaldığı Süper Lig’e taşımak… Ligde kalan son 2 maçını kazanarak adını Playoff’a 5. sıradan yazdırdı. Playoff’ta rakipleri zorluydu. Yarı finalde karşılaştığı İstanbulspor’a ligde 2 maçta da mağlup olmuştu. Ancak takım Denizli’nin gelişiyle birlikte öyle bir hava yakalamıştı ki, adını finale yazdırdıktan sonra soyunma odasında tek yürek olmuş hep bir ağızdan o meşhur Büyük Altay marşını söylüyordu. Maç sonrası, takım kamp yaptığı yere döndü ve finalde karşılarına çıkacak rakipleri beklemeye başladı. Son düdük, Altınordu demişti. Tıpkı İstanbulspor’da olduğu gibi Altınordu karşısında da ligde oynanan 2 maç kaybedilmişti. Ancak takım artık inanıyordu. Bu sene şampiyondu. Maç sonrası toplanıp ‘Mustafa Denizli, şampiyon yap bizi’ tezahüratlarıyla bu inancını herkese gösterdi. Büyük Altay’ın sadece inanmaya ve takım olmaya ihtiyacı vardı. Ligin böylesine kritik bir döneminde bunu ancak Büyük Altay’ın Büyük Mustafa’sı başarabilirdi. Takım Mustafa Denizli ile öylesine kenetlendi ki aslında Altay final maçına çıkmadan şampiyon olmuştu”.
Aynen öyle olmuştu… Final maçından bir gece önce heyecanı öyle yüksekti ki sağlığı bozulmuştu. Sabaha karşı 05.00’te terler içinde uyanıp, ardından 4 serum yedi. Olimpiyat Stadı’nın rüzgarına karşı hasta-hasta direnirken, üzerinde bir mont dahi yoktu. Mert Nobre’nin üşüdüğünü farkedip beyaz eşofmanüstü teklif etmesini reddetti. Tribünden görebiliyordum. Esas duruşunu, üzerindeki kıyafetin armonisini bozmak istemiyordu. Kolay mıydı Fahrettin ALTAY’ın askeri olmak? 18 senelik hasreti, 18 yıllık oyunculuk kariyerinden 38 yıl sonra sona erdirmek? Kolay mıydı Altay’ı Süper Lig’e çıkarmak?
Üşüdü, üşüdü, üşüdü ve ısındı… Isıttı… Yine “ışığı” yaktı… Yine içindeki kahramanı çıkardı… Yükseltti, büyüttü Altay aşkını. Marşta olduğu gibi. Şerefli koca bir ülkünün parçası, İzmir’in parlak yıldızı olmak… Kudretiyle-kuvvetiyle 18 yıl sonra “Şen Altay” diye bağırıp onun başında Süper Lig’e gelmek…
Lider dediğin deniz fenerine benzer biraz! Işığıyla yönlendirir diğerlerini. Çeşme’de sokakta top oynayan sarışın erkek çocuğunun mahalle maçlarından, Olimpiyat Stadı’ndaki Altınordu finaline kadar 60 yıl hep böyle geçti. Üzüldü, sinirlendi, kızdı, yoruldu, bazen uslandı bazen uslanmadı; ama hiç vazgeçmedi.
Bir sohbette ustamız Attila Gökçe “Hocam son olaydan ötürü üzüldün mü?” diyerek uğradığı haksızlığın onda yarattığı insani etkiyi sormuştu. “İçimde camlar parçalandı” dedi.
Şimdi o camlar da ışıl ışıl. Bir otobiyografiye son sayfa, bir biyografiye kitap arkası, bir belgesele son kare ancak bu kadar oturabilirdi. Altay’da kazandığı zafer ile 71 yaşında yine IŞIL IŞIL Mustafa. Işımaya devam et.