Kasım
sayımız çıktı

‘Elçiye zeval olmaz’, bir dilek olarak kaldı

Osmanlılardan cumhuriyete asırlardır devam eden elçilik temaslarının ilk evresinde, 1454’te Venedik balyosunun idamı ve 1462’de Kazıklı Voyvoda’nın Osmanlı elçilerinin sarıklarını başlarına çaktırması bir vahşettir. 1970’li yıllarda 34 Türk diplomatın, son olarak da Rusya’nın Türkiye Büyükelçisi Andrey Karlov’un vahşice katledilmeleri de diplomasi tarihine acı harflerle yazılmıştır. 

Osmanlı padişahı ve veziriazâmı ile görüşmek üzere Avrupa’dan, Doğu’dan, İran’dan, Asya devletlerinden gelip giden eski “nâme” (mektup) ve “ikamet” (daimî) elçilerinin sıklığı, yedinci padişah Fatih’le (1451-1481) otuzuncu padişah II. Mahmud (1808-1839) arasında 388 yıllık bir zaman boyutu verir. 

Fatih’ten önceki 150 yıl için de elçilik temaslarından söz edilebilir. Yıldırım Bâyezid’in Mısır Sultanı Berkuk’a elçi gönderip himayesindeki Abbasi halifesi el-Mütevekkil-al-Allah’tan kendisi için “Sultanü’r-Rûm” (Anadolu Sultanı) unvanını onaylayan bir teşrîf” (belge) almasını istediği rivayeti, kimi tarihlerde geçer. Yine, Anadolu beylerinin Timur’a, Irak ve Azerbaycan hükümdarlarının Yıldırım’a sığınmaları üzerine 1400 yılında Timur- Yıldırım arasında başlayan elçiler trafiğinde getirilip götürülen mektuplardaki hakaretler, Timur’un Anadolu’yu işgaline, 1402 Ankara Savaşı’na ve Fetret dönemine neden olmuştu. 

Osmanlı başkentinde diplomatlar  İstanbul’a gelen elçilerin, devlet aleyhine girişimleri görülmediği sürece güvenlikleri sağlandığı gibi, diplomatik saygınlıkları da gözetilirdi. 

Osmanlı – Venedik elçi ilişkileriyle başlayıp 1790’lara kadar gelişen Avrupa devletleriyle elçi teatileri, 1839’da Tanzimat’ın ilanından sonra ve Cumhuriyet döneminde daha ileri diplomatik ilişkilere dönüşmüş; kültürel ve dostane etkinlikler önemsendiği gibi, elçilikler kurumsallaşmış, uluslararası tanım ve hukuk kazanmıştır. 

Osmanlı Devleti nezdinde ilk elçilik temasının Bizans’tan devralınarak Cenova ve Venedik hükümetleriyle başlatıldığını söylemek doğrudur. Fetihten sonra İstanbul’da ilk daimi elçiliği, balyos (baiulus) unvanlı Venedikli diplomatların temsil ettiği, sonraki dönemlerde Almanya, Fransa, İspanya, İngiltere’den gelen elçilere de bu Venedik elçileri gibi ekseriya “balyoz”, bazen elçi veya sefir cenapları dendiği de biliniyor. 

İstanbul kuşatması sırasında Venedik hükümetinin Bizans’taki son balyosu Girolamo Minatto, kendi soydaşları ile Ayvansaray’da Türklere karşı savunma saflarında yer aldığından, fetihten sonra yakalanıp Fatih’in buyruğuyla idam edilmişti. Bunun 15. yüzyıl savaş koşullarında eleştirilecek bir yanı yok. Kaldı ki bundan sekiz yıl sonra, 1462 de Osmanlı Devletine bağımlı Valahya (Eflak) Voyvadası Vlad IV (Drakul/ Kazıklı Voyvoda), Vidin Muhafızı Hamza Paşa’yı kazığa oturttuktan başka, huzurunda başlarını açmadıkları için Fatih’in elçilerinin sarıklarını başlarına çiviletmişti. Bu olaylar, uzak geçmişteki savaş ortam ve koşullarının bugün kabul edilemeyecek sahneleridir. Buna karşılık İstanbul’a gelen elçilerin, devlet aleyhine girişimleri görülmediği sürece güvenlikleri sağlandığı gibi, diplomatik saygınlıkları da gözetilirdi.

Maalesef elçiye zeval olmuştur Kazıklı Voyvoda Vlad’ın, ASALA’nın yer aldığı diplomatik cinayetler listesine, elçiye kurşun yağdıran Türk polisinin adı da yazılmıştır ve maalesef “elçiye zeval olmuştur”.

Dünden bugüne bir kıyaslamada bulunmak için de bir not düşmek gerekirse: Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyet Türkiye’sine, asırlar boyu yüzlerce ve yüzlerce elçilik temaslarının ilk evresinde 1454’teki Venedik balyosunun idamı, ama asıl, 1462’de Kazıklı Voyvoda’nın elçilerin sarıklarını başlarına çaktırması bir vahşettir. Yine aynı şekilde 1970’li yıllarda, 34 diplomat ve yurtdışı görevlimizin terörist saldırılarda vahşice katledilmelerini unutmak mümkün değildir.

Bugüne geldiğimizde ise, 19 Aralık 2016 da, başkent Ankara’da Rusya Federasyonu elçisine düzenlenen korkunç suikast var. Çağdaş Sanatlar Merkezindeki Kültür ve Dostluk Sergisinin açılışında, Rusya’nın Türkiye Büyükelçisi Andrey Karlov’u, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir polisi, bir terör örgütünün yeminini ederek kurşun yağmuruna tuttu. Bu olay, dünya diplomasi tarihinde nasıl yankı bulacak? Şimdiden açıklamak zor. 

21. yüzyıl’ın ilk çeyreğindeki bir kültür etkinliğinde, “elçiye zeval olmayacağı” inancını sarsan, kendi gençliğini, mesleğini ve ülkesini hiçe sayıp dost bir ülkenin elçisini öldürebilecek bir polis Türkiye’de nasıl yetişebilmiş? Bu olay tarih kitaplarına kimbilir nasıl yazılacaktır? 1462’de sarık çivilettiren Kazıklı Voyvoda Vlad’ın, ASALA’nın yer aldığı diplomatik cinayetler listesine, elçiye kurşun yağdıran Türk polisinin adı da yazılacak! Ve maalesef “elçiye zeval olmuştur”. 

Elçiler konusuna dönelim: Osmanlı Devleti nezdinde kendi devletlerini temsil eden elçiler İstanbul’a gelirler, padişah Edirne’de ise oraya, cephede ise ordugâha giderlerdi. Öneriler veya dostluk mesajı, tebrik, başsağlığı içeren mektuplarla gelen bu diplomatlara nâme elçisi denirdi. Ancak, geliş gidiş süreleri, huzura çıkmak için aylarca beklemeleri, dönüş izni almaları gibi nedenlerden, -mektup elçileri dense de- görevlerini tamamlayıp memleketlerine dönmeleri uzar, bazen yıllar sürerdi. 

1554’te Alman İmparatoru I. Ferdinand, hem bozulan ilişkileri düzeltmek amacıyla hem de Kanunî’ye barış ve dostluk mesajları içeren mektubunu sunmak üzere Augier Ghislain de Busbecq’i İstanbul’a göndermişti. Busbecq bir nâme elçisi olmasına karşın Türkiye’de 8 yıl kaldı (Türkiye Mektupları yazarı). Bu elçi ve heyeti, Amasya’ya giderek Nahcivan seferindeki padişahın dönüşünü burada beklemiş, Mayıs 1555’te Amasya sarayında huzura çıkmışlardı. Bu heyetin Viyana’ya dönüşü 1562’dir. 

Busbecq heyetinin ve diğer Avrupa devletleri elçilerinin İstanbul’da kaldıkları Elçi Hanı denen konuk evi, Çemberlitaş’taydı. Bu hanı ilk tanıtan da Busbecq’tir. Daha çok Avrupa’dan gelen elçiler kaldığı için, buraya Balyos Hanı da denirdi. Başka elçiler de anı ve raporlarında hanın özelliklerini, burada geçirdikleri zamanları, bir galebe divanında padişahın huzuruna çıkmak için uzun bekleyişlerini, hanın önündeki işlek caddeyi, Bayezit’teki Eski Saray’la, Sarayburnu’ndaki Yeni Saray (Topkapı) arasında harem kadınlarını götüren getiren kapalı arabaları ve harem ağalarını da… anlatmışlardır. 18. yüzyıldan itibaren elçiliklerin Tophane, Beyoğlu ve Boğaziçi’ne taşınmasına koşut, harap Elçi Hanı da yıkılmaya yüz tutmuş ve günümüze ulaşmamıştır. 

Kaynaklardaki bir bilgi de İstanbul’daki elçilerin, temsil ettikleri devletle Osmanlı Devleti arasında bir anlaşmazlık doğduğunda veya savaş hâli durumunda Yedikule’ye yahut Rumelihisarı’na hapsedildikleridir. Bu uygulamanın doğruluğu-yanlışlığı değil, “hapis” tanımı üzerinde durmak gerekir. Şöyle ki, Suriçi’nde ve İstanbul’un göbeğinde yer alan Elçi Hanı’nda kalan bir elçiyi, savaş hâli durumunda daha güvenlikli, yani kale konumunda bir yerde enterne etmek, belki korumaya almak gerekliydi. Hatta bu şekilde Yedikule’de alıkonan elçiler, anılarında o semtte gezip dolaştıklarını, alışveriş yaptıklarını yazmışlardır. Şu halde Yedikule tutukluluğu, elçinin can güvenliğini sağlamak ve rehin tutmaktı. Buna karşılık, ikamet ve iaşelerinin temini, aksatılmazdı. Bununla birlikte elçiler arasında casuslukla suçlanıp idam edilenler de yok değildir. 

Van Moor’un sanatsal tanıklığı III. Ahmed’in padişahlık döneminde yani Lale Devri sırasında Fransa ve Hollanda sefirleri için çalışmış ressam Jan Van Moor’un, elçi kabul töreni tablolarından bir detay. Kendisi göz tanıklığına dayalı olduğu için tabloların özel bir tarihî önemi vardır. 

18. yüzyılda kalıcı elçiler akredite edildi ve bunlara ikamet elçisi dendi. Buna karşın yabancı ve Türk nâme elçilerinin geliş-gidişleri de devam etmiştir. Birer diplomat olan elçiler, kendi aralarında ve temsil ettikleri devletin dış politikasına göre, temaslarında dikkatli, mesafeli, gerektiği kadar dostane idiler. Osmanlı Devleti’nin resmî törenlerinde elçilik giysileri, nişan ve madalyaları, gösterişli maiyetleri ile yer alırlar; Bâbıâlî’yi daha sık, davet oldukça da padişahı, güçlükle katlandıkları teşrifat kurallarına uyarak ziyaret ederlerdi. 

Faik Reşit Unat, Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnâmeleri adlı eserinde, “Başka devletler arasında usul olmadığı halde Osmanlı Devleti, yabancı elçilik heyetlerinin Türkiye hududuna girişlerinden dönüşlerine kadar her türlü iaşe masraflarını 1793 tarihine kadar karşılarken, bu tarihte bu gelenek kaldırıldığı gibi, Türkiye’den yabancı devletlere gönderilen elçiler de artık tayinat tekliflerini geri çevirmişlerdir” (Buna dair açıklama Cevdet Tarihi’nin 6. cildindedir). 

Devletlerarası elçi teatileri tarihin en eski yöntemlerinden, elçilik de can pahasına göze alınan diplomatik meslek ve devlet göreviydi. Buna karşılık, hukuk düzenini kurabilmiş devletlerin elçilere cangüvenliği tanımalarının iki ana gerekçesi; elçilerin devletler arasındaki düşmanlığı barışa dönüştürebilecek yetkinlikte önemli kişiler olması ve yabancı konuk sayıldıklarından da yaşama haklarının korunması idi. Bu nedenle de “elçiye zeval olmaz”, sadece bizde değil uluslararası bir kural sayılıyordu.