Sanıyorum ki tarih boyunca değişmeyen kurallardan biri de her yasanın arkasında bir hikâye yattığı gerçeğidir. Fi tarihine ait bir yasada çiftlik hayvanlarıyla evlenmenin yasaklandığını ve mandasıyla, sığırıyla evlenenlerin cezalandırılacağını okuduğumuzda, bu bize o tarihte cezalandırıldığı için kimsenin çiftlik hayvanlarıyla evlenmediğini değil; tam tersine birilerinin artık niyeyse keçi ya da tavuklarının dest-i izdivacına talip olduklarını gösterir. Yasa her zaman fiili izler. Bu yüzden örneğin ülkemizde geyiklere içki içirmek özel olarak yasaklanmış değildir ama Alaska’da geyiklere içki içirmek zinhar yasaktır. Demek soğuğun pençesinde tir tir titreyen Alaskalı kardeşlerim yalnızlıktan geyiklere bile bir kadeh ikram etmektedir. Tabii Alaska’da da alkollü içkilerde bu kadar vergi olsa, bu kanuna gerek kalmayabilir, ayrı.
Buradan hareketle hemen tüm dinlerin başlıca emirlerinden birinin “öldürmeyin” olması da bu emri vermeyi gerektiren bir durum olduğunu gösteriyor. Ve “öldürmeyin,” diye buyuran dinlerden de ilk akla geleni Budizm. Tabii ben şimdi burada bütün bir Budizm dünyasını genelleyerek Budizmofobi falan yaratmak istemem. Ama eğri oturup doğru konuşalım, muhtemelen daha çok hippilerden öğrendiğimiz için olacak, Budizm’i genellikle diğerlerinden ayırıyor, daha ağırbaşlı, güleryüzlü ve şiddete karşı bir karaktere sahip zannediyoruz. Fakat hasmınızı eşek sudan gelene kadar dövme sanatı olan kung-fu gibi metodlardan ninjalığa, samuraylığa kadar bir dizi şiddete dayalı kavram Budizm’le yakından bağlantılı. Valla çoğunluğunuzun aklına Budizm dendiğinde komün halinde yaşayan hippiler ya da “Ben sadece bitki çayı içiyorum,” diyen beyaz pantolonlu adamlar gelebilir ama benim aklıma önce dayak geliyor. Zaten tapınağında ibadet diye kung-fu yapılan bir din hakkında nasıl başka türlü düşünülebildiğini de ayrıca merak ediyorum. Kısık sesle olsa da Budizm de tarih boyunca, birçok diğer benim aklımın almadığı kozmolojik, teolojik başlığın yanı sıra, bu şiddete meyyal özellikleri yüzünden eleştirilmiş. Seslerinin kısık çıkmasının en önemli nedeni karate, kung-fu yapan adamları eleştirmenin çok akıl kârı olmaması olabilir. Şimdi ne yalan söyleyeyim, Çin işgali öncesi Tibet’te olsam, “Arkadaş, bütün gün oturuyorsunuz, bizim kesemizden besleniyorsunuz, kıç kadar ülkeyiz 6500 tane tapınak kurmuşsunuz. Kölelik desen var, serflik desen var, bir faydanızı da göremedik?” demeye çekinirim.
Başta da söyledik, her Budist karateci, her Budist samuray değil. Zaten ılımlı Budistlere bakacak olursanız, gerçek Budizm bu da değil. Örneğin, Çin’i köşeye sıkıştırsın diye, yabancı istihbarat servislerinden yüzbinlerce dolar aldığını kendisi de kabul eden 14. Dalai Lama da ılımlı Budistlerden ve zaten Batı dünyasına Budizm’in tek yönlü, sadece şiddet karşıtı barışçıl yanlarını aktaran arkadaşların başında geliyor. Tıpkı heavy metal’in yalnızca bir müzik değil, aynı zamanda bir yaşam felsefesi olması gibi, Budizm de yalnızca bir din değil, aynı zamanda bir kendini bulma, arınma metodu olarak takdim edildi. Herhalde bu yüzden olsa gerek, ne zaman Budistler bulundukları topraklarda azınlıkta olan Müslümanlara, Han Çinlilerine falan saldırsalar kulaklarımıza inanamadık.
Ben kendi payıma en ılımlı Budist’te bile her an karate yapabilme potansiyeli görüyorum. Ama şu da var, yazdıklarımdan ötürü bana kızsalar bile, uçan tekmeyle girişmeyeceklerine neredeyse eminim. O kadar fark da olsun artık.