Cumhuriyet’in kuruluşu ve izleyen tek parti döneminde maden işçilerinin koşulları yine çok ağırdı. Özellikle iş mükellefiyeti uygulamasıyla Zonguldak Havzası halkının zorla madenlerde çalıştırıldığı 1940-47 dönemi çok acı hatıralar bıraktı.
Osmanlı döneminde kömür madenlerinde taşeron işletmeciliğe ve geçici işçiliğe dayalı üretim ilişkileri ile işçilerin ağır çalışma ve yaşam koşulları Cumhuriyet idaresine geçildikten sonra da devam etti. Büyük Millet Meclisi’nin 1921’de çıkardığı 151 numaralı Amele Kanunu, madenlerde çalışanların haklarını düzenlemeye yönelik olsa da fiiliyatta işçilerin haklarını gözetecek bir denetim mekanizması yoktu. 1923’te ülkeyi saran grev dalgasına Zonguldak kömür işçileri de katılarak kanuni haklarının uygulanmasını istemiş, keyfi yevmiye kesintileri, cezalar, uzun çalışma saatleri, adaletsiz ücret sisteminden şikâyet etmişlerdi. Ancak hükümet grevleri bastırdı.
Osmanlı döneminde olduğu gibi Cumhuriyetin ilk yıllarında da maden işletmecileri devletten aldıkları işletme ruhsatlarıyla kazma-kürek-kas gücüne dayanarak üretim yapıyorlardı. Kömür demek insan emeği demekti. En büyük maliyet kalemi de ücretti. Yüksek kâr ise düşük ücretten geçiyordu. İşçilerin ağır koşullarda karın tokluğuna çalışmasını mümkün kılan çalışma düzeni, kesenecilik de denilen taşeronluk sistemine ve işçilerin geçinme mecburiyetine dayalıydı. Maden işletmecisi ocağı işletmek yerine keseneciye vererek üretimi daha ucuza mal eder, yasaların dayattığı kurallara uyma zahmetinden kurtulurdu. Keseneci, işçi hasta olsa tedavi ettirmez, kazada ölse aileye “kan parası” vererek işten sıyrılır, yevmiyeyi vermez, bazen de kaçar giderdi.
İşçiler her zaman rızalarıyla çalışmaz, vergi borcu ya da aşar mültezimine borcu nedeniyle jandarma zoruyla toplanarak ocaklara sokulurdu. İşçiler köylerinde tohumluk, gaz yağı, bez gibi ihtiyaçları için eşrafa ve çavuşlara borçlanır, onların seçtiği ocaklarda borçları karşılığı çalıştırılırdı. Üstelik ocak sahibinin dükkânından da borçlanır, ay sonu aldığından öderlerdi. Ocak sahibi sağ eliyle verdiğini sol eliyle alırdı.
1925’te Takrir-i Sükûn Kanunu’nun yürürlüğe girmesinden sonra CHP liderliğinde otoriter bir tek parti idaresi kuruldu. 1925 büyük grev dalgası bastırıldıktan sonra işçi hareketleri ve sendikal örgütlülük büyük ölçüde engellendi.
1930’larda sanayileşme planlarıyla birlikte kömür, devlet için iyice önem kazandı. Devlet kömür üretimini artırmak için bir yandan EKİ’yi (Etibank Ereğli Kömür İşletmesi) kurdu, diğer yandan da şirketler üzerindeki üretim baskısını artırdı. Şirketler işçileri ocaklara çekmek ve verimli kılmak için yurtlar ve yemekhaneler inşa etse de yaşam koşullarında kapsamlı bir iyileşme gerçekleşmedi. İşçilerin büyük bir kısmı sobasız, zeminleri toprak barakalarda sefilâne yaşıyor, aylarca yıkanamıyordu. Yemekhaneler paralıydı. İşçilerin çoğu köylerinden getirdikleri katıkla idare ediyordu.
2. Dünya Savaşı yılları Zonguldak halkının hafızasında en acılı yılları oluşturur. Madenlerin devletleştirildiği 1940’tan 1947’ye kadar havzada uygulanan ücretli iş mükellefiyeti döneminde binlerce işçi önce bir ay, 1942’den itibaren 45 gün köyde kalıp, 45 gün ocaklarda ağır koşullarda çalıştırıldılar. İş kazaları hayatın bir parçasıydı. O yıllarda Türkiye’deki bütün iş kazalarının neredeyse yarısı Zonguldak madenlerinde oluyordu. Mükellefiyet köydeki aileleri de derinden etkiledi. Erkeklerin madene gitmesiyle ailenin geçimi, kadınlara, çocuk ve yaşlılara kaldı.
Cumhuriyet idaresi de Osmanlı devleti ile benzer gerekçelerle ücretli iş mükellefiyetine başvurmuştu: savaş yıllarında kömür üretimini güvenceye almak. Her iki dönemde devlet yoğun baskı uyguladı. Alınan tüm yasal önlemlere, arttırılan cezalara karşın mükellef işçileri madenlerde tutmak kolay olmadı. İşçiler firar etmekten, mükellefiyet kararnamesinin boşluklarından yararlanmaya, yalandan hasta raporu almaktan işe devamsızlığa uzanan bir dizi yola başvurdular. Mükellef işçilerin listelerinin oluşturulması, ocaklara sevki, devam kayıtlarının tutulması, kaçak işçilerin yakalanması, izin ve hastalık raporları verme işlerinde görev alan onlarca görevli, sağlık memuru, jandarma ve muhtar gerek rüşvet karşılığında, gerekse akrabalık, hemşerilik bağlarıyla işçilerin bir kısmını mükellefiyetten kurtarıyordu.
İşçilerin başvurdukları bir diğer yol ise CHP’ye şikayette bulunmaktı. Şikayetçiler, genellikle kanun devleti, halkçılık ve cumhuriyetçilik ilkeleri, adalet, vatandaş, devletin vazifesi gibi CHP için de meşru olan kelimeleri kullanarak dertlerini dillendiriyorlardı. Şikayetçilerin yaptığı, CHP’yi halk idaresi, kanun üstünlüğü, halkçılık gibi kendi ilkeleriyle sıkıştırıp harekete geçirmekti. Bu koşullarda CHP’nin hamaseti sürdürmesi zorlaşmıştı. İşçiler, milletin efendisi köylüler, hukuk güvencesinde, millî iradenin kaynağı yurttaşları olarak insanca yaşam, ücret, memur ve jandarma zulmüne karşı adalet talep ediyorlar, “Baba devlet”e adaletin olmadığı yerde itaatin beklenemeyeceğini hatırlatıyorlardı. Böylece yukarıdan aşağıya dayatılan cumhuriyetçi otoriteryanizme karşı hukuk devletinin ve yurttaşlık haklarının ahlaki ve siyasi dilini oluşturdular.
Havza halkının uzun yıllar süren mücadelesi ve yükselen isyan sesleri sonucunda iş mükellefiyeti 1 Eylül 1947’de kaldırıldı. Örgütlü ve demokratik mücadelenin mümkün olmadığı koşullarda Zonguldak halkı ağır bedeller ödeyerek emek mücadelesinin ve demokratik değerlerin oluşumuna katkıda bulundular.