Diktatörlük kelimesini icat etme şerefi Romalılara düşmüştü; ancak Sulla ve Caesar’dan sonra kelime unutuldu. 20. yüzyıl diktatörlüklerin altın çağı oldu. Hukuksuzluk, baskı, kleptokrasi, demagoji, güç zehirlenmesi ve paranoya hepsinin ortak noktasıydı. Diktatörlerin kimisi yatağında ölebildi ama, kurdukları rejimler yıkılmaktan kurtulamadı.
Diktatör romanı (novela del dictador), Latin Amerika edebiyatının kökü 19. yüzyıla kadar giden bir alt türüdür. 20. yüzyılda bu türde birkaç şaheser kaleme alındı. Bu yazarların büyülü gerçekçiliği veya postmodern tarzları, bir diktatörlüğü anlatmanın en iyi yoluydu. Çünkü diktatörlük, tarihçilerin analizlerine sığmayacak, “realpolitik”, “hikmet-i hükümet” gibi kalıpların ötesine geçebilen, aşırıya kaçmaya müsait bir kurum veya durumdu.
Örneğin Fildişi Kıyısı diktatörü Houphouët-Boigny’nin, doğum yeri olan ve yılda sadece 600 yolcunun uçtuğu Yamoussoukro kasabasına devasa bir havalimanı inşa ettirmesini hangi ekonomik gerekçe açıklayabilirdi? Veya Dominik Cumhuriyeti diktatörü Trujillo’nun seçimlerde seçmen sayısından fazla oy aldığını belirleyen tarihçi buna daha ne ekleyebilirdi? García Márquez’in yazdığı, yüzlerce yıldır kimsenin giremediği bir sarayda yaşayan Başkan Baba figürü, bu diktatörlüklerden bazılarını bir tarihçiden daha iyi anlatıyordu. Bu yazıda ele aldığımız diktatörler daha çok bu aşırı örnek sınıfına girmektedir.
Diktatörlüğün altın çağı, iki dünya savaşı arasında yaşandı. Demokrasiler savaştan galip ama çok zayıf çıkmıştı. Mussolini 1922’de Roma’ya yürürken, Primo de Rivera 1923’te İspanya’da iktidarı ele geçirirken, popülist söylemleriyle insanlarda bir yenilik duygusu uyandırdılar. Arkasından Büyük Bunalım başgösterdi, Avrupa toplumları geleneksel demokrasileri demode, işe yaramaz bulmaya başladı. Hitler, Salazar, Franco iktidara geldi. Ülkelerine “istikrar”, daha doğrusu kendi sesleri dışında derin bir sessizlik getiren bu diktatörler, Batılı üst sınıflara devrimin ilacı gibi göründü. Bunların karşılığı, Sovyetler Birliği’ndeki sözde proletarya diktatörlüğüydü ki bu da aslında kişiye tapınmaya dayalı bir başka korkunç rejimdi. Aynı dönemde bir dizi ülkede de Horthy (Macaristan), Metaksas (Yunanistan), Antonescu (Romanya) gibi mini diktatörler ortaya çıkmıştı.
Bu altın çağın 2. Dünya Savaşı’ndan sonra kapanması beklenirdi ama öyle olmadı. Çünkü Soğuk Savaş başlamıştı. İki kampa bölünen dünyada, her iki tarafın bir ülkeden beklediği tek şey, kaleyi tutan sıkı bir rejimdi. Askerî darbelerden sonra yapılan “NATO’ya, CENTO’ya bağlıyız” türü açıklamaların nedeni buydu. Bir dizi ünlü diktatör bu dönemde ortaya çıktı; Salazar, Franco, Trujillo gibi eskilere de can suyu verilmiş oldu. Az sonra Sovyet veya Çin destekli diktatörlüklere karşılık, CIA destekli askerî darbe dönemi başladı.
1970’lerde dünya ekonomik krizi ve 1980’lerde neoliberal piyasa ekonomisine geçiş dönemi atlatıldıktan, üstüne bir de Sovyet bloku çöktükten sonra, demokrasinin zafer kazandığına inanıldı. Batı dünyası artık diktatörlüklere göz yummayacaktı. “Arap Baharı”nda yıkılanların yerine demokrasiler kurulacaktı. Ama Mısır’da 2013 darbesine onay verildi veya Tayland’da 2014’te yapılan darbeye fazla itiraz eden olmadı.
Hangi çağda yaşarsa yaşasın, tipik bir diktatörün en önemli özelliği, kişiye tapınmaydı. Hepsinin şef veya önder anlamına gelen bir ikinci adı vardı. Bunlar ataerkil rejimler olduğundan kadınlar geri plandaydı. Bazen acımasız ve haris eşler öne çıkıyordu. Genellikle onlara kocalarını yoldan çıkaran dişi şeytanlar olarak bakılırdı. Bu nefret kuralının tek istisnası Eva Peron oldu.
Diktatörlük, denetimsiz olduğundan kleptokrasiye dönüşür. Mobutu, Kaddafi gibi eski tip kleptokratlar devletin parasını doğrudan cebe atarken; Pinochet, Ben Ali, Mübarek gibi yeni tip kleptokratlar, ülkelerindeki “iş fırsatları” sayesinde zenginleşmiştir. Dayanağı ister ordu, ister parti, ister kabile olsun, diktatörün çevresinde, yarattığı fırsatlarla ilişkili bir seçkinler sınıfı oluşur. Diktatörlükler birbirinden beslenir. Yunanistan’da Platon’un Devlet kitabını bile yasaklayan Metaksas kitap yakmayı Hitler’den görmüştü. Pol Pot’un Kamboçya’da kentlileri köylere sürdüğü büyük kırım, Çin’de eğitimlilerin köylere yollandığı Kültür Devrimi’nin korkunç bir kopyasıydı. 2003’te Türkmenbaşı Niyazov’un ülkesinde, eski başbakan yardımcısı Şıhmuradov’un mahkemede tekdüze bir sesle “Ben ülke yönetecek adam değilim. Mafyayım, alkoliğim” dediğini duyan herkes, Stalin’in 70 yıl önce muhaliflerini temizlediği Moskova Mahkemeleri’ni hatırlamıştı.
Kurallara veya geleneklere dayanmayan bu rejimlerin sonrası belli değildir. İster istemez bir vâris arayışı başlar. İkinci bir kişinin yükselmesi tehlikeli görüldüğünden genellikle tek çözüm, bir aile üyesi olur. Duvalier, Esad, Kim İl Sung, Castro, iktidar devretme işini böyle halledebilenler arasındadır.
Bu rejimlerin bir başka ortak yönü de diktatörle uyrukları arasındaki karşılıklı korku, hatta paranoyadır. Kimse başkan babanın olmadığı bir dünya hayal edemez. Tabii o gün ergeç gelir ama buradaki örneklerde de görüleceği gibi, her zaman adalet yerini bulmaz.
LUCIUS CORNELIUS SULLA (MÖ 138?-78)
Kendisine resmen diktatör diyen diktatör
Diktatörlük kurumunu Roma Cumhuriyeti icat etmişti ama ona bambaşka bir anlam kazandıran Lucius Cornelius Sulla oldu. Roma’nın en yüksek yöneticileri, her yıl Senato’nun seçtiği iki konsüldü. Hannibal istilası gibi olağanüstü savaş durumlarında en fazla altı aylığına bir diktatör atanırdı. Ancak Sulla, lejyonlarıyla Roma’ya yürüdüğünde (MÖ 82’nin sonu) aklında bambaşka bir iktidar vardı. Senato’ya kendisini süresiz olarak diktatör atamalarını emretti. Hemen ardından düşmanlarını tasfiye etmeye başladı. Suetonius ve Plutarkhos gibi yazarlara göre, ilk gün 80 kişiyi mahkemeye başvurmadan mahkum ettirdiğinde halk çok huzursuzlanmıştı. Üçüncü gün iki yüz yirmi kişiyi daha mahkum ettirdi. Sonra da senatörlere “Aklıma gelen herkesi mahkum ettirdim; şu anda hatırlamadıklarımı da sonradan mahkum ettireceğim” dedi. Tabii Sulla’nın tek yaptığı katliam değildi. Onu öne çıkaran, hem savaşlar (İtalya’da Sosyal Savaş, Anadolu’da Pontus Kralı Mithridates’e karşı süren savaşlar) hem iç siyasi çekişmeler olmuştu. Reformlar yaparak Roma’yı istikrara kavuşturmaya çalıştı.
Bir yıl boyunca esip kavurduktan sonra, Sulla’nın, MÖ 81’in sonunda aniden diktatörlüğü bırakması herkesi şaşırttı. Sonraki yıl normal koşullarda bir kere daha konsül oldu, bir yıl sonra villasına, “milletin sinesine” döndü. Neden böyle yapmıştı? Belki kendisinden sonra aynı işe kalkışan ama suikaste kurban giden Caesar’dan daha öngörülüydü. Belki asıl neden sağlığıydı. Korkunç bir cilt hastalığı vardı; Plutarkhos’a göre aktörler arasında içerek sürdürdüğü ahlaksız yaşam nedeniyle her yeri ülserlerle kaplıydı, etindeki kurtçukları her gün ayıklamak gerekiyordu.
Emekli olduğunda Napoli yakınlarında Puteoli ve Cuma arasındaki villasına çekildi. Söylentiye göre, MÖ 68’de Atina’yı yağmaladığı sırada Aristoteles’in miras yoluyla kuşaktan kuşağa geçen kütüphanesine el koyarak bu villaya taşıtmıştı. Son birkaç yılında burada anılarını yazdırırken bir yandan da dördüncü karısı Valeria, sevgilisi Yunanlı oyuncu Metrobius ve birkaç yakın dostuyla sefahat alemleri düzenleyerek yaşadı. Ölmeden önce son yaptığı iş Puteoli kenti için yasa tasarıları hazırlamaktı. Yani emekliliğini içine sindirmiş, kendini yerel sorunlara adamıştı. MÖ 78’de ağır bir kanama geçirerek öldü. Plutarkhos’a göre, Sulla kendisine bir mezartaşı kitabesi hazırlamıştı: “Hiçbir dostu iyilikte, hiçbir düşmanı kötülükte onunla yarışamadı.”
RAFAEL TRUJILLO ( 1891-1961)
Gerçek başkan baba
1930 seçimlerinde, seçmen sayısından fazla oy aldı. Tüm düşmanlarını yok etti, CIA tarafından öldürüldü.
Trujillo’yu bugün hatırlayan pek yoktur. Oysa o birkaç önemli romana ilham vermişti. García Márquez, birkaç yüz yaşında, hayvanlarla dolu büyük bir sarayda yaşayan bir diktatörü anlattığı Başkan Babanın Sonbaharı’nı yazarken kuşkusuz Trujillo’yu düşünüyordu. Vargas Llosa, Teke Şenliği romanında onun öldürülmesini, Julia Alvarez Kelebekler Zamanı’nda, Trujillo kurbanı Maribal kızkardeşlerin öyküsünü anlatmıştı. Bunlara esin kaynağı olan adam -ülkesi Dominik Cumhuriyeti küçücük olsa da- 20. yüzyılın ilk büyük diktatörler kuşağındandı.
Ülkesi, Karayipler’deki bir adanın yarısını oluşturur (öbür yarısı da ünlü baba-oğul Duvalier ailesinin yıllarca yönettiği Haiti’dir). Ancak Trujillo’nun 1930-1961 arasındaki iktidarı, çıplak vahşetiyle Latin Amerika tarihinde özel bir yere sahiptir. Kariyerine sığır hırsızlığıyla başlayan, dokuz yılda teğmenlikten başkomutanlığa yükselen Trujillo, 1930’da bir darbeden sonra yaptırdığı seçimlerde büyük zafer kazandı: Aldığı oy sayısı, seçmen sayısından daha fazlaydı… Yaptığı diğer büyük işler arasında 20 bin kadar Haitiliyi öldürmek, başkentin adını Ciudad Trujillo (Trujillo kenti) diye değiştirmek, kiliselerde “Gökte Tanrı, yerde Trujillo” diye sloganlar attırmak, Nobel Barış Ödülü’ne adaylığını koymak da vardı. “El Jefe” (Şef ) veya “El Benefactor” (Velinimet) diye anılırdı. Paraya olan açlığı bitmiyordu; ölümünden sonra devletin el koyduğu şirketlerinin sayısı 111, üniformalarının sayısı iki bin, kravatlarının sayısı ise 10 binin üstündeydi.
Trujillo bütün düşmanlarını yok ettiğinden, onu öldürmek de yine kendi yakınlarına ve eski müttefiki ABD’ye düştü. 30 Mayıs 1961’de Trujillo’nun otomobiline CIA’in verdiği silahlarla ateş edenlerin her birinin diktatörden nefret etmek için kişisel nedenleri vardı. Ancak kimse Trujillo’nun ölebileceğine inanmadığından, oğlu Ramfis Trujillo çabucak ülkeyi kontrolü altına aldı ve babasını öldürenlerin peşine düştü, onları işkence altında öldürdü veya kurşuna dizdirdi. Ama birkaç ay sonra kendisi de ülkeyi terketmek zorunda kaldı. Paris’e giderken yanında babasının cesedi de vardı.
BENITO MUSSOLINI (1883-1945)
Bacağından asılan despot: II. Duce
Bir zamanlar meydanları “Il Duce! Il Duce” diye inleten İtalyanlar, 1945’te öldürülen diktatörün cesedini bile parçaladılar.
İtalya’nın kuzeyi 1945 ilkbaharında kargaşa içindeydi. Mussolini’nin burada Alman himayesinde kurduğu İtalya Sosyal Cumhuriyeti son nefesini vermişti. Güneyden gelen Müttefik orduları işgalci Alman askerlerini kovalıyor, köyler, kasabalar, dağlar Mussolini’ye karşı mücadele eden partizanlarla kaynıyordu. Karısı Rachele’ye veda eden diktatör, yanında sevgilisi Clara Petacci ve birkaç yakınıyla bir Alman askerî konvoyunun korumasında İsviçre’ye doğru kaçıyordu. Musso köyünde partizanlarla karşılaştılar. Kısa bir pazarlıktan sonra partizanlar Almanların gitmesine izin verdi. Mussolini yırtık pırtık bir Alman üniforması giymişti. Ama partizanlar onu tanıyarak yakaladı, yanındakilerle birlikte bir köye götürdüler. Mussolini, Clara Petacci ve Sosyal Cumhuriyet’in eski bakanlarından oluşan grup, 28 Nisan’da partizanlar tarafından vurularak öldürüldü. O gece Milano’ya getirilen cesetler, bir yıl önce 15 antifaşist partizanın idam edildiği Loreto Meydanı’na atıldı. Çıldırmış bir kalabalık cesetlere saldırdı, tükürdü, tekmeledi, çiğnedi, ateş etti. Sonra cesetler meydandaki benzin istasyonunun damından başaşağı asıldı.
Kara gömlekli taraftarlarıyla 1922’de Roma’ya yürüyerek iktidarı ele geçiren Benito Mussolini yeni yükselen komünizme bir set çekmiş, istikrarsız bir ülkeye “çekidüzen” vermiş, en sık verilen örnekte olduğu gibi “trenlerin saatinde kalkmasını” sağlamıştı. Bir elini beline dayayarak İtalya’yı Roma’nın şanlı günlerine taşıyacağı palavralarını sıktığı mitinglerde göz boyuyordu.
Mussolini’nin öyküsü ölümünden sonra bir farsa dönüştü. Milano’daki Musoco mezarlığına gömülmüştü, ama faşistler cesedi kaçırarak günlerce köyden köye taşıdılar. Nihayet Predappio’da aile mezarlığına gömüldü. Bugün, her yıl bir grup kara giysili nostaljik faşist burada büyükbabaları gibi “Il Duce! Il Duce!” diye bağırmaya devam ediyor.
ADOLF HITLER (1889-1945)
Kurtuluşu intiharda buldu
Hitler son günlerinde bütün nefretini kendi halkına çevirdi. Gerçeklikten tamamen kopmuş bir ortamda intihar etti.
Adolf Hitler’in Berlin’de Şansölyelik binasının bahçesindeki yeraltı sığınağında (bunker) geçirdiği son on gün, bir senaryo için o kadar elverişliydi ki, bu konuda dört film yapıldı. Jeneratörlerin gürültüsü, dizel ve sidik kokusu, loş ışıklar, alçak tavanlar, felaket haberleriyle kesilen toplantılar, Führer’in çalışma odasında verilen şarap ve kahve partileri, hasta despotun beton hücrelerden oluşan labirentte sürüklenir gibi dolaşması… Bir diktatörlüğün çöküşü bundan daha sembolik olamazdı.
Olaylar 20 Nisan 1945’te Führer’in doğumgününde başladı, 30 Nisan 1945’te, Mussolini’nin öldürülmesinden 48 saat sonra intihar edişiyle son buldu. Tanıklık edenlerin en çok hatırladığı, ortamın gerçek dışılığıydı. Hitler bazen Münih Birahane Darbesi gibi eski günlerden, bazen “savaştan sonra” Linz’de yaptıracağı büyük müzeden bahsediyordu. Göring ve Himmler’in düşmanlarla anlaşma yolu aradıkları ortaya çıktığında köpürerek onları idama mahkum etti. Çevresindekiler de gerçekten kopuktu. Örneğin Bormann, en büyük rakibi Himmler’in vatan hainliği ilan edildiğinde, sanki ortada el konulacak bir iktidar kalmış gibi sevinmişti.
Hitler’in gözde mimarı, Savaş Endüstrisi Bakanı Albert Speer’e göre, herkes umudunu gizlice geliştirilmekte olan güçlü bir silaha bağlamıştı. Hatta önde gelen Nazilerden Robert Ley ona, “Ölüm ışınları icat edilmiş! Ama senin bakanlığın konuyla ilgilenmemiş!” diye bağırmış, Speer de “En iyisi bu ölüm ışınları işinin başına sen geç” demişti, “denek olarak da kendi tavşanlarını kullanırsın.”
Hitler son dakikaya kadar “teslim olmak yok”, “Clausewitz” ve “yanmış toprak” politikalarını sürdürmeye çalıştı. 22 Nisan’da bunkerde yapılan askerî zirvede 12. Ordu ile 9. Ordu’ya Sovyetleri kıskaç harekatıyla ezme emrini verdi; oysa bu iki ordu- dan geriye kalanların nere- de olduğu bile bilinmiyordu. Hitler ilk kez savaşın kaybedildiğini kabul etti. Almanlar yenilmişti, demek ki en güçlü ırk değillerdi, yani yaşamaya hakları yoktu. Hitler son günlerinde bütün nefretini kendi halkına çevirdi.
Bundan sonrası iyi bilinir: 29 Nisan’da Eva Braun ile evlenir, ertesi gün öğleden sonra çekildikleri odadan silah sesi duyulur. İntihar eden karı-kocanın cesetleri Şansölyelik bahçesine çıkarılarak yakılır. Ardından Propaganda Bakanı Goebbels ve karısı Magda, altı çocuklarını zehirledikten sonra intihar ederler. Sonra bunkerde önüne gelen intihar etmeye başlar. 2 Mayıs’ta Reichstag binasının tepesine Sovyet bayrağı dikilir ve Avrupa’da savaş biter.
YOSIF STALIN (1878-1953)
Son komployu kendine kurdu
Kendi sidiğinin içinde yatarken bulundu. Tanınmış hekimler, hasta lidere suikast iddiasıyla hapiste, işkencedeydi.
Stalin’in ölümünü anlatmak isteyen hiçbir tarihçi, Aleksey German’ın “Hrustalev! Araba!” filminin (1998) üstüne çıkamaz. Film, 1953’ün olağanüstü soğuk kışında Moskova’daki çılgın üç günü anlatır. Bir beyin cerrahı, siyasi tutuklu olarak Sibirya’ya gönderilmek üzereyken, son anda trenden indirilir, yakapaça Stalin’in daçasına getirilir. Büyük önder beyin kanaması geçirmiş, yerde yatmaktadır. Doktorun çabaları onu kurtaramaz. Gerçeküstü görüntülerle korku, bilinmezlik ve kargaşa atmosferini büyük başarıyla yansıtan bu siyah-beyaz film, tarihî gerçeklerden uzak değildi.
Stalin gerçekten de 28 Şubat veya 1 Mart 1953’te, Moskova yakınlarındaki daçasında beyin kanaması geçirdi. Odasına o çağırmadan kimse giremediği için, pijamasının altıyla yerde, kendi sidiğinin içinde kaldı. Nihayet bu halde bulunduğunda etrafı bir telaş aldı. Stalin’in en yakın “adamları” Beria, Malenkov, Bulganin, Kruşçev daçada toplandı. Doktor çağırmaları bir gün sürdü çünkü büyük şef olmadan karar vermeye alışkın değillerdi. Nihayet doktorlar gelip lideri yatağına yatırdılar. Ama Stalin bir daha kendine gelmedi, 5 Mart’ta öldü. Sovyet gizli polisinin efsanevi şefi Lavrentiy Beria canlı ve mutlu görünüyordu. Büyük liderin öldüğü anlaşıldığında hemen kalktı, “Hrustalev! Arabamı getir!” diye bağırdı (Hrustalev, Beria’nın şoförüydü). Daçadan ayrılırken kendinden emin hali, sonradan onun Stalin’i varfarinle zehirlettiği dedikodusuna yol açtı.
1924’te Lenin’in ölümünün ardından Sovyet Komünist Partisi içindeki iktidar mücadelesinde kendisine rakip olabilecek herkesi yok ederek tek adam haline gelen Stalin, otuz yılını Sovyet egemenliği altındaki halkları “ayıklayarak” geçirmişti. Tek tek bireyleri, meslek gruplarını ve etnik toplulukları yok etmenin ötesinde, insanların aklına da egemen olmaya çalışmıştı. Ancak ömrünün sonunda, kendi tuzağına düşmüştü. Çünkü son fantezisi, “doktorlar komplosu” oldu. Tanınmış doktorlar, Sovyet liderlerini öldürmeyi planladıkları iddiasıyla hapse atıldı. Söylentiye göre, doktoru Vladimir Vongradov 1952’de Stalin’in sağlığındaki bozulmayı farkederek işleri ağırdan almasını söyleyince tutuklanmıştı. Sonraki doktoru da aynı akıbete uğradı. Stalin beyin kanaması geçirdiğinde, son özel doktoru Miron Vovsi hapishanede işkence altındaydı. Onlara en çok ihtiyaç duyduğunda çevresinde doktor kalmamıştı.
FRANCISCO FRANCO (1892-1975)
Bir türlü ölemedi, 3 yıl can çekişti
Franco son anlarını yaşarken gösteriler sürüyor, öğrenciler tutuklanıyor ama televizyonda doğa belgeselleri gösteriliyordu.
Madrid’de 1975 sonbaharında sayısız Franco fıkrası anlatılıyordu: “Halk diktatörün penceresinin önünde toplanmış. Yatağında can çekişen Franco ‘Ne istiyorlar?’ diye sormuş. ‘Size veda etmeye gelmişler Caudillo’. Franco şaşırmış: ‘Nereye gidiyorlar?”
Bir başka fıkra: “Franco hükümet toplantısında kalp krizi geçirerek ölmüş. Bakanlar donup kalmış. Sonra biri telaşla ayağa fırlamış: ‘Peki ama bu haberi ona kim verecek?” Stalin ölüm döşeğinde doktor müdahalesinden nasıl yoksun kaldıysa, Franco da aşırı müdahale nedeniyle son üç yılını can çekişerek geçirdi. Oysa, 1936’da İspanya Cumhuriyeti’ne karşı ayaklanan, kanlı bir içsavaştan sonra 1939’da ülkeyi ele geçiren general, büyükbabasının 103 yaşına kadar yaşamasıyla övünürdü. Otuz yıl boyunca, İspanya’nın ve “Haçlı Seferi’nin Caudillo’su” (önderi), “Orduların Generalisimosu” olarak hüküm sürmüştü. 1970’te Luciano Rincón, Francisco Franco: Bir Mesihçiliğin Tarihi adlı kitabında durumu şöyle özetlemişti: “Franco İspanya’yı sadece konuşmayanları, yani ölüleri anlayabildiği bir Babil kulesine haline getirdi.”
Franco 1970’lerde artık ülkesini anlayamaz hale gelmişti. İşçiler grev, öğrenciler eylem yapıyor, Bask Ülkesi’nde milliyetçi ayaklanmalar oluyor, enflasyon yükseliyor, birilerini idama mahkum ettirdiğinde dünyadan protestolar yükseliyordu. Artık “Franco’dan sonrası” tartışılıyordu.
Rejimin değişmemesini isteyen yakın çevresine “bunker” adı verilmişti; Hitler ile yapılan benzetme açıktı. Üstelik bunkerin içinde de çatlaklar vardı. Yıllarca İspanyolları rehin tutan Franco, sonunda kendi çevresinin rehinesi olmuştu. 17 Ekim 1975’te, hükümete başkanlık eden Caudillo’nun göğsüne üç elektrot takılmıştı. Yan odada üç doktor ekran başındaydı. Onbeş dakika sonra ekranlar çıldırdı. Hiçbir şeyden habersiz bakanların korkulu bakışları altında toplantıya ara verildi.
Parkinson hastalığından muzdarip Franco’nun damarları, aldığı ilaçlar nedeniyle perişandı. 22 Ekim’de bu defa bir kalp krizi geçirdi, böbrekleri iflas etti. 3 Kasım’da 40 kiloya inmişti. Çevresinde damadının önderliğinde 23 hekim vardı. Arka arkaya üç kez müdahale edildi. Madrid gazetelerine başlık verildi: “Franco asker gibi askerlerin arasında ameliyat oldu!” İspanyollar ölüme karşı verilen destansı mücadeleyi saat saat izlediler.
17-18 Kasım’da vücut ısısı 33 dereceye düşürüldü. 19 Kasım’da son anlarını yaşarken, Bilbao’da ETA militanları, Zaragoza’da öğrenciler tutuklanıyor, televizyon doğa belgeselleri gösteriyordu. Sabaha karşı öldü. Kurduğu rejim birkaç yıl içinde tarihe gömüldü.
FERDINAND MARCOS (1917-1989)
On anayasa yazan ‘hukukçu’
1986’daki hileli seçimi kabul etmeyen halkın sokağa dökülmesinden sonra ülkesini terketti, üç yıl sonra öldü.
Filipinli yazar Ninotchka Rosca, Savaş Hali (1988) adlı romanında, ülkesinin simgesi olarak K Adası’nı anlatır. Sonsuz bir savaşın ortasında sonsuz bir bayram yaşanmaktadır. Marcos yönetimindeki Filipinler böyleydi: Bir yanda diktatörün eşi Imelda Marcos’un üç bin ayakkabısı, şık elbiseleri, güzellik kraliçesi yarışmaları, kumarhaneler, safari adaları; öte yanda gittikçe yoksullaşan ve sıkıyönetim altında boğulan bir halk. Bu rejim 1986’da hileli bir seçimi kabul etmeyen halkın sokaklara dökülmesiyle son buldu. Diktatör güya kazandığı seçimden 18 gün sonra ülkesini terkederek sadık müttefiki ABD Başkanı Reagan’ın kanatları altına sığınmak zorunda kaldı. 1989’da Honolulu’da öldü.
Ferdinand Marcos kendi anayasalarını (10 adet) kendisi yazacak kadar iyi bir hukukçuydu. 1965 ve 1969’da üstüste seçim kazanarak otoriter bir yönetim kurmuştu. Eski Amerikan sömürgesi Filipinler’de ABD tarzı bir başkanlık sistemi vardı ve anayasa üçüncü kez başkan olmasını engelliyordu. 1970’lerin başında Marcos kara kara düşündükten sonra bir anayasa kurulu topladı, Fransız usulü başkanlık sistemi için yeni bir anayasa hazırladı. İki anayasa arasındaki geçici sürede, devlet başkanı olarak hem eski anayasaya göre başkanın, hem de yeni anayasaya göre başbakanın tüm yetkilerine sahip olacaktı. Delegelerden çoğu bu sürenin kısa, Marcos ise mümkün olduğu kadar uzun olmasını istiyordu. İstihbarat şefi General Ver’in muhalif delegeleri tek tek huzuruna çağırmasıyla sorun halledildi. Ardından Marcos komünizm tehlikesinden söz etmeye başladı. Savunma Bakanı Enrile’nin boş Mercedes’ine ateş edilmesi, Manila civarındaki küçük patlamalar, komünist gerillalara atfedildi. Bu komploların ardından Marcos, 1972’de sıkıyönetim ilan etti. Artık ömürboyu diktatördü.
Ancak bu diktatörlük, Singapur veya Güney Kore’dekiler gibi ekonomik mucize yaratmadı. Nüfusun üçte birini oluşturan 16 milyon Filipinli büyük bir ekonomik çöküş yaşadı. Filipinler’in Marcos’un servetinin peşindeki hukuki mücadelesi bugüne kadar sürdü ve 4 milyar dolar geri alındı. Imelda Marcos’un ayakkabılarının bir kısmı müzeye kaldırıldı. Geçen yıl mücevherlerine de el konulan Imelda Marcos, son beyanatlarından birinde şöyle diyordu: “Ben gösterişçi olarak doğmuşum. Bir gün adım sözlüklere girecek. Gösterişçi savurganlığa ‘Imeldifik’ diyecekler.”
AUGUSTO PINOCHET (1915-2006)
Yaptıkları yanına kâr kaldı
1988’de diktatörlüğü bırakmak zorunda kaldı ama 18 yıl daha yaşadı. İşlediği insanlık suçlarının bedelini ödemeden gitti.
5 Ekim 1988’de Şili halkı tarihî bir referandumda oy kullandı. Pinochet’in sekiz yıl daha başkan olarak kalmasını isteyenler “Evet”, istemeyenler ise “Hayır” diyecekti. Bir sürpriz oldu: Referanduma katılanların yüzde 56’sı “Hayır” dedi. Şili’yi sosyalistlerden ve ekonomik darboğazdan kurtarmakla, Chicago ekolünün neoliberal politikalarını uygulayarak ekonomik gelişmeyi sağlamakla övünen generalin sonu böyle başladı. Genelkurmay Başkanı Augusto Pinochet’in Cumhurbaşkanı Salvador Allende’yi devirdiği ve kendisini “Ulusun Yüce Şefi” ilan ettiği 11 Eylül 1973 darbesiyle Şili, serbest piyasayla acımasız siyasi baskının elele yürüdüğü, 20. yüzyıl sonuna özgü yaygın bir şemanın uygulandığı ülkelerden biriydi (bir diğeri de Türkiye olacaktı).
Parlamentonun, parti ve sendikaların kapatıldığı, 3.200 muhalifin “kaybolduğu”, 30 bin kişinin tutuklanarak işkence gördüğü, nüfusun yüzde 2’sini oluşturan 200 bin kişinin sürgüne gittiği ülke 15 yıl sonra verdiği “Hayır” oyuyla diktatörü iktidardan uzaklaştırmayı başarmıştı. Pinochet başkanlığı bıraktı, ama genelkurmay başkanlığını 1998’e kadar sürdürdü, ardından kendi yaptığı anayasaya göre ömür boyu senatör oldu.
1998 sonbaharında tedavi için gittiği Londra’da, İspanyol savcı Baltasar Garzón’un talebi üzerine hastanede gözaltına alındı. Savcı onu 1970’lerde Şili’de 94 İspanya vatandaşına yapılan işkencelerden, İspanyol diplomat Carmelo Soria’nın öldürülmesinden suçlayarak dava açmış ve Büyük Britanya ile İspanya arasındaki suçluların iadesi anlaşmasına dayanarak tutuklanmasını istemişti. Ancak bir buçuk yıl sonra İngiltere “bozuk sağlığı” nedeniyle Pinochet’in ülkesine dönmesine izin verdi. Şimdilik kurtulmuştu ama 2001’de bu defa Şilili yargıç Juan Guzmán Tapia, emekli general hakkında insan haklarını çiğneme suçuyla dava açılmasını kabul etti. Pinochet’i yine “bozulan akıl sağlığı” kurtardı.
Üç yıl sonra hakkında bir vergi kaçakçılığı davası açıldı. ABD Senatosu’nun bir soruşturmasına ve Şili mahkemelerinin raporlarına göre, Pinochet’in yabancı bankalardaki serveti 28 milyon doları buluyordu. Pinochet, 2006 sonunda 91 yaşında öldü. Ailesine bıraktığı milyonların “zekice yapılmış yatırımlar” olduğuna karar verildi.
Zamanla Şili’de Pinochet hayranlarının sayısı azaldı ve 2013’te, darbenin anısına 11 de Septiembre (11 Eylül) adı verilmiş olan caddeye eski adı (Nueva Providencia) yeniden verildi.
MOBUTU SESE SEKO (1930-1997)
Afrika’nın büyük hırsızı
Ülkesini soyup soğana çevirdi. Soğuk Savaş’ın sonu, onun da sonu oldu. Fas’a sığındı, birkaç ay sonra öldü.
İsviçre 2007’de eski diktatör Mobutu’nun İsviçre bankalarındaki hesaplarının dondurulduğunu, 8 milyon İsviçre Frangı tutarındaki bu servetin Kongo’ya geri verileceğini açıkladığında ülkede büyük bir hayalkırıklığı yaşandı. Zira Kongolular diktatörün servetinin en az 1 milyar dolar olduğuna inanıyorlardı; ülkelerinde, Mobutu’nun ipleri elinde tuttuğu yıllar boyunca kleptokrasinin mükemmel bir örneği yaşanmıştı.
Asker ve polislerin yağma turuna çıktığı, hastanelere rüşvetle hasta kabul edilen ülkede Mobutu bir mitingte halka, “Hadi gidin çalın, ama fazla çalmayın çünkü yakalanırsınız” demişti. Kendi kabilesi Ngbandi’nin yaşadığı Gaobalite’de “Cangılın Versailles’ı” denilen bir saray, Paris’e yapacağı alışveriş gezilerini bekleyen Concorde’u için bir havaalanı, bir hidroelektrik santralı, doğduğu köy N’dangi’de bir liman, yeraltı tüneliyle ulaşılan bir nükleer sığınak yaptırmıştı.
Mobutu, uzun iktidarını Soğuk Savaş’a borçlu olanlardandı. Lumumba’nın bir komünist olduğunu öne sürerek ABD ve Belçika’nın desteğini alan Mobutu, 1965’te diktatörlüğünü kurdu. 1970’de yaptırdığı başkanlık seçiminde 157 oya karşılık 10.131.699 oy alma “başarısını” gösterdi.
Ancak onu diktatörlere özgü tuhaflıklar listesinde üst sıralara çıkaran, 1966’da başlattığı “authenticité” (aslına dönüş) kampanyası oldu. Joseph Mobutu 1971’de ülkesinin adını Zaire yaptı, Kongo Nehri Zaire Nehri, para birimi de Zaire oldu (Üç Z devrimi). Hıristiyan adlarının terkedilmesini isteyerek kendi ismini de değiştirdi: Mobutu Sese Seko Kuku Ngbendu Wa Za Banga. Bu ismin kelimesi kelimesine çevirisi “Dokunulmadık tavuk bırakmayan yorulmaz güçlü horoz”, mecazi anlamı ise “Herşeyi yakıp yıkarak zaferden zafere koşan dayanıklı büyük savaşçı”ydı.
Batılı kıyafetleri yasaklayarak, “abacost” dediği (kelime Fransızca “kahrolsun kostüm” anlamındaki “à bas le costume”ün kısaltmasıydı) Mao tarzı cekete büründü, leopar kürkünden beresini taktı, eline bastonunu aldı. Ama Mobutu’nun en büyük suçu doğal kaynaklar açısından dünyanın en zengin yerlerinden biri olan ülkesini soyup soğana çevirmesiydi.
Soğuk Savaş’ın bitmesi, Mobutu’nun sonunu getirdi. 1997’de, Kabila önderliğindeki asilerin zaferi üzerine Fas Kralı II. Hasan’ın yanına sığındı, birkaç ay sonra prostat kanserinden öldü.